HAK TERAZİSİ -1

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

DOSDOĞRU TART!

Âhirzaman bu;

Her türlü rüzgâr her yerden şiddetli kasırgalar hâlinde esiyor.

Ortada;

Cılız ve zayıf duran ne varsa önüne katıp toz gibi oradan oraya fırlatıyor.

Bir yanda;

Dünyayı kasıp kavuran savaşlar ve katliâmlara karşı korumasız vaziyette nice yetimler, öksüzler, sahipsiz cenazeler, vîrâne şehirler ve kimsesiz yıkık haneler… Kan ağlayan harabeler…

Diğer yanda;

Bu tabloların aynı fecaatlerle bir de ruh dünyalarında yaşanması, gönüllerde meydana gelmesi, akıl ve idraklerin darmadağın olması ve her gün yeni eklenen mâneviyat dramlarıyla inleyen bir insanlık âlemi.

Biri ârif, biri mümtaz iki delikanlı oturmuş, dertleşiyordu. Biri kendini yetiştirmiş, diğeri ise kâfî bir eğitimden ziyade kulaktan dolma bilgiler, dış dünyadan şırınga edilen virüslü fikirlere muhatap kalarak yetiştiğinden, öz kimliği itibarıyla zayıf durumdaydı. Müfekkiresi ve dirâyeti, idraki ve şahsiyeti itibarıyla henüz cılızdı. Her fırtınanın estiği tarafa doğru çelimsiz bir ot misali bükülüyordu. Arkadaşına kendinden şikâyetlendi:

‒Niye ben böyleyim?

En candan bir kardeş sıcaklığıyla bakan gözlerin sahibi gönül lisanı ile basîretli bir cevap verdi:

‒Bu şekilde değil de, şöyle desen daha iyi değil mi: Ben böyle değil, şöyle olmalıyım.

‒Niye?

‒Çünkü sen, bütün dünyaya denge ve nizam kazandırmış ve müstesnâ bir adâlet ve merhamet tarihi yazmış şanlı bir neslin mensubusun. Sen evlâd-ı fâtihansın. Sen Yûnuslar bahçesinde yeşeren bir fidansın. Sen, Mevlânâların dergâhı olan bir memleketin temel taşısın, mihrap ve minber sanatısın. Kubbe kubbe ufuklara açılan mührüsün. Çünkü sen Şâh-ı Nakşibendler ikliminde mâneviyat hilâlisin. Çünkü sen Ebussuudlar halkasında okunan ilmin en güzel bahsi ve en derin mevzuusun. Sen Hüdâyîler kervanında mübârek bir gönül erisin. Sen surre alayları ile mukaddes topraklara koşan bir rûhun, kudsî bir aşkın ardında aynı davete mazhar bir muhâcirsin, ensarsın. Çünkü sen hem zâhirde hem de bâtında muzaffer dedelerinin şerefli bir torunusun. Çünkü sen, yeryüzünün yegâne ve tek ilâhî kitabı olan Hazret-i Kur’ân’ın, kendini henüz bilmesen de en sağlam ehlisin. Onun yine yaşayış destanı olmaya en güzel namzetsin. Çünkü sen, insanlığın başı ve sonu olan O emsalsiz Peygamber’e, Hazret-i Muhammed Mustafâ’ya ümmet olmaya mazhar bir bahtiyarsın.

‒Ne kadar güzel söyledin ey ârif dost! Kalbim hareketlendi, rûhum kanatlandı. Tefekkürüm dirildi. Ancak dünyaya baktığım zaman o kadar dağınık fikirler, o kadar kördüğüm olmuş akımlar, o kadar çelişkili anlayışlar ve kötürüm yaşayışlar var ki, çoğu zaman kafam karışıyor. Kim doğru, kim yanlış, ayırt etmekte güçlük çekiyorum. Ne yapmalıyım bu durumda?

‒Öncelikle, bu dikkatli oluş çok isabetli. Bir uyanış bu.

‒Nasıl yani?

