DÎNİN TERCÜMANI, LİSANDIR!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Dünyaya ve kâinata bakınca ne görüyoruz?

Yüce Allâh’ın yarattığı sayısız varlıkları ve sonsuz hakikatleri.

Bir de;

İnsanları.

Malûm, Cenâb-ı Hak, nice âlemler yarattı. İçlerinde nice sırlar gizledi. Nice mânâlarla doldurdu bütün zerreleri de kürreleri de.

Her varlık, kendi çapı kadar bir idrake mazhar oldu.

Melekler de kezâ.

İnsanlar ise, Cenâb-ı Hakk’ın da beyanı üzere bütün isimleri öğrenmekle şereflendiler. Bütün isimler, kelimeler, mânâlar, anlatışlar, anlayışlar, meleklerin üstünde bir idrâk ve kıymet.

Çünkü;

Tüm melekler kaldı âciz sevginin târîfine,
Verdi esmâdan haber, varlıkta insân oldu aşk!.. (Seyrî)

Âyete buyurulur:

وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُ۫ن۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ

“Allah,

•Âdem’e bütün isimleri, öğretti.

•Sonra onları meleklere arz etti ve

•Şöyle dedi:

‒Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz, şunların isimlerini Bana bildirin!” (el-Bakara, 31)

قَالُوا سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَاۜ
اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

“Melekler dediler ki:

‒Sen’i bütün eksikliklerden uzak tutarız.

‒Sen’in bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur.

‒Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sen’sin!” (el-Bakara, 32)

قَالَ يَٓا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَٓائِهِمْۚ فَلَمَّٓا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَٓائِهِمْۙ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ

“(Yüce Allah, bunun üzerine) dedi ki:

‒Ey Âdem! (Şimdi) eşyanın isimlerini meleklere sen söyle!

Âdem, onların isimlerini hemen meleklere bildirince, Allah buyurdu:

‒Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki Ben bilirim,

‒Aynı şekilde, açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da Ben bilirim, demedim mi?” (el-Bakara, 33)

İşte insanın bütün değeri buradan gelmekte.

Öyle ki yüce Allah, verdiği bu değer etrafında bütün meleklerin insana secdesini emretti. Secde etmeyeni kovdu, ona iblis dedi, şeytan dedi ve onu lânetledi.

İnsana da;

İsimler / kelimeler / mânâlar yanında bir de beyanı öğretti Hazret-i Allah. Yani her şeyi anlatabilmeyi ve anlayabilmeyi ihsân etti, türlü lisanlar bahşetti. Elbette hepsinin fevkinde de bilhassa Kur’ân’ı öğretti.

Bütün bunlar ne için?

Murâd-ı ilâhî âşikâr:

İnsanın yeryüzünde Allâh’ın halîfesi olması için.

Ahsen-i takvîm (varlıkların en güzeli, en mükemmeli) olması için.

«Mârifetullah»ta, yani Allâh’ı aklen ve kalben bilmekte meleklerden de üstün bir zirvenin tecellîsi için.

Bu bakımdan;

İnsandaki lisânın bütün gayesi, Hakk’a tercüman olmaktır.

Nitekim;

İnsanlara, bütün sözlerden daha değerli en edebî eser olarak verilen Allah kelâmı yani Kur’ân-ı Azîmüşşân da, dîn-i mübînin yegâne tercümanı olarak gönderildi.

Bu itibarla;

Düzgün bir lisan, her veçhile çok mühimdir ve düzgün bir îmânın da mutlak şartıdır.

Hakikat ortada:

Allah Teâlâ, Kur’ân’ı göndermeden evvel onun ilk halkasını oluşturacak kimselerin kalbine söz vadisinde büyük bir iştiyak vermiş ve yediden yetmişe herkesi edebî inceliklerle dolu mükemmel bir lisan eğitiminden geçirmiştir. Çöl çadırında yaşayan okuma ve yazması olmayan kimseleri bile lisanda son derece fasih ve beliğ bir seviyeye ulaştırmıştır. Şimdi o seviyenin bugün en gözde üniversitelerde dahî olmadığını söylemek, hiç haksızlık olmaz.

