Yetişmiş İnsan Olmak

YAZAR : Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

Medine müslümanları, Birinci Akabe Biatı ile beraber Allah ve Rasûlü’nü ve O’nun yüce Allah’tan getirdiği mesajı akıllarına ve gönüllerine alarak ciddî bir şekilde harmanlamışlardı. Peygamberimiz -aleyhisselâm- ile görüşüp, O’ndan almaları ve öğrenmeleri gereken şeyleri alıp öğrendiler. Bu arada Mekke’deki işlerini de halletmeye çalıştılar. Mekke’de işleri bitince, gönüllerini Rasûlullah -aleyhisselâm-’da bırakarak, diğer yandan da Rasûlullâh’ı gönüllerine alarak, Medine’ye döndüler.1

Medine’ye döner dönmez, büyük bir aşk ve şevkle çalışmalara başladılar. Medine’nin bu seçkin ve ilk müslümanları; çalışmalarını yaparken, bir yandan da onları derinden düşündüren bir husus vardı. Rasûlullah -aleyhisselâm- ile birlikte oldukları süre içinde, İslâm adına bazı hükümleri öğrenmişlerdi. Fakat bu inanç sistemi, ihtiyaç ortaya çıktıkça her gün yeni bir mesajla gelen bir dindi. Yani bu kadar malûmat yetmiyordu. İslâm, müntesiplerinden sürekli yenilenme istiyordu. «Yetişmiş İnsan» istiyordu yani.

Bir de, Evs ve Hazrec olarak, hâlihazırda aralarındaki nifak sürüyordu. Henüz ittifak tam olarak tesis edilebilmiş değildi. Bundan dolayı kendi aralarından birisinin önce çıkıp da kendilerine öncülük ve imamlık yapmasını, diğerleri kabullenmekte zorlanabilirlerdi. Hattâ bu konu bile, kendi aralarında yeni bir problem zemini oluşturabilirdi. Yine yukarıda temas ettiğimiz gibi; Rasûlullah -aleyhisselâm- ile birlikte oldukları sınırlı günlerde, o güne kadar gelen bütün âyetlerden de haberdar olamamışlardı. Demek ki kendilerine bir mürşid, bir hoca, bir öğretmen, bir mukrî gerekiyordu.2

Fakat içlerinde bu işin uzmanı yoktu. Bu iş uzman işiydi; kalifiye insan isterdi…

İşte burada çok önemli bir husus çıkıyor karşımıza: Herkesin her şeyi yapamayacağı meselesi… Herkes her şeyi yapamaz diye de herkesin her şeyden kaçınması gerekmez. Kim veya kimler, neyi veya neleri yapabileceklerse, o veya onlar onu veya onları yapmalılar. Sorumluluk hepimize aittir çünkü.

Medine’nin bu ilk müslümanları, bunun önemini ve eksikliğini fark edince Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e şöyle bir mektup yazıp gönderdiler:

“Ey Allâh’ın Rasûlü! İçimizde İslâmiyet açıklandı ve yayılmaya başladı. Aile çevremiz başta olmak üzere, bütün Yesrib’e yayılması lâzım. Böyle bir durumda bize sorular soruluyor. Fakat biz yetersiz kalıyoruz. Yesrib’de halkı Allâh’ın kitabına davet edecek bir davetçi, Kur’ân-ı Kerim okuyacak bir mukrî, İslâm dînini anlatacak, Kur’ân ve Sünnet’i aramızda ikāme edecek ve namazlarımızda bize imamlık yapacak bir hoca, bizi anlayacak ve bize her bakımdan yol gösterecek yetişmiş bir kimse gönder yâ Rasûlâllah!”3

Bu haklı istek ve bu şuurlu teklif, Medine müslümanlarının incelik ve hassasiyetini ortaya koyan en önemli davranışlardan biridir.