‒Çünkü bu, özümüzün ve inancımızın şuura ve dirâyete döndüğü bir nokta. Bu, üzerinde yaşadığımız toprakları ebedî vatan yaptığımız bir ruh. Her varoluş ânında devreye giren bir ilâhî enerji bu. Bütün gerçekleriyle yaşadığımız 15 Temmuz rûhu da tamamen bu. Sene-i devriyesini idrak ettiğimiz 15 Temmuz 2016 kalkışma hareketinin bertaraf edilmesinde rol oynayan o asıl ruh, işte bu. Yaratan kudretin, o gece, bütün gönüllere tekrar üflediği ilâhî bir nefha bu.

O gece;

Cumhurbaşkanımızın çağrısıyla birlikte bütün bir millette şahlanan o ruh ve o ilâhî nefha, Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarında olduğu gibi yediden yetmişe herkesin akıl üstü fedâkârlıklar ve cesaretler sergilemesinin yegâne hamlesiydi. O gece, nice canlar ve civanlar kurban ederek bu cennet vatana sahip çıkan şanlı bir milletin rûhuydu o. İşte böyle bir ruhla o gece verilen ikinci kurtuluş mücadelesi, çok şükür ki, yüce Allâh’ın lutfuyla zaferle neticelendi. Yine hilâl ve yıldızımız, haçlı emeller karşısında galip oldu ve düşmanın plânladığı esaret çukurlarına yuvarlanmadı elhamdülillâh. Yine şehid kanlarıyla sulanan al bayrağımız, bu şafaklarda hür bir şekilde yüzmeye devam etti. Hem de daha kudretli bir şekilde dalgalanıyor artık. Kıyâmete kadar devam etsin inşâallah.

‒İnşâallah.

‒Şimdi ey mümtaz kardeşim, her şey ortada. O gece bir kez daha şahit olduk: Kim doğru kim yanlış ise, en zifirî karanlıkta bile nihayet gün gibi âşikâr olmadı mı?

‒Oldu.

‒Demek ki, hiçbir rota, girift filân değilmiş, tabiî eğer basîretle adım atarsan. Ama unutma: Bu basîretin, yani doğru ile yanlışı birbirinden tefrik etmenin en geçerli ve gerekli bir şartı vardır. O da, iç dünyamızda aldanmaz gözler açtıran ve en ışıksız karanlıklarda bile hak ile bâtılı birbirinden ayırt ettiren bir haslet olarak tertemiz bir takvâdır, çok içten bir ihlâs sırrıdır. Bunun gönle yerleşmesi ise, pırıl pırıl bir ilâhî muhabbete bağlıdır. Muhabbet de «mârifetullâh»a.

‒Girift değil dedin ama o kadar çok şey söyledin ki!

‒Çok değil aslında. Bunlar salim bir aklın ve selim bir kalbin temel ayarları. Yani Hak terazisini kullanabilmek için lâzım olan en mühim ve olmazsa olmaz özellikler.

‒Anladım. Peki, bunca gruplar, hizipler, anlayışlar? Hangisi doğru?

‒Sen de hepsini, bahsettiğimiz özelliklere sarılarak Hak terazisine koy! Hepsine, orada tartarak bak! Ama dosdoğru tartmak için bilesin ki, o terazinin ayarı da dengesi de, kendisi de, ancak Kur’ân ve Sünnet’tir. Çünkü tüm yüce hakikatler, Kur’ân ve Sünnet terazisine bağlıdır. Hiçbir ilâhî hakikat; asla bizim durduğumuz yere, akıma ve yaklaşıma göre oluşturduğumuz anlayışlarımıza ve şahsî yorumlarımıza göre ifade edilemez. Yani bütün çözümler, çareler ve gerçekler, sadece Kur’ân ve Sünnet terazisinde ilâhî ayar ve dengeden ibarettir.

‒Biliyorsun henüz Kur’ân ve Sünnet bahsinde zayıfım. Sen söyle, benim bahsettiğim hususta ne diyor o terazi? Net mi?

‒Çok net. Diyor ki:

‒Âhirzamanda ortaya çıkan onca tezatların, gidişatların, yaklaşımların tamamı:

73 FIRKA…

Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

“‒İsrailoğulları 72 fırkaya ayrılmıştı.

