SÜNNETTEN YÜZ ÇEVİRMENİN TEHLİKELERİ

YAZAR : Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

Yaşadığımız zaman dilimi, maalesef pek çok İslâmî hükmün, değerin ve inanç esaslarının kolayca tartışıldığı ve alenen tahkîr edildiği dönemlere denk geldi. Bu tarz tartışmaların benzerlerini, tarih içerisinde görmüş olsak da bugün yaşanan tartışmaların konusu ve aktörleri farklılaşmış durumda. Bu tartışmaların ve saldırıların; tarih içerisinde özellikle din düşmanları tarafından sergilenmiş olmasına rağmen, bugünkü tartışmaların ve saldırıların müslüman olduklarını söyleyenler tarafından yapılıyor olması câlib-i dikkattir.

Bugün yaşanan tartışmaların ve saldırıların; belli bir plân, program ve proje çerçevesinde ve devâsâ mâlî bütçelerle yürütülüyor oluşu da ayrıca not edilmesi gereken bir vâkıa. Bu proje çerçevesinde; gerek özel, gerekse kamuya ait medya kanalları kullanılarak, asırlardır dînin yanlış anlatıldığı, «doğru dînin» kendileri tarafından anlaşıldığı ve anlatıldığını, bunu da «din adına» «Kur’ân adına» yaptıklarını söyleyenlerin revaç bulduğu zamanları yaşıyoruz.

Bu tartışmalar ve saldırılar; İslâm’ın tamamına değil, belli bir alanına yani «Sünnet» kurumuna yönlendirilmiş durumda. Zira iddia sahipleri; bu alanın korunmadığını, dolayısıyla insan etkisine maruz kaldığı için de üzerine hüküm bina etmeye müsait olmadığını söylüyorlar. Bu iddialarını seslendirirken de kulağa hoş gelen sloganlar kullandıkları için, şuurlu bir kesimin dışında çok da tepki almıyorlar.

İslâm’ın ibâdet ve muâmelâta ait hükümlerinin önemli bir bölümünün, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ait hadisler üzerine bina edilmiş olmasından dolayı, bu alanı açık hedef hâline getirdiklerini görüyoruz.

Sünnet ve hadislere yapılan saldırıların iki cephesi mevcut. Birinci cephe, oryantalistler dediğimiz batılı bilim adamları; ikinci cephe ise, bu batılıların ifsâd ettiği, inançlarını onlar karşısında savunamayıp, aşağılık kompleksine kapılan ve onlara yaranmak için içeride ifsad hareketine girişen, yerli modernistlerdir.

Oryantalizm üzerine önemli çalışmaları olan Muhammed Mustafâ el-Âzamî oryantalizmi «yalanı ustaca söyleme akımı» olarak tarif eder. Oryantalizmin kuruluşu ve maksatlarına baktığımız zaman, bugün ülkemizde yürütülmekte olan modernist ve mealcilik akımlarında kullanılan taşeronların ve hedeflerinin dikkat çekici şekilde birbirlerine benzedikleri görülecektir.

Oryantalistlerin hedeflerine bakacak olursak:

1. Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Risâlet’inin doğruluğu hakkında şüphe uyandırmak ve hadislerin müslümanlar tarafından ilk üç asırda uydurulan sözler olduğu şeklindeki tezlerini genel bir kabul hâline getirmek.

2. Kur’ân-ı Kerîm’in yüce Allah’ın kelâmı olduğu mevzuunda şüpheler uyandırmak ve Kur’ân’ın hafife alınmasını sağlamak.

3. İslâm fıkhının Roma hukukundan alıntı olup, orijinal olmadığını ileri sürerek değerini küçük göstermek ve müslümanların zihninde bu kanaati pekiştirmek.

4. Arapçayı küçük düşürüp, anlaşılmaz olduğuna insanları iknâ etmek.

5. İslâm’ın, yahudi ve hıristiyan kaynaklarına dayandığını ileri sürmek.

6. Akademik çalışmalar aracılığıyla açtıkları koridordan misyonerleri yürüterek, müslümanları hıristiyanlaştırmak.

7. Zayıf haberlere ve uydurma hadislere dayanarak görüş ve teorilerine güç kazandırmak. (Günümüz Din ve Fikir Hareketleri Ansiklopedisi, Risale Yay., s. 137-138)

Dışarıdaki cephe olan oryantalistler; insanları direk Hıristiyanlığa davet etmeyip, insanların kafalarında şüphe uyandıracak malzemeleri kullanarak bir boşluk oluşturmuşlar, böylelikle misyonerlere çalışma zemini hazırlamışlardır.

Peki, oryantalistlerin yıllarca farklı alanlarda çalışma yapmalarına rağmen, neden bu alana yani sünnet alanına yoğunlaştığını anlamak için şu misali dikkatlerinize arz ediyorum. Zira bu tarihe kadar Kur’ân merkezli yürütülen oryantalist çalışmalar, bu tespit ve rapordan sonra sünnet-i seniyye üzerine yoğunlaşmıştır.