Nihayet;

Böyle bir kıvam ve altı yapı üzerine Kur’ân nâzil olunca, o, herkesin tâ ciğerine işledi. İnanmayanlar bile onun tesiri ve zevki karşısında lâl oldular. Hattâ Ebû Cehil bile, bütün müşrikliğine rağmen gizli gizli gelir Hazret-i Peygamber’in okuduğu Kur’ân’ı kimseye fark ettirmeden dinlerdi. Münkir de olsa, dinlemeden edemezdi. Bugün bilgiç bilgiç tefsir profesörü olup da Kur’ân’ı dinlemekten sıkılanların kulakları çınlasın! Anlasınlar ki, lisanda maharetleri Ebû Cehil kadar da değilmiş. Bu yüzden Kur’ân’ı dinlemek ve onun zevkine varmak bahsinde mahir değiller. Bu yüzden kafaları karışık. Bu yüzden insanların îmanlarını ve kafalarını karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor bildikleri. Dağarcıklarına Kur’ânî kelimeler, ifadeler ve o yüce anlatış dâhil olmamış, neticede mânâlar yerli yerini bulmamış, hep darmadağın. Zaten öylelerinin edebî incelikleri de, en budaklı bir kütükten farksız. Bu durumda, kütük misali bir bilgiçlik ve kelimelerin ulvî inceliklerinden mahrumiyet, yeryüzünün en edebî lisânını dosdoğru idrake yeter mi?

Yetmez tabiî.

Yetmiyor da.

Yetmeyeceği için de, ehl-i küfrün, asırlardır elini bükemediği ehl-i İslâm’a karşı yaptığı en derin mücadele, mü’min nesillerin böylesi bir yetersizlik içinde eğitilmeleri. Hattâ mümkünse hiç eğitilmemeleri. Bu sahada unvan sahibi bilgiçlerin de alt zemininin yanlışlar ve karmaşıklıklar üzerine inşa edilmesi.

Çünkü şeytan ve avenesi, insanlar arasında en büyük kavgayı; lisanlar, beyanlar, kelimeler etrafında tuzaklar kurmak, isimleri bozmak, mânâları saptırmak, ifade ve meramları değiştirmek, hâsılı hak ile bâtılı birbirine karıştırmak hususlarında yoğunlaştırmıştır.

Çünkü daima tecrübe etmiş ve görmüştür ki;

Ne zaman bozulursa lisan,

O zaman bozuluyor insan.

(Seyrî)

Çünkü;

Bozulan bir lisanla beraber insanın düzgün inançları da aynı âkıbete uğruyor. Kelime ve mânâ kaybolunca, hakikatler buhar oluyor. İlmin kendisi bile cehâlet kesiliyor. Bilgiler dumûra uğruyor. Îman kayboluyor, gerçekler kayboluyor, sonunda insan kayboluyor. Onun için Cenâb-ı Hak; önceki ilâhî kitapları, insanların yaptığı tahrifler ve bozmalar sebebiyle geçersiz kılmıştır. Gönderdiği ve bizzat kıyâmete kadar muhafaza edeceği son kitabı Kur’ân hakkında da kelimelerle oynamaya ve değiştirmelere cür’et edenleri lânetlemekte, ayrıca bu son ilâhî kitabında buna izin vermeyeceğini ve kimsenin bunu başaramayacağını îlân etmektedir:

مِنَ الَّذ۪ينَ هَادُوا يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِه۪ وَيَقُولُونَ سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَاسْمَعْ غَيْرَ مُسْمَعٍ وَرَاعِنَا لَيًّا بِاَلْسِنَتِهِمْ وَطَعْنًا فِي الدّ۪ينِۜ وَلَوْ اَنَّهُمْ قَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا وَاسْمَعْ وَانْظُرْنَا لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ وَاَقْوَمَۙ وَلٰكِنْ لَعَنَهُمُ اللّٰهُ بِكُفْرِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُونَ اِلَّا قَل۪يلًا

“(Ey mü’minler!)