•Ümmetim ise,

•73 fırkaya ayrılacaktır.

•Bir tanesi hariç, bunların tamamı ateştedir.

Ashâb-ı kiram sordu:

‒Yâ Rasûlâllah! O kurtuluşa eren fırka kimlerdir?

Allah Rasûlü, açıkça beyan etti:

‒Benim ve ashâbımın üzerinde olduğu şeyden, (bizim yolumuzdan) ayrılmayanlardır!” (Tirmizî, Îmân, 18)

73 fırka…

Acı bir hakikat. Kurtulacak olan sadece bir fırka.

Fakat;

Herkesin iddiası, kendisinin o fırka olduğu yönünde. Kimse o 72’den biri değil.

Öyleyse şu âşikâr:

Bu hüküm, insanların iddialarına göre değil, ilâhî teraziye göre müseccel.

Çünkü ancak ilâhî terazi bir ayna misali. Neyin ne olduğunu gerçek mânâda o gösteriyor sadece.

Hak olmayan fırkaların iddialarına bakmıyor o terazi. Bakıyor o iddiaların sahipleri kiminle dost ve ne yapıyorlar? İrşad mı, ifsad mı ediyorlar?

•Eğer, ilâhî gazaba uğrayanlarla sarmaş dolaş da, ehl-i İslâm ile düşmanlık içinde iseler;

•Eğer şeytanlara hürmetler içinde çiçekler takdim ederken mübârek İslâm şahsiyetlerini istihkar ile taşlıyor iseler;

•Eğer irşad ediyor gözüküp de saf dimağları ve halkı yanlış fikirlerle, inanç bozuklukları ile ve Allah hakkında ve sonsuz geleceğe dair sû-i zanlarla ifsad ediyor iseler;

Hüküm şu oluyor:

اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ تَوَلَّوْا قَوْمًا غَضِبَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مَا هُمْ مِنْكُمْ وَلَا مِنْهُمْ وَيَحْلِفُونَ عَلَى الْكَذِبِ وَهُمْ يَعْلَمُونَ

“(Ey müslüman!)

•Allâh’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu

•Dost edinenleri görmedin mi?

Onlar;

•Ne sizdendirler, ne de onlardan.

•Bilerek yalan yere yemin ediyorlar.” (el-Mücâdile, 14)

وَيَحْسَبُونَ اَنَّهُمْ عَلٰى شَيْءٍ اَلَا اِنَّهُمْ هُمُ الْكَاذِبُونَ

“Onlar;

•KENDİLERİNİN BİR ŞEY (HAKİKAT) ÜZERİNDE OLDUKLARINI SANIRLAR.

•İyi bilin ki onlar,

•Gerçekten yalancıdırlar.” (el-Mücâdile, 18)

Bu tipler, ekseriyetle kütüphane güvesi olarak çalışan gafillerden çıkıyor. Sayfaları ve bilgileri tahrip edici bir şekilde kemirmekten dolayı çıkardıkları seslere bakıldığında en yakışan tabir şu:

BİLGİÇ AĞZI, ŞEYTAN SAZI…

Bilgiç bir ağız, kendisini daima;

‒En doğruyu bir tek ben söylüyorum, şeklinde reklâm eder. Ona göre, bütün eğrileri düzelten yegâne ağız güya kendisindedir. Oysa;

En ciddî meselelerde bile konuşmaları, şımarıkça ve saygısızcadır.

Lâubâlîdir.

En değerli İslâm büyüklerini bile maksatlı bir şekilde küçümseyicidir.

Kendi medeniyetinin değerlerini hor görmek ve istihkar etmek, bilgiç ağzının yegâne maharetidir. Ümmet-i Muhammed’i yücelten güzel ahlâkları aşağılamak, temel felsefesidir. Maalesef ki, yüce dînimizin ve Kur’ân’ımızın bizlere kazandırdığı üstün fazîletlerimize karşı da bütün yaklaşımları;

Metodik ve akademik tuzaklar içinde hakaretçidir.

Çarpık dillidir.

Karalayıcıdır.

