BORÇ ÂDÂBI
Şahsiyetli bir insanın borç alma ve verme hususundaki davranışlarının nasıl olması gerektiğini çeşitli vesilelerle ifade etmiştik.
Bu görüşlerimi bir yazıda derli toplu şekilde bir araya getirmek istedim.
Çünkü görüyorum ki, bu mevzuda doğrularla yanlışlar birbirine karışabiliyor.
Evvelâ borç almak meşrû bir şey midir?
Elbette meşrûdur. Zaruret ve ihtiyaç hâlinde bir insan ne yapacak? Elbette ki başkasından yardım isteyeceğine; borç istemesi daha mâkul, daha yerinde…
Fakat ne dedik?
Zaruret ve ihtiyaç hâlinde.
Günümüzde bankalar reklâm yapıyorlar:
Gelin, size bayram kredisi!..
Başvurun alın, size tatil kredisi!..
Kredinin kendisi zaten fâizli borç… Borç bile zaruret ve ihtiyaç yoksa girilmemesi gereken bir şey iken, bir de haram olan fâizlisine girilir mi? Fakat banka oradan para kazandığı için teşvik ediyor. Cahil ve dünyadan habersiz birtakım insanlar da sanki bedava bir şey dağıtılıyormuş gibi, gidip o parayı çekiyor. Ne için? Tatil için, şunun için, bunun için… Hiç de zaruret yahut ihtiyaç olmayan keyfe keder bir şey için alınır mı?
Yeni neslin hevesleri var. Pahalı cep telefonu alacak. Gidiyor borç alıyor. Bunların biraz büyükleri; lüks araba için, lüks ev için borca-harca giriyor. Bunlar doğru şeyler değil.
Zaman zaman ekonomi haberlerinde dile getiriliyor. Şu kadar kredi kartı sahibi var, borcunu ödeyemiyor. Ülkemizin dışarıya şu kadar borcu var. İç borç şu kadar…
Allâh’a şükür ki, yine insanımızın çoğu ayağını yorganına göre uzatıyor da bu reklâmlara vs. bu kadar kapılmıyor. Kanaatkâr yaşıyor. Borca, harca dalmıyor. Aksi hâlde, Allah korusun bütün herkes zarar görür.
Ne için borç almak meşrû olur?
• Adam çocuğunu evlendirecek. İmkânı yok. Tabiî ki alacak…
• Hanımının, çoluk-çocuğunun âcil bir tedavisi var, ameliyatı var; elbette isteyecek…
• Hava soğuk, ısınacak bir şey yok; borca yakacak bir şeyler alır, sonra öder…
• Evde yiyecek bir şey yok, para da yok. Bakkaldan veya birisinden borç alabilir…
• Yangın veya kaza geçirmiş, çok müşkül; ihtiyaçlarını borçla halleder, normaldir…
Osmanlı zamanında hâli vakti yerinde olanların, kendini belli etmeden; bakkala borcu olanların borçlarını kapattıklarını duyuyoruz.
• Mâkul, yerinde bir iş hamlesi yapacak, teşebbüste bulunacak. Geri ödeme plânı tutarlı ve düzgün. Elbette borç alabilir…
Borç almak niçin ancak belirli şartlar altında meşrû?
Çünkü;
Ölümlü dünya…
Yarına çıkacağımızın garantisi yok.
Babam çok anlatırdı:
Hazret-i Ömer’in halîfe olduğu zaman, bayram gelmiş. Herkes çocuklarına yeni ve güzel elbiseler giydirmişler.
Fakat Hazret-i Ömer’in çocuğunun elbisesi eski. Arkadaşları gülmüşler. Çocuk ağlayarak babasının yanına gelmiş.
Yeni elbise almaya da Hazret-i
Ömer’in parası yok. Çocuk ağladıkça acımış, Beytülmâl Emîni’ni çağırmış.
Anlatmış:
“–Çocuk ağlıyor. Gelecek ayın maaşından bir miktar versen de çocuğa bir elbise alsak?”
Vazifeli demiş ki:
“–Yâ Emire’l-mü’minîn! Bir ay daha yaşayacağınıza bana bir teminat verebilir misiniz?”
Hazret-i Ömer titremiş âdeta… Kim garanti edebilir yarına çıkacağını? Vazgeçmiş avanstan.