Daha önce de Peygamberimiz’in haklı isteği karşısında bile, asâletlerine uygun cevap veren bu seçkin müslümanlar, geldikleri seviyelerini gösteriyorlardı. Önünü-ileriyi iyi görenler, her zaman güzel işler yaparlar, büyük başarılar elde ederlerdi. İnce düşünüp ciddî bir tahlil yapmayanlar, hem kendileri zarar görür ve hem de başkalarına zarar verirlerdi. İşte onlar da bunu dikkate alarak hareket ediyorlardı.4

Bu yerinde ve şuurlu teklif karşısında Peygamberimiz -aleyhisselâm- da en seçkin ve en gözde sahâbîlerinden biri olan Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr’i Medine’ye göndermek için huzûruna çağırıp, tâlimâtını verdi…

Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ın tâlimâtıyla Yesrib’e gitmek için hazırlık yaparken sevgili hanımı Hazret-i Hamne -radıyallâhu anhâ-, yardımcı oldu. Kocasının sıkıntı ve endişesini giderdiği gibi, ona destek oldu. Birileri ayak bağı olurken, o destek olmuştu. İslâm ile şereflenmiş bir müslüman hanım, her zaman destek olmalıydı. Ama hiçbir zaman ayak bağı olmamalıydı.

Karşılıklı helâlleştiler. Hazret-i Hamne -radıyallâhu anhâ-, gözyaşları ve duâlarla uğurladı kocasını. Peygamber tâlimâtının önemini bildiği için;

“Gitme!” demedi kocasına. Hattâ en ince ayrıntısına kadar yardımcı oldu ona…

Hazret-i Mus‘ab -radıyallâhu anh-, iyi bir eğitimciydi. Güven ve itimat telkin eden bir yapısı vardı. Sabırlı ve metânetliydi. Çok yönlüydü. İslâm’ı çok iyi biliyordu. Çok güzel bir fizikî yapısı vardı. Güzel ve etkili Kur’ân okurdu. Cana yakındı. Beşerî ilişkileri mükemmeldi. Çok sosyal bir yapısı vardı. O kadar güzel ve çok özellikleri vardı ki, saymakla bitmezdi…

«Peygamber Efendimiz -sal­lâl­lâhu aleyhi ve sellem-, neden Mus‘ab bin Umeyr’i gönderdi?» sorusunun cevapları belki bunlar. Ama bu kadarı tam bir cevap olmuyor herhâlde. Bu yüzden her zamanki gibi; «En doğrusunu Allah ve Rasûlü bilir!» diyoruz…

Fakat şu soruyu da kendimize sormadan edemiyoruz: «Bizi böyle bir vazifeye gönderecek olsalar, biz bu işi başarabilir miyiz?» «Neden Mus‘ab?» sorusuna takılıp kalmak yerine; «Ya bizim Mus‘ab adaylarımız nerede?» diye sorsak daha iyi olur diye düşünüyoruz!

Büyük dâvâlar, büyük insanların gayretleri ile sürerdi. Dâvâ, insanı yetiştirir; insan, dâvâsını yaşar ve yayardı…

Hazret-i Es‘ad bin Zürâre -radıyallâhu anh- başta olmak üzere, Medineliler bu çok önemli ve çok özel misafirlerini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Peygamber Temsilcisi olarak yanlarına gelen bu seçkin zâtı karşılamalarından belli oluyordu bu. Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın yanından geldikleri çok olmadığı hâlde, büyük bir hasret ve muhabbetle Mus‘ab Hoca’da O’nun akislerini görmüşlerdi âdeta.

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ı temsilen, O’nun adına Medine’de icraat yapmak üzere gelen Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr’i büyük bir muhabbetle karşıladıktan sonra; Hazret-i Es’ad bin Zürâre -radıyallâhu anh-, onu alıp evine götürdü. Hazret-i Es‘ad bin Zürâre, Medine’nin ilk müslümanlarından olup, Akabe Biatları’nda bulunmuş, Medine’nin önde gelen şahsiyetlerinden biriydi. Yetişmiş insandı yani, sahâbî idi o, sahâbî…

Bugün herkes her şeye talip olduğu için, ciddî bir başarı elde edemiyoruz. Haklıya hakkını vermek gerekir. Herkes her şeyi yapamaz. Öyleyse hangi işi, kim daha iyi yapacaksa, o iş ona verilmeli. Hattâ işini en iyi şekilde bilen kişilerden herhangi bir talep beklemeden işi ehline vermemiz gerekiyor. Peygamber Efendimiz böyle buyuruyor çünkü…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

______________________________________________

1 Mahmûd Şâkir, Gökteki Yıldızlar, s. 804-805.
2 Mübârekfûrî, er-Rahîku’l-Mahtûm; s. 170.
3 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe fî Ma‘rifeti’s-Sahâbe, c. 1, s. 73-74.
4 İbn-i Kayyım el-Cevziyye, Fıkhu’s-Sîre (Peygamberimiz’in Hayatı), s. 228-229.