Üstelik bu durumlarını, ilâhî gerçeğin âbidesi olmak, İslâm’ı doğru anlamak şeklinde telâkki etmesi ve özellikle böyle göstermeye çalışması da, ayrı bir garâbet, garip bir gaflet, bilgiç bir cehâlet ve bazen de kim bilir hangi sapık felsefenin maksatlı bir stratejisidir!

Yoksa bilgiç ağızlar;

Kâfirleri bırakıp da gece gündüz müslümanları taşlar mıydı?

Öyle tipler, malûm;

Şeytan taşlar gibi sadece mü’min­leri taşlıyorlar, güzel gönülleri taşlıyorlar, İslâm’ı takvâ ölçüleri içinde yaşamaya çalışanları taşlıyorlar ve dışlıyorlar. Onların gözünde hep müslümanlar suçlu, hep kâfirler masum. Hep müslümanlar lânetli, hep gâvurlar rahmet içinde.

Ne garâbettir ki, bu çerçevede bir bilgiç ağız olan Abdülaziz BAYINDIR, kelimesi kelimesine şöyle diyor:

“Bizim elimizde bu Kur’ân olmasına rağmen bu Kur’ân ikinci plâna atıldığı için yeryüzünde azap gören toplum İslâm âlemidir. Niye batı görmüyor? Niye? Ellerinde, Kur’ân’ı götürelim onlar da uymasın, onlar da aynı duruma gelirler.”

Devam ediyor âyet-i kerîmeyi âlet ederek çarpık yorumlar içinde bütün Müslümanları karalamaya:

“Onların cezası şu:

Allâh’ın lâneti onların üzerindedir.

Ne?

Allah onları dışlar. Melekler onları dışlar. Tüm insanlar.

BUGÜN TÜM İNSANLAR, MÜSLÜMANLARI DIŞLIYOR MU, DIŞLAMIYOR MU?

BUNU BİZ HAK ETMİŞ DURUMDAYIZ.”

Ne biçim lâkırdı bunlar?

Allah Allah!

Müslümanlar lâneti ve dışlanmayı hak etmiş. Allâh’ın lâneti, meleklerin lâneti ve tüm insanların lâneti, hep müslümanların üzerinde imiş!

Bu nasıl bir aşağılama?

Nasıl bir aşağılık duygusu? Hiç böylesine bozulmuş duygularla ilim adamlığı yan yana gelir mi?

Güya bunları, Kur’ân’ı birinci plâna alalım diye güzel bir niyet kılıfı içine koyuyor da söylüyor. Hangi kılıfla ambalâjlanırsa ambalâjlansın; bu cümlelerin, İslâm karakteriyle hiçbir alâkası var mı? Müslümanı ve İslâm büyüklerini kucaklamayan kollar, acaba kimlerle kucaklaşıyor? Kâfirlerin azap dışında kaldıklarını ve bununla âdeta onların nimete uygun yaşadıklarını söyleyen kimsenin ağzı, şeytan sazı değil de nedir?

Zaten o sazı kendi ağzı yapan kişilerin ilk yaptıkları işlerden biri:

İSLÂM ŞAHSİYETLERİNİ KÜÇÜMSEMEK…

Bunu, bilgiç akademisyenlerden Abdülaziz BAYINDIR, çokça yapıyor. Abartarak tahkir ediyor kıymetli şahsiyetleri.

Kendince ters bir mantık uydurduğu her büyük zata rahatça dil uzatıyor.

Bu cümleden olarak;

Zamanımızın seçkin mutasavvıflarından olan ve kendisi, kendi hakkında;

“Ne İslâm ahlâkının ne de tasavvufî âdâbın hiçbir şekilde tasvip etmeyeceği; gurur, kibir ve şöhrete zemin hazırlayan ve reklâm edercesine yapılan övgü ve yüceltmelerden rahatsız olduğumu, Kur’ân ve Sünnet ölçüleri dışına taşan her şey gibi, şahsıma gösterilen «aşırı muhabbet ve hürmeti» de son derece mahzurlu bulduğumu, tekrar ve açıkça ilân ederim.” diyen Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi’nin «Bir Testi Su» adlı eseri hakkında da ondaki bir kıssadan yola çıkarak ileri-geri konuşuyor.