Her borç, geleceğe dair bir plâna dayanır. «Şöyle yaparım, böyle ederim, bu borcu öderim…» diyorsun. Ya olmazsa? Ya gerçekleşmezse? Ya ömrün vefâ etmezse?
Askerdim. Biraz param var. Bunu da bilen bir asker arkadaş benden borç istedi. «Meşrû sebep lâzım» diyoruz ya, doğru dürüst bir sebebi yok. İzne gidecek; bir elbise alıp da gitmek, orada nişanlısına süslü görünmek istiyor. «Ben dönünce veririm.» diyor. Ben de vermek istemiyorum. Ama; «Yok!» da diyemiyorum. Bir esnaf sözü var:
Veresiye veremem,
Arkandan gelemem,
Gelsem de bulamam,
Bulsam da alamam.
Babamdan dinlediğim bu kıssa geldi aklıma:
“–Arkadaş, gidip de dönebileceğine garantin var mı?
Sonra asker elbisesi bir şereftir, onunla git. Kusura bakma, veremem.” dedim.
Öyleyse ciddî bir zaruret olmadıkça borca bulaşmamalı.
Borç alanlar üç gruptur:
1. Kesin olarak borcunu ödemeye azimli ve kararlı olanlar. Dürüst, temiz insanlar.
2. Tereddütlü olanlar. «Bakarız, olursa plânımız tutarsa öderiz. Yürümezse ne yapalım, ödeyemeyiz!..»
3. Hiç ödeme niyetinde olmadan borç alanlar.
Elbette ancak birinci maddede borç almak câiz olur. Zarurete düşmüş bir kişi; karşılıksız yardım, sadaka alacağına; «Hiç değilse borç olarak alayım, ihtiyacımı göreyim, sonra öderim…» diye borçlanırsa, zamanında ödeme korkusuyla tir tir titrerse, o borç ödenir. Ödeme niyeti olduğundan, Allah da yardım eder.
İkinci maddede, borçlanırken niyeti kötü değil ama borçtan korkmaz; «Durumum iyi olursa öderim. Ödeyemezsem canımı alacak değil ya!» diye düşünür. Mânevî mes’ûliyetini düşünmez. İtibarının kalmayacağını düşünmez. İnsan oruca niyet ederken;
«Tutabilirsem tutarım, tutamazsam yutarım!» derse, o orucu tutamaz. Niyet tam olursa oruç da tutulur, bu misaldeki gibi, ödemeye azimli olursa Allah da yardım eder.
Üçüncüyü ise, daha önce bir vesile ile anlatmıştım:
Bazı esnaf, durumunun kötüye gittiğini fark ettiği hâlde; malzemeci, ham maddeci vb. kişilerden yine veresiye mal çeker. Ödeyemeyeceğini bildiği hâlde, elinde biraz para olsun diye bunu yaparsa, bu hırsızlıktan başka bir şey değildir. Dürüst olmak zarurî. Ödememek niyeti ile borç almak dolandırıcılıktır, ahlâksızlıktır.
Ticarî faaliyetlerim esnasında ikinci ve üçüncü maddeden karşılaştığım insanlar oldu. Bu gibi kişilerin ödemeye kesin niyetli olmadıklarını ele veren bir ipucu vardı:
Rahat tavırları…
Böyleleri pazarlık etmez. Üçe-beşe bakmaz. Vâde üzerinde durmaz. «Nasıl öderim?» diye bir endişe taşımadığı için, fazlaca mal çekmeye hevesli olur.
Tecrübesiz esnaf, böyle alıcıları kıymetli zanneder;
“Adam pazarlık bile etmiyor, indirim için ısrarcı olmuyor. Vâdeyi ileri atmaya bakmıyor. Ne versen alıyor. Oh ne âlâ!” diye düşünür. Hâlbuki bu rahatlık, kötü habercidir.
Gaziantep’te ayakkabıcılık yaparken böyle bir müşterim oldu. Öğretmen bir hanım. Ayakkabıyı kolayca beğendi. Hiç pazarlık etmedi. Söylenen fiyatı doğrudan kabul etti. Fakat son anda;
“–Ben falan okulda öğretmenim. Şimdi param yanımda değil, sonra getirsem olur mu?” dedi.