•Yahudilerden bir kısmı,

•KELİMELERİ YERLERİNDEN DEĞİŞTİRİRLER,

•Dillerini eğerek, bükerek ve

•Dîne saldırarak (Peygamber’e karşı) derler ki:

‒İşittik ve karşı geldik, dinle, dinlemez olası, râinâ!

•Eğer onlar;

‒İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet, deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı;

•Fakat küfürleri (gerçeği kabul etmemeleri) sebebiyle

•ALLAH ONLARI LÂNETLEMİŞTİR.

•Artık pek az inanırlar.” (en-Nisâ, 46)

فَبَدَّلَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ قَوْلًا غَيْرَ الَّذ۪ي ق۪يلَ لَهُمْ فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِجْزًا مِنَ السَّمَٓاءِ بِمَا كَانُوا يَظْلِمُونَ۟

“Onlardan zulmedenler hemen,

•SÖZÜ,

•Kendilerine söylenenden BAŞKA ŞEKLE SOKTULAR.

•Biz de zulmetmelerine karşılık üzerlerine

•Gökten bir azap gönderdik.” (el-A‘râf, 162)

Nihayetinde;

لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِه۪

“O’nun kelimelerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur!” (el-Kehf, 27)

O’nun kelimeleri;

O’nun ifade ve takdir ettiği kelimeler.

O’nun kelimeleri;

İnsanlığın yegâne şifâsı, reçetesi. Dermana tercüman.

O’nun kelimeleri;

Her türlü huzurun, idrakin ve şuurun kaynağı. Ruhlara ve gönüllere tercüman.

O’nun kelimeleri ki;

Yeryüzünü rahmetle, adâletle, hidâyetle ve merhametle doldurdu. Rahmete, hidâyete, adâlete ve merhamete tercüman.

O’nun kelimeleri;

İnsanlığın gerçek beyanı. En mükemmel iyiliklere ve tarifsiz güzelliklere lisan. Dünya ve âhirette kurtuluş kitâbeleri. İslâm’ı, insanı, hayat ve âhireti en doğru şekilde anlamaya ve idrake tercüman.

Yani O’nun kelimeleri;

Hakk’ın dili, Hakk’a tercüman.

İşte;

Bugün yeryüzünde eski câhiliyye devrinin yeni modern zulümleri altında tekrar can çekişmeye başlayan bir insanlık, bu beşeriyeti tek ihyâ edebilecek olan öyle bir lisâna muhtaç.

Çünkü;

Maddî tekniği yükseldikçe cehâleti artan bilgiçler üreten bâtılın dili, dünyayı cehenneme çevirdi.

Bâtılın, haçlının, siyonistin kullandığı dil, ne kadar yaldızlı da olsa, neler uydura uydura girdiği her yerde düşmanlıklar doğurdu, zulmün en fecîlerini gerçekleştirdi. Vahşetin en rezilini sergiledi. Katliâmların en felâketini yaptı. Dillerindeki demokrasi, insanlık, adâlet ve merhamet gibi mukaddes kelimeleri sadece kılıf ve ambalâj olarak kullandı. Böylece en vahşî canavarlıklarını da âdeta insanlığın çaresi diye göstermeye çalıştı yıllardır.

Lâkin;

Her defasında düştü o maskeler.

Yüz sene önce Çanakkale’de onların canavarlıklarını görünce Mehmed Âkif ne demişti:

Nerde -gösterdiği vahşetle «Bu, bir Avrupalı»
Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi…

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahpe, hakîkat, yüzsüz.

Hâlâ âfet o yüzler.

Onların cilâlı sözleri, ancak maskeleri itibarıyla saâdet, gerçekleri itibarıyla ise sadece felâketlere tercüman.

Bir bakın;

Bir buçuk asırdır dünyanın her köşesine üflenen batı hayranlığının altından son tahlilde daima ne çıktı? Kalın perdelerin ardını görür görmez müslüman coğrafyalarda ne denildi:

Eyvaah! Beş on kâfirin îmânına kandık;
Bir uykuya daldık ki cehennemde uyandık! (M. Âkif)

Dünyanın bugünkü tablosu değişti mi? Hayır! Geçen asırda olduğu gibi, yine aynı:

Feryat ve figanlarla dolu…

Yine maskelerle gizlenecek vaziyette değil.

