“BİR MİLLETİ DEĞİŞTİRMEK İSTİYORSANIZ, ÖNCE KELİMELERİNİ DEĞİŞTİRİN!”

YAZAR : Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

İnsanoğlu; doğumundan itibaren isteklerini, arzularını ve ihtiyaçlarını başkalarına anlatmak ve toplum içerisindeki diğer fertlerle irtibat kurmak için, doğduğu ve yaşadığı coğrafyaya ait lisânı kullandı.

Allah Teâla Kur’ân-ı Kerim’de

“Ey îmân edenler; Biz, sizi bir erkek bir dişiden yarattık. Hem sizi, tanışasınız diye milletlere, kabîlelere ayırdık…” (el-Hucurât, 13) buyurarak farklı ırklarda ve dillerde yaratılmanın hikmeti olarak tanışmanın ve anlaşmanın önemini bize bildirdi.

Lisan; bir milletin tarihini, kültürünü ve medeniyetini hem bünyesinde yaşayan fertlere hem de diğer milletlere ulaştırabilmesi ve tarih sahnesinde hayâtiyetini devam ettirebilmesi için gerekli bir araç olmuştur. Kendine ait bir lisânı olmayan bir toplum var olamayacağı gibi, lisânı zayıf olan toplumlar da diğer toplumların ve dillerin istîlâsına maruz kalarak tarih sahnesinden silinip gitmişlerdir.

Lisan; bir milletin kültür ve medeniyet alanında tekâmülünü gösteren en büyük ölçüdür. Zira lisânın zenginliği, kültür ve medeniyetin ne kadar yaygınlaştığını ve ilerlediğini gösterir.

Bin yıldır üzerinde yaşadığımız toprakları yurt edinmiş ve adına Anadolu demiş Türkler; bir millet olarak topyekûn İslâm dîni ile şereflendikten sonra, bu dîne sayısız hizmetlerde bulunmuş, âdeta İslâm’ın dünyaya yayılmasında sancaktarlık vazifesi îfâ etmişlerdir. Türkler, yerleşik hayata geçtikten sonra; ilim dili olan Arapça ile edebiyat ve sohbet dili olan Farsçayı alarak kendi kültür değerleri ile mezcederek bugün adına «Osmanlıca» dediğimiz muhteşem bir lisânı meydana getirmişlerdir.

Osmanlı ecdâdımız, fethettiği ve İslâm’ın sancağını diktiği topraklarda konuşulan dillere dokunmamış ve o dillerden kelimeler almaktan çekinmemiştir. Aldığı bu kelimeleri de kendi kültür süzgecinden geçirmiş; gerek telâffuzunu gerekse mânâlarını değiştirerek, kelime dağarcığını genişletmiş ve zenginleştirmiştir.

Osmanlı Türkçesi, bin yıllık medeniyetin ve kültürün birikimi olan bir dildir. Bu büyük ve zengin lisânı kullanmak, mâzîdeki medeniyetimiz ile irtibat kurmak için elimizdeki en kıymetli anahtardır. Ayrıca tarihimizi, kimliğimizi ve kültür mirasımızı idrak etmenin de en mühim vasıtasıdır.

Bu müstesnâ hazinelere ulaşmak için kullandığımız lisânımız; Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla birlikte, milletimizin büyük gayretleri ile kurulan yeni devlette, -güya yenilik yapmak adına- 1928 yılında harf inkılâbı ile büyük bir kıyıma uğramış, asırlardır kullandığımız alfabe değiştirilerek Lâtin harfleri kabul edilmiştir.

1928’lerde başlatılan harf inkılâbı, 1960’lara kadar Osmanlıca bilen nesillerin yaşamasından dolayı çok fazla etkili olamamıştır. Ancak, eski nesiller vefat edince; «dilde sadeleştirme» adı altında yapılan işgal ve imha çalışması tesirini göstermiş ve zengin lisânımızda yer alan kelimeler atılarak dilimiz âdeta kuşa çevrilmiştir. Değişen lisan ile birlikte; medeniyetimiz, kültürümüz ve millî kimliğimiz de büyük yaralar almıştır.

Dünyanın hiçbir yerinde bir milletin kendi kendine yapamayacağı, ancak bir devletin savaş neticesi başka bir devlet tarafından işgal edilmesi veya sömürge hâline getirilmesi durumunda muhatap olacağı ağır müeyyideler bu millete revâ görülmüş, bin yıldır kullandığı lisan değiştirilerek, milletin geçmişi ile olan bağları koparılmıştır.

Osmanlı Türkçesine yapılan bu işgal ve imha plânının asıl maksadı; yeni nesillerin geçmişleri ile olan irtibatını kesmek, kullanılan Kur’ân alfabesinden doğan derin tefekkürü kaynağında boğmak olmuştur.