“–Olur.” dedim. Tahsil görmüş, medenî bir insan… «Olmaz!» deyip güvenmemek esnaflığa sığmaz. Öğretmenlere de saygımız var.
Fakat ne gelen var, ne giden…
Bir gün yolda gördüm. Tanıdım, hemen yanına gidip borcunu hatırlattım;
“–Aaa ben onu unutmuşum… Şimdi üzerimde yok, yarın getireceğim…” dedi.
Yine uğramadı. Tâ adresini bulup evine gitmiş de ancak tahsilât yapabilmiştik.
Borcu önemsememek, büyük bir zaaf. Allah korusun.
Bu tecrübeyi pekiştiren bir hâtıramız:
Gaziantep’te sermaye benden, emek arkadaştan ortak bir ayakkabıcı dükkânımız vardı. Sermaye ortağı olduğum için; benim sözüm, bir derece üstün oluyordu. Ben tavsiye ve yönlendirmelerde bulunurdum.
O dönemde Kilis’ten gelen ve Gaziantep’teki bizim gibi toptancılardan ayakkabı alan bir perakendeci vardı. Bakımlı, giyimine, tıraşına sürekli dikkat eden bir kişi olduğu için Süslü Fazıl diyorlardı. O geldi mi ayakkabıcı esnafı, ona yemek ısmarlamak için âdeta yarışırlardı.
Çünkü yukarıda tarif ettiğim üzere, pek pazarlık etmez, bol bol mal alırdı. Esnafın, satamadığı kıyıda köşede kalmış bir malı olsa, onu teklif etse; Fazıl hemen;
“–Ben satarım onu da ver.” derdi.
Böyle müşteri sevilmez mi? Sevilir tabiî…
Fazıl o malları ne yapardı, nerede satardı? Suriye tarafına mı götürürdü? Hâlen bilmiyorum. Fakat sık sık gelirdi. Haftada bir, iki haftada bir…
Ben bizim dükkâna geldiğimde bir miktar ayakkabının bir köşeye ayrılmış olduğunu gördüm. Ortağa sordum: Fazıl’ın siparişi olduğunu söyledi. Bizim ortak da saydığım hususiyetlerinden dolayı, Fazıl’ı severdi.
Ben tecrübemden hareketle, bu şahıstan endişe ettiğimi söyledim. Ortak ise ona arka çıktı:
“–Hazır böyle müşteri bulmuşuz. Endişe edip de adamı niye kaçıracağız?”
Ben;
“–Her şeye rağmen…” dedim. “Bu adam bana tekin gelmiyor. En azından bir hudut koyalım. Meselâ 3.000 liralık bir limit… O miktardan fazla mal vermeyelim. Hiç değilse, batarsa o miktarın üstüne çıkmamış olur.”
Ortak, kabul etti. Ben dışarı çıktım. Birkaç saat sonra yine dükkâna geldim. Baktım Fazıl da dükkânda oturuyor. Üstelik onun alması için ayrılan mallar biraz daha artmış. Sordum:
“–Bu ne?”
Fazıl cevapladı:
“–Sağ olun, bana 3.000 liralık hak tanımışsınız. Ben de hesap ettim. 3.000 lirayı tamamlamak için daha fazla mal alabilirim. Siparişi artırdım.”
Ortağa içimden kızdım. Biz bunu aramızda konuştuk. Bunu adama söylemek doğru değil ki. Fakat ortağı da mahcup etmek istemedim. Dedim ki:
“–Fazıl Bey! Biz seninle yiyelim, içelim, arkadaşlık edelim. Fakat alışveriş etmeyelim. Sen alışverişini başka dükkânlardan yap!.. Çünkü sen veresiyeyle yani başkasının parasıyla para kazanmaya çalışıyorsun. Biz de aynı durumdayız. İki cambaz bir ipte oynamaz. Onun için, sen işini yap, biz de işimizi yapalım. Ha dostluğumuz bâkî… Yemek yemeye gidelim, arkadaşlık edelim. Amma alışveriş etmeyelim.”
“–Olur.” dedi.
O hazırlananları da vermedim.
Adam da çekti gitti. Pek bozulmadı bile. Çünkü ona mal vermek isteyen çok. Biz vermemişiz onun için çok da önemli değil.