Meşhur oryantalistlerden Hollandalı Snouck Hurgronje, 1884-1885 yıllarında kıyafet ve isim değiştirip Hicaz’da bulunmuş, buraya hacca gelen müslümanlar üzerinde ciddî ve hassas gözlemler yapmıştır. Bu müşahedeleri 19. asrın ikinci yarısında Mekke isimli iki ciltlik kitabında da bir araya getirmiştir. Hulâsa olarak şunları söylemiştir:

“İslâm coğrafyasının farklı kesimlerinden buraya gelen müslümanlar arasında, çarpıcı bir davranış birlikteliği var. Dilleri, renkleri, kültürleri farklı müslümanlar; sokakta karşılaştıklarında birbirlerini selâmlıyorlar. Selâm veren hep aynı cümleyi söylüyor, selâm alan da cevâbî bir cümle söylüyor ve fakat bu cümleler hiç değişmiyor. İbâdethânelerine sağ ayakla girip, sol ayakla çıkmaya dikkat ediyorlar. Yemeğe oturduklarında bir kelime söylüyor, sağ elleriyle yemek yiyor, sofradan kalkarken başka bir kelime söylüyorlar. Bunlar da hiç değişmiyor. Fakat dikkat edilmesi gereken nokta şu ki; bunların hiçbirisi Kur’ân’da yazmıyor. Benim tespitime göre bu, onların Peygamberlerinin geleneğidir.”

Tespitte dikkatinizi çekmek istediğimiz bir nokta var ki o da; Sünnet’in bütün müslümanları bir arada tutan ve ortak hareket etmesi için aramıza kurulan bir bağ oluşudur.

Yine bu konu ile ilgili olarak Londra’da düzenlenen bir toplantıda, delegelerden birisinin yaptığı şu konuşmayı buraya almayı uygun görüyorum:

“Elli yıl durmadan çalıştık. Sadece beş kişiyi hıristiyan yapabildik. Bu durum her şeye rağmen müslümanların ne kadar zor hıristiyan olduklarının bir delilidir. Fakat elli yıl içerisinde milyonlarca insanı İslâm’dan uzaklaştırabildik ve İslâm’a karşı müslümanları lâkayt bir hâle getirebildik. İşte bu durum bizleri çok sevindirmektedir.”

Delegenin bu şekilde konuşmasından sonra misyoner merkezi;

“Bundan böyle İslâm ülkelerinde müslümanları hıristiyanlaştırmak için çaba sarf etmeyelim. Onları İslâm’dan uzaklaştıralım ve İslâmî hükümlere düşman yapalım…” diye karar aldı. (Ahmet VAROL, Emperyalistlerin Öncüleri Misyonerler)

Bu saldırıların ikinci cephesine gelince, onlar;

Sahip oldukları inanç ile yetinmeyip, kendileri batılılar karşısında komplekse kapıldıkları için, onların dinlerini tahrif etmelerini örnek alarak bu operasyona dâhil oldular. Onlara göre nasıl ki batılılar, kendi dinlerini tahrif etmiş ve kendilerine mukaddes kitap yazmışlarsa, bizim yerli müsteşrikler de pekâlâ bunu yapabilirlerdi. Zira ehl-i kitâbın kendi dinlerini ve kitaplarını tahribe yönelten en büyük âmil, dinlerini yaşadıkları şartlara uygun hâle getirmekti.

Bu operasyona girişirken elbette İslâm’ın tamamına değil, kendilerine göre «zayıf halka» gördükleri sünnet alanına yoğunlaştılar. Bunu yaparken de sünneti arındırmak, dîni hurâfelerden temizlemek ve dîni aslî kimliğine döndürmek maksadı ile yaptıklarını söylüyorlardı. Kullandıkları malzeme; bazı hadislerin akla uymadığı, bilime ters olduğu ve Kur’ân’ın «bize» yeteceği gibi sloganlardı ve seçilen taşeronların akademik unvanları veya toplum içerisinde itibarlı olmaları da kendilerine göre bir avantajdı.

İslâm’ı, Allah Teâlâ’nın emrettiği gibi değil de kendi anladıkları gibi yaşamak isteyen bu yerli müsteşriklerin, elbette ki kendilerinin hedefe ulaşmasına en büyük engel olan sünnet ile araları iyi olmayacaktı. Çünkü İslâm’ın doğumundan bugüne kadar gelen süreçte, bu ve benzeri akımların söz sahibi olmasını engelleyen en büyük âmil sünnet faktörüydü.

Aklî ve naklî delillerin kesin bir şekilde sünnete ittibâ edilmesi gerektiğini söylemesine rağmen, bu karşı duruşun ve mücadelenin bahanesine baktığımızda, itirazın asıl sebebinin İslâm düşmanlarının Kur’ân ve Sünnet’i birbirinden ayırma gayretleri olduğunu görüyoruz.