Bu hususta, durumun vahâmetini anlamak için sahâbeden Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-’ın şu sözünü nakletmek elzem olacaktır:

“Bu ümmetin önce geçen nesilleriyle sonra gelen nesilleri arasındaki irtibat kopmadıysa, dâim ve kāimse korkmayın, bu ümmet hayır ve salâh üzeredir.

Ne zamanki irtibat kopar, sonra gelen önce gelenle irtibatı kaybeder, işte büyük fitne ve belâ oradadır.”

Yapılan harf inkılâbı yüzünden, geçmiş ile bağlarımız bir daha onarılması çok zor bir şekilde kesilmiş; milletimiz kanun ile Lâtin harflerinden okuma-yazma öğrenmeye zorlanmıştır.

Alfabeyi değiştirmekle ile yetinmeyenler; bin yıldır bu milletin millî kimliği ve kültürel değerleri ile yoğurup meydana getirdiği kelimeleri «sadeleştirme» adı altında katliâma tâbî tutmuşlardır.

Bir dile, lisâna yeni kelime eklemek çok kötü bir fiil değildir, aksine bu ekleme dili zenginleştirmektir. Ancak bir hususa dikkat etmek gerekir ki; eklenen kelime ya halkın sesi ve zevkiyle birleşmeli yahut da halkın dilinde kullanılan iki kelimenin izdivâcından meydana gelmelidir. Bu iki hâlin dışında meydana gelen kelimeler, yanlış evliliklerden doğan sakat çocuklar misali olacaktır. Bu sakat doğumlara birkaç örnek verecek olursak; «aygıt, yapıt, ödence» kelimelerini duyduğunuzda meramımız anlaşılacaktır. Bir lisâna eklenen kelimeler, eğer halkın süzgecinden geçerse; «Nasıl oluyor?» diye baktığımızda; kullanılan iki kelimenin birleştirildiğini ve ortaya nur topu gibi yeni bir kelime çıkarıldığını görürüz. «Akarsu, anadili, anayol, bozkır, cankurtaran» gibi kelimeler de bunlara örnektir.

Lisânın «sadeleştirme» adı altında, âdeta kuşa çevrilmesine; devrin münevverleri sert tepki göstermişler, ancak sesleri kimsesizliğe boğulmuştur. Bu konuda üstad Necip Fazıl’ın şu mısraları, bize o günleri anlatmaya yeterli olacaktır:

Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim…

Ya bunlar Türkçe değil yahut ben Türk değilim!

Oysa hâlis Türk benim, bunlar işgalcilerim;

Allah Türk’e acısın, yalnız bunu dilerim!

Altı asır, yedi düvele hükmetmiş; bünyesinde bugün de gıpta ile bakılan şairler ve edipler yetiştirmiş bir milleti; ecdâdının yazısını okuyamayacak hâle getirmek, bu millete yapılmış en büyük kötülüktür.

Ecdâdımızdan intikam almak isteyenlerin, bizden çalıp koparmak istedikleri üç değerimiz bulunmaktaydı:

Birincisi; milletimizi birbirine bağlayan ve kaynaştıran dünyanın en güzel dili…

İkincisi; bin yıldır bizi dünyanın en ahlâklı en medenî ve en adâletli milleti yapan İslâm dîni…

Üçüncüsü ise; tarihimize, kültürümüze ve ecdâdımıza olan sevgimiz ve bağlılığımız…

İlkini; harf inkılâbı ile elimizden alıp, binlerce kelimelik dağarcığımızı birkaç yüz kelimeye indirerek maksatlarına ulaştılar.

İkincisini; modernleşme (!) ve dünyevîleşmeye kurban verdik.

Elimizde bir tek üçüncü kaldı ki, onun da bolca hamâsetini yapıyoruz.

Bugün eskisi kadar münevver ve edipler yetiştirememenin, binlerce yıldır yazılan ve bizlere ulaşan ilmî mirası değerlendirememenin, ecdâdımızın yazdığı kıymetli eserlerin kütüphanelerin tozlu raflarında kalmasının acısını yüreğimizde hissediyoruz.

Bize düşen; yapılanlar karşısında dövünüp, sızlanmak değil, aksine -yeniden- kaybettiğimiz kimliğimizi, dilimizi, lisânımızı canlandırmanın yollarını aramak ve bulduğumuz imkânları sonuna kadar değerlendirmektir.

Şu hususu unutmayalım ki bizler; ecdâdımızın millî ve mânevî değerleriyle bütünleşebildiğimiz ve sahip çıktığımız zaman, onların bıraktığı mukaddes emânetleri şerefle taşıyabiliriz. Ancak bu şekilde kendimize has millî ve mânevî şahsiyetimizi yaşatmış ve yarınlara taşımış oluruz.

Allah Teâlâ, bizleri yeniden tarihin şanlı ve şerefli dönemlerindeki hâlimize çevirsin. Kaybettiklerimizi yeniden telâfi etmeyi ve yeniden büyük bir medeniyet hâline gelmemizi nasip eylesin. Bizleri de bu yolda hizmetkâr eylesin.