Her yerde bin bir zulmün enkazlarıyla netleşen sayısız fotoğraflar, her şeyi açıkça gösteriyor.

Câhiliyye devri yeniden hortladı.

Tek farkı;

Modern oluşu.

Nasıl ki câhiliyye devrinde insanın hiçbir değeri yoktu, bugün de öyle. Münkir insanlar hodgâmlaşmış, canavarlaşmış. Tüyler ürpertici nice manzaralarla bir harabe oldu yine dünya. Sırf müslüman oldukları için öldürülen, sürülen, perişan edilen, aç bırakılan insanlar mezbahasına dönen Afrika’da, Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de ve Arakan’da yürekleri dağlayan nice dramlar var…

Her yerde modern bir câhiliyye devri yaşanıyor.

Türkiye’den başka hiçbir yerden doğru düzgün bir ses çıkmıyor. Yahudisi, hıristiyanı, ateisti, hiç kimse vahşetlere karşı gerçek bir ses çıkarmıyor. Her biri ayrı bir hodgâm. Ses çıkarmak bir yana, daha da körüklüyorlar zulmü. Kendi plânlarına, menfaatlerine, yeni çizdikleri haritalara ve kirli emellerine daha uygun geliyor vahşetler. Sürekli maske kullanıyorlar, çirkin ve katil yüzlerini güya kapatıyorlar fakat hangi tabloya baksak haykırıyor:

‒Bu mu merhamet? Gaddarlıktan da kötü!

‒Bu mu insaf? Tam bir vicdansızlık âbidesi!

‒Bu mu demokrasi? Eski sömürgeci kātillerin yeni krallığı!

‒Bu mu çare? En ağır zulümlerden beter!

İşte modern dünya!

İşte medeniyetlerin gerçek yüzü!

İşte insanlık!

İşte batının mundar ve şeytan çehresi!

Ve;

İşte maskeleri yırtan tablolar!

1500 sene önceki cehâletin, zaman zaman ortaya çıkan, yüz yıl önce de belâlar saçarak hortlayan şeklinin işte bugünkü modern tekrarları!

Yıllar öncesinden Mehmed Âkif, câhiliyye tipi kanlı zalimlerin bilgiçlikle süslü yanlı maskelerine baktıkça ne demişti:

Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!
Tükürün Ehl-i Salîb’in o hayâsız yüzüne!
Tükürün onların aslā güvenilmez sözüne!
Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün:

Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!
Hele îlânı zamanında şu mel‘un harbin,
«Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garb’in;
O da Allâh’ı bırakmakla olur…» herzesini,
Halka îman gibi telkîn ile, dînin sesini
Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!..

Hâsılı;

Lisanlar, hak dînin ve hidâyetin tercümanı olacağı yerde bâtılın ve sapkınlığın tercümanı olduğunda insanlar da dünya da harabeye dönüyor. Kimlikler bozuluyor.

Görmeli:

Bir lisânı, türlü bahanelerle zulme tercüman etmek, nesilleri ne hâle getirir?

Kullandığı dili, şanlı ve fâtihan ecdâdına değil rezil ve kahpe düşmanlarına tercüman etmek, bugünleri ve yarınları ne hâle getirir?

Konuştuğu lisânı; kendi bayrağının, kendi vatanının ve kendi hürriyetinin değil de başka bayrakların ve yabancı tiplerin üstelik zulmetme özgürlüklerinin (!) tercümanı yapmak, bu toprakları ne hâle getirir?

Görmeli;

Bütün düşmanlar bir olup dört bir yandan saldırırken yegâne dostu eleştiren lisanlar, kimin tercümanıdır ve onlar bizi ne hâle getirir?

Küffârın tercümanı olan bir lisan, ehl-i îman için doğruluk ve huzur getirir mi?