Adam gidince ortak bana çattı:
“–Hazır müşteriyi kaçırdın!”
Ben de ona sitem ettim:
“–Aramızda konuştuğumuz şeyi niye ona söyledin? Sen söyleyince ben de öfkelendim, böyle yaptım.”
Çok geçmedi. Bir sene mi, yedi-sekiz ay mı?!.
Haber aldık:
Süslü Fazıl iflâs etmiş.
Piyasada birçok esnafa bol miktarda borç takarak. Kimisine 3.000, kimisine 5.000, kimisine 20.000…
Neredeyse bizden başka alacağı olmayan esnaf yok.
Ortağa dedim ki:
“–Bak gördün mü? O zaman bana sitem ettin. Fakat ben o adamın tavırlarından, sonunun böyle olacağını sezdim. Onun için önce sınırladım, sonra da tamamen kestim.”
İpucu o rahat tavırdı. Onun rahatlığı beni rahatsız etmişti.
Borcu kesin olarak ödemek azminde olan kişi, endişe duyar. O borcu az tutmak için; ya pazarlık eder ya alacağı malı mahdut tutar. Ne verilirse ne teklif edilirse, rahat bir şekilde almaz. «Ben bunu satamam arkadaş.» der. Üzerinde düşünür, taşınır. Çünkü her biri ödenecek bir borçtur.
Fakat ödemeye pek niyeti yoksa yahut çok da önemsemiyorsa; olursa olur, olmazsa ne yapalım tavrında ise bu, alışverişine yansır.
Bu da bir tecrübemiz, sizlere bir hayat notumuz…
Hulâsa edersek;
Bir insan gelirine göre giderini ayarlayacak. Eğer gideri gelirini aşarsa, o insan er veya geç ahlâksız olur. Çünkü giderlerini karşılamak için ya fâizli borç demek olan krediye bulaşır yahut da eşten-dosttan borç ister. Onu da ödeyemez hâle gelince ahlâksızlığa düşmüş olur.
«Normalde iyi bir insandı, böyle bir şey yapmaz!» dersiniz. Fakat zamanında kanaat etmeyen, tedbirini almayan; yavaş yavaş yanlışlara alışır. Allah muhafaza eylesin.
Bunları anlatırken, kimseyi incitmek de istemeyiz. Dünyanın türlü türlü ahvâli var. Maddî olarak krize düşmek, işi bozulmak insanın başına gelebilir. Borcunu gerçekten çok istese de ödeyemez bir duruma da düşebilir.
Ben hocaefendilerden şöyle işittim:
Bir insan gerçekten borçlarını ödeyemez hâle düşerse, iflâs ederse ne olur? Diyorlar ki:
“Böyle bir kişinin, kifâyet miktarıyla geçinmesi lâzım. Asgarî miktarla geçinip, eline geçen fazlayla borçlarını ödemeye niyet ve gayret eder. Bu vaziyette, emr-i Hak vâkî olursa, Allah o ödeyemediklerini inşâallah affeder.”
Fakat günümüzde böyle olmuyor. «Adam battı.» deniyor; «İflâs etti.» deniyor. Bir müddet ortadan kayboluyor. Alacaklılar ümidini kesiyor. Fakat o adam, hayat standardını hiç de düşürmüyor. Yine altında araba, yine tatil, yine lüks yaşantısından taviz vermiyor!.. Olmaz… O borçların hepsi kul hakkı olarak amel defterine yazılacak…
Şehidlik bile borçları sildirmez. Çünkü kul hakkı önemlidir.
Bu hususta Peygamber Efendimiz’in şiddetli îkazları var:
“Mü’minin rûhu, ödeninceye kadar borcuna bağlı kalır.” (Tirmizî, Cenâiz, 74)
O kadar ki, Peygamberimiz; borçluların borcu ödenmedikçe cenâze namazlarını kılmazdı. Maddî durumu elverdiğinde ise kendisi ödemeye çalışırdı.
Borcunu ödeyebilecek durumu olduğu hâlde ödememek de zulümdür:
“Zenginin borcunu ödemeyi ertelemesi zulümdür.” (Buhârî, Havâlât, 1, 2, İstikrâz 12)
Bütün bunlardan borç almaktan uzak durmayı tavsiye ettiğimiz anlaşılıyor. Fakat hâlini arz eden bir kişiye borç vermekten uzak durmayı tavsiye edemeyiz.