Bu konuda yapılmış şu tespiti dikkatinize arz ediyorum:

“Kur’ân’ı sünnet olmaksızın anlama konusu son dönemde birtakım İslâm düşmanları tarafından ortaya atılmıştır ve belli bazı hedefleri vardır. Bu hedeflerin en başında da müslümanları dinlerinden koparma maksadı yer almaktadır.” (Prof. Dr. Muhammed Acac el-Hâtıb, Rıhle Dergisi, sa. 2)

Kur’ân’ı sünnet olmadan anlamanın ve ibâdet etmenin mümkün olmadığına inanıyoruz. Zira O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in getirdiği ölçü ve âyetleri açıklaması ile bizler, bugün ibâdetlerimizi yerine getirmekteyiz. Sünnet, aslında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatımızı hâlis olarak yaşayabilmemiz için bizlere sağladığı yardımdan başka bir şey değildir.

Kıldığımız namazların kaç rekât olacağını, zekâtı kaçta kaç vereceğimizi ve hangi ürüne ne kadar zekât verilmesi gerektiğini, hac ve umre yaparken yaptığımız tavafın kaç kez şavt ile olacağını biz sünnetten öğreniyoruz. Yine cezalar uygulanırken, hırsızlık edenin elinin kesilmesini âyetten (el-Mâide, 38) ancak hangi elinin kesileceğini hadislerden öğreniyoruz. Yine kesilmeden ölen murdar hayvanın haram olduğunu (el-Mâide, 3) âyetten okuyacak olursak, balığın da haram olması gerektiğini sanırız. Ancak hadîs-i şerif onun ölüsünün helâl olduğunu bizlere bildirerek hükmün açıklamasını yapmaktadır. (Ebû Dâvûd, Tahâret, 41)

«Zinâ eden kadın ve erkekten her birine yüzer sopa vurulması»nı (en-Nûr, 2) emreden âyeti okursak cezanın muhatabının evli mi bekâr mı yoksa genel mi olduğunu anlayamayız. Bu hüküm de hadîs-i şerifle düzenlenmiş ve sadece zinâ eden bekârlara had uygulanmıştır. (Müslim, Hudûd, 13. Nr: 1690)

Verdiğimiz birkaç örnekte görüldüğü üzere Kur’ân ve Sünnet, birbirinden ayrılmaz parçalardır. İkisi birbirinden ayrıldığı zaman, diğer yarısının yanlış anlaşılması muhtemeldir. Buradan anladığımız ve bilinmesi gereken; kim sünnetin ve hadîsin Kur’ân’a arzını ve günümüze uygunluğunu dâvâ edinmişse, onun asıl hedefi, Kur’ân’ın sarsılmaz hükümleridir.

Açıktan Kur’ân’a saldıramayıp dolaylı yollardan bu maksatlarını gerçekleştirmek isteyenler için Eyyûb es-Sahtiyânî’nin şu ifadesi ne kadar güzel yerini bulmaktadır.

“Sen adama bir sünnet rivâyet ettiğinde; «Onu bırak da bana Kur’ân’dan cevap ver!» dese bil ki o dalâlettedir.”

Yine, sünneti hafife alarak bu alanı önemsiz gören ve akıllarına göre dîni yorumlamaya çalışan böylesi tiplere bir uyarı daha yapmak istiyoruz:

“Sünnet-i seniyyeyi önemsemeyen küçük gören, tahkîr eden bir kimse, bir süre sonra farzlardan mahrum bırakılır. Farzları yerine getirme şansından, meziyetinden, imtiyazından mahrum bırakılır. Farzları aksatmaya başladığında o kimseye Cenâb-ı Hak bir bid‘atçıyı musallat eder. Ve o bid‘atçı; onun kalbini karartır, istikametini bozar, o yolda o sürüklenir gider.” (Ebûbekir SİFİL)

Şüphesiz ki âhirzamanı yaşıyoruz. Böyle bir zamanda îmânı elde tutmanın, elde kor tutmak ile aynı mesâbede olduğu, bir sünneti işleyenin de büyük sevaplara nâil olacağı ifade edilmiş.

Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz çağlar ötesinden;

“Sünnetimden yüz çeviren benden değildir.” (Buhârî, Nikâh, 1; Müslim, Nikâh, 5) buyurarak şiddetli bir uyarı göndermiştir. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu hitâbına muhatap olmaktan Allah Teâlâ’ya sığınırız.

Özel bütçelere, plânlara, projelere ve fitnelere rağmen, biz bütün varlığımızla zerrelerimize kadar deriz ki:

“Yâ Rasûlâllah! Rabbinden bize ne getirdi isen; âmennâ, duyduk itaat ettik.”

Rabbimiz; bizleri Kur’ân ve Sünnet üzere tâat ve ibâdet edenlerden eylesin. Kalbimizi bid‘atçı ve fitnecilerin şerrinden ve muhabbetinden muhafaza buyursun. İslâm’ı hakkı ile yaşamayı nasip eylesin. Âmîn…