İşgal altındaki kalelerimizin tutup da kapı tamirini yapıyorum bahanesiyle onları dış güçlere açmaya çalışan ağızların lisânı, neyin ve kimin tercümanlığını yapmaktadır?

Yabanî olan herkesin hücum ettiği değerlerimize, şahsiyetlerimize ve öncülerimize, tenkit hakkını kullanıyor görüntüsüyle ulu orta hücum edenlerin lisânı, hangi tür bir tercümanlıktır? Nasıl bir karakterdir?

Mesele;

Lisanları, cazip görünen zulümlere değil, hor görülse de gerçek adâlete tercüman edebilmek.

Çünkü;

İnsanlık, lisanların; artık gerçek bir merhamete tercüman olmasına daha fazla muhtaç, gerçek bir rahmete tercüman olmasına çok muhtaç, gerçek bir şefkate tercüman olmasına hep muhtaç. Bâtılın bataklığına değil hakkın semâlarına tercüman olmasına ebediyyen muhtaç.

Bunu da;

Gerçek mânâda başaran sadece İslâm ve hakikî müslümanlar olmuştur.

Çünkü;

Sadece hakka tercüman olan İslâm ve onun güzelleştirdiği bir lisan ile eğitim, yeryüzünün en güzel insanlarını yetiştirdi. Onlar dünyaya ancak gerçek merhameti, gerçek hidâyeti, gerçek adâleti ve gerçek insanlığı hâkim kıldılar.

Malûm;

Câhiliyye devrinde insanın hiçbir değeri yoktu. İslâm geldi ve insana gerçek kıymetini verdi. Bir cana kıymayı bütün insanlığa kıymak kadar ağır bir günah saydı. İslâm’ın getirdiği rahmetten sadece insanlar değil, sair mahlûkat bile istifade etti. Efendimiz, karıncaların dahî hakkını korudu ve yanmış bir karınca yuvası görünce hemen müdahale etti;

«‒Kim yakabilir!» buyurdu.

Yavrularını emziren bir kelbi rahatsız etmemeleri için, ordusunu öteden geçirdi.

Yine;

«‒Develerin üzerinde sohbet etmeyin!» diyerek dilsiz mahlûkatın da hâlinden anladı ve onları da korudu.

Bizim medeniyetimiz;

İşte bu şuurla inşa edildi. Gerçek merhametle.

Kanunî, Süleymaniye’yi inşa ederken bir ferman yayınladı. Bu ferman, caminin inşa hizmetlerinde kullanılacak hayvanlara fazla yük yüklenmemesini de ihtiva ediyordu. Koca Sultan, bir gün şeyhülisâm Ebussuud Efendi’ye şiir diliyle sordu:

Güzel bir meyveye düşse karınca,
Günahı var mıdır onu kırınca?

Şeyhülislâmın cevabı şu oldu:

Yarın Hakk’ın huzûruna varınca,
Süleyman’dan alır hakkın karınca…

İslâm, işte böyle.

İşte;

Bunu ve daha nice üstün fazîletlerimizi devam ettirmek için İslâm’a tercüman olan kelimelerimizi, ifadelerimizi, isimlerimizi, mânâlarımızı ve tabirlerimizi yaşamak ve yaşatmak mecburiyetindeyiz.

Dikkat etmeli:

Kur’ânî merkezli nice mükemmel kelimelerimize «eski» yaftasının vurulması ve lisânımızdan onların atılmaya çalışılması nasıl bir tuzaktır? Kur’ân ki, kıyâmete kadar her şeyden daha yeni, daima yepyeni olma özelliğini taşıyan yegâne kitap. Sırf onda geçtiği için lisânımızda kullandığımız hiçbir kelime hakkında kimse «eski» yaftası vuramaz. Maalesef İslâmî kesimden bazı gafiller de bu «eski» yaftasını şuursuzca kullanıyor. Oysa Kur’ânî bir kelime hakkında çaktırmadan «eski» yaftasının vurulması ve bunun da geçerli hâle getirilmeye çalışılması, çok sinsi bir pusudur. Puslu ortamlardan dolayı böyle bir tuzağa bugün ilâhiyatçıların da düşmesi, Kur’ân ilimleriyle meşgul olanların da düşmesi, ne kadar abestir! Köksüz ve uyduruk kelimelerle doldu hutbeler bile. Artık camilerde bile bazı kelimelerimiz, İslâm’ın tercümanlığını tam olarak yapmıyor. Bilgiçlerin kompleksleri yüzünden sadece yabancıların ve cami dışındakilerin hoşuna gidecek ağızlarla yazmak ve konuşmak, âdet oldu. Bu kompleks, kendi rûhumuzu ne kadar yansıtabilir? Bizi ve dînimizi unutturacak lâfları kimse bilmese de herkesi bilir hâle getirmeye çalışan birtakım münkirler, bu işte daha cesaretli ve gayretli. Buna karşılık kendimizi ve İslâm’ı hatırlatacak kelimeleri herkes bilse de kullanmayı birer birer kenara bırakan bazı bilgiç mü’minler de, maalesef bu işte başkalarına özentili ve hareketsiz.

Ama;

Bütün değerimiz, yaratılış sırrımızda da ifade edilen ve ilâhî idrâki sağlayan doğru kelimeler, doğru isimler, doğru mânâlardır.

Tabiî;

Herkes doğrunun kendisinde olduğunu iddia ediyor.

Fakat ispat için;

Kelimelerimizin ve lisânımızın, neyin tercümanı olduğuna iyi bakmalı. Neye «eski», neye «yeni» dediğimize dikkat etmeli.

Bir de unutmamalı ki:

Başımızdaki gözlerden çok beynimizdeki gözler mühim. Onlar da, ancak kelimelerdir. Yani beyinlerimiz, kelimelerle görür her şeyi ve hiç şüphesiz aklımızın gözleri de, ancak kelimelerdir. Fikrimizin, tefekkürümüzün, hislerimizin, gönüllerimizin de gözleri kelimelerdir. Dolayısıyla eğer dağarcığımızda mevcut kelimeler, hakka lisan ise, insan hakkı görür. Şerre lisan ise, ancak şerri görür aklın gözleri. Şerri gören akıllar da, heyhat, hayatı şerden ibaret zanneder. Zulmetmezlerse yaşayamayacaklarına inanırlar da dünyayı enkaza çevirirler.

Bu bakımdan bizim medeniyetimiz;

Zihinleri, akılları, kalpleri ve ruhları, daima hakikatlere tercüman ve göz olacak kelimelerle doldurmuştur. Hakka tercüman olan ifadeleri ve veciz beyanları, daima camilerin, tekkelerin ve evlerin duvarlarına en güzel levhalar hâlinde asmıştır. Tâ ki, hepimize lâzım olan gerçek hidâyet, rahmet, şuur, dirâyet, tefekkür, merhamet ve adâlet hiç kaybolmasın ve böylece insanlık hiç kaybolmasın.

Bir zamanlar;

Bu ölçülerle dünya dili olan lisânımız, gittiği her yere sadece gerçek bir medeniyet götürdü. O gerçek medeniyetimizin kanatları altında her millet, huzur içinde varlığını asırlarca devam ettirebildi. Fakat güç düşmanlarımızın ellerine geçince, onların bizlere revâ gördüğü medeniyet ise, ancak tek dişi kalmış canavarlıklardan ibaret oldu. Onların lisânıyla tişörtlerimize kadar sızan çoğu ifadelerin özeti, bu gençliğin çıldırması için dinamitten farksız sinsi ve kirli lâkırdılar. Merhameti, şefkati ve rahmeti unutturan ifadeler. Cennet ve cehennemi unutturan bir gaflet dünyası.

Bizi o dünyadan vaktinde uyandıran kelimelere ve onları dağarcığında bulunduran şuurlu mü’minlere ne mutlu!

Lisânındaki kelimeler, yaratılışta öğretilen esmâ olanlara ne mutlu!

Dünyada ve âhirette ebedî kazandıran bir dağarcığa ne mutlu!

Yâ Rab!
Nasîb et!
Âmin…