Çünkü karz-ı hasen, güzel bir borç vermek; dînimizin çok kıymet verdiği bir ibâdettir. Meşrû ihtiyacı olup da durumu olmayan insanlara borç vermek, ödeyemezse kolaylık gösterip ertelemek, hattâ helâl edivermek çok güzel bir cömertlik misalidir. Allah katında ecri çoktur.
Bu hususta da şu hadîs-i şerifleri zikredelim:
“Satışta, alışta ve borcunu istemekte kolaylık gösteren kimseye Allah rahmet etsin.” (Buhârî, Büyû‘, 16)
“Kıyâmet gününün sıkıntılarından Allâh’ın kendisini kurtarmasından hoşlanan kimse, borcunu ödeyemeyene mühlet tanısın veya ondan bir bölümünü indirsin.” (Müslim, Müsâkât, 32)
“Bir kimse darda bulunan borçluya mühlet verir veya borcunun bir kısmını ya da tamamını bağışlarsa; Cenâb-ı Hak o kişiyi, başka gölge bulunmayan kıyâmet gününde Arş’ının altında gölgelendirir.” (Tirmizî, Büyû‘, 67)
Bu hadislerdeki borçlar da İslâm âlimlerine göre, hep meşrû sebeple alınmış borçlardır.
Beni duygulandıran bir hikâye vardır:
Gurbetçi talebeler bir evde kalıyorlarmış. Evlerinde hiçbir şey kalmamış. Harçlıkları da bitmiş. Aç kalmışlar. Akşam olmuş yatmışlar, fakat aç karnına uyku tutmamış. Gece yarısı olmuş.
Demişler ki;
“Çıkalım, açık bir dükkân bulursak borç isteyelim. Harçlığımız gelince öderiz.” diyelim.
Çıkmışlar. Lâkin gecenin o saatinde bir meyhaneden başka bir yer bulamamışlar. Bakmışlar demlenen 2 müşteri var, bir de onları bekleyen meyhaneci…
Gitmişler yanına, anlatmışlar dertlerini:
–Biz şu sokakta, falan evde oturan talebeleriz. Böyle böyle, biz aç kaldık. Bize yiyecek bir şeyler versen, harçlığımız gelince öderiz.
Adam da bir şeyler vermiş.
Gençler gitmişler evlerine. Karınlarını doyurmuşlar.
Ertesi gün, kapıları çalmış. Açmışlar bakmışlar ki, dünkü meyhaneci!.. Demişler ki:
–Biz hemen yarın veririz, dememiştik. Daha gelmedi harçlığımız. Bize biraz mühlet ver amca!..
Adam demiş ki:
–Ben onun için gelmedim çocuklar. Ben dünden beri düşündüm taşındım:
Ben orada meyhanecilik yapacağım, siz burada aç kalacaksınız! Benim gönlüm buna râzı olmadı.
Mahallemde böyle gençler var. İlim tahsil eden talebeler var. Ben oturmuşum meyhanede sarhoşların başını bekliyorum. Meyhaneyi kapattım geldim. Bundan sonra da açmayacağım! Size söz veriyorum!
Gözyaşlarıyla tevbe etmiş.
Bu hikâye çok hoşuma gider.
Gençlerin samimî bir şekilde, borç istemeleri bile, o adamın gönül dünyasında ne fırtınalar uyandırmış!.. Âdeta bir tebliğ olmuş. Çünkü dilenmiyorlar. Borç istiyorlar. Samimîler.
Borç alıp vermekle alâkalı mühim bir husus da, borcun yazılmasıdır. Cenâb-ı Hak, bunu emretmiş. Piyasada; çek-senet, fatura birtakım yazılar oluyor. Fakat bugün bilhassa eş-dost, akraba arasında bu kaydetme işi ihmal ediliyor. Hâlbuki; dînin emridir, utanacak çekinecek bir durum yoktur. Ölümlü dünyada, geride nizâ bırakmamak lâzımdır.
Cenâb-ı Hak, kul hakkına girmekten muhafaza eylesin. Cümle borçlulara güzelce edâlar, hastalara şifâlar, dertlilere devâlar nasip eylesin.
Âmîn…