İlk baskısı 1996’da yapılan «Bir Testi Su» adlı kitabın 2015 baskısını eline almış ve;

‒Daha yeni, yepyeni…” diyerek;

Eserden bir yeri cımbızlıyor. Eviriyor, çeviriyor. Sonra kitaptaki meseleyi anlatıldığı çerçeve ve alâkasından koparıyor. Olmayacak bağlantılarla işi karıştırıyor, mânâları bulandırıyor ve kendince bir tablo oluşturmaya uğraşıyor. Dıştan bakarsanız, çok masum bir şekilde, güya yorum hakkını kullanıyor. Fakat doğruculuk kılıfı içinde eğri bir yol tutturuyor.

Üstelik kaba bir istihkar edâsı ile.

Lâkin değerlendirme yaptığı kitabın ön sözünü bile hiç okumadığı, muhterem müellifin 1 Ramazan 1416/21 Ocak 1996 olarak attığı tarihi görmemesinden ve eseri yeni zannetmesinden belli. Pek de mühim değil onun için. O, söylemek istediği yaftaların derdinde. Şuradan başlıyor:

“Kim bu Şâh-ı Nakşibend? Allah dostu olduğuna kim karar vermiş?”

Ardından;

Kitabın kapağına bakıyor ve Mevlânâ Hazretleri’ne karşı da kendi anladığını ve sıçratmak istediği çamuru yapıştırmaya kalkıyor.

Sonra;

Yine yorum yolunu kullanarak Said Nursî Hazretleri’ne çatıyor.

Elbette;

Kimin Allah dostu olduğunu kesin olarak yüce Allah bilir. Ümmetin hüsn-i zan içerisindeki ittifakı da, bu hususta güzel bir şahitliktir. Şimdi bu güzel şahitlikler meselesinde, iyi niyetli bir müslüman, hiç rahatsız olur mu? Ümmetin yanlışta ittifak etmeyeceği hadîs-i şerifte (İbn-i Mâce, Fiten, 8) bildirilmiyor mu? Bildiriliyor da, fakat Bayındır’ın doğru konuşur gibi yaparak bu işi, vardırdığı şu düşmanlığa bakın:

“Yanlışta ittifak bu imkânsız. İki kere iki dört. Mezheplerin hepsi yanlışta ittifak etmişler. BİRİSİ BUNLARI ONA YAPTIRMIŞ. BİR KONSİL GİBİ.”

İftiradan beter bir iddia.

Bilgiç ağzında zehirli bakla!

Hıristiyanlığın başına gelen bozulmayı, İslâm’ın da başına gelmiş göstermek, yahut öyle görmeye uğraşmak, bu yönde her türlü yakıştırmaya da müsait olduğunu belirtmek istercesine bir hırçınlık ve hınç doluluğu.

Toprağı bol olsun, öldü gitti, Yaşar Nuri ÖZTÜRK vardı.

Onunla yakın tanışıklığı olan bir akademisyen şunu aktarmıştı:

‒Bir gün bana dedi ki: Arkadaş, aslında abdesti de inkâr edeceğim de henüz ortam müsait değil.

Yani;

Kendi itirafına göre, millet henüz o kadar cahil olmadığı için bu iddiasını geride bekletiyor.

Bilgiç ağızlar böyle maalesef.

Kimi sağdan yaklaşır, kimi soldan, ama aynı şeyi yaparlar.

Îmânı ve Müslümanlığı coşturacakları yerde, tırpan vurmak için ellerinden geleni artlarına komazlar.

Biraz insaf:

Mevlânâ Hazretleri’nin vefatından 7 asır geçti.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nden sonra 6 asır geçti.

Ne mutlu ki, hâlâ;

Onların irşadları devam ediyor. Binlerce insan, onların vesilesiyle hidâyetle buluşuyor. İslâm’a ve Kur’ân’a sarılıyor. Bir akademisyen olan Muhammed Hamîdullah’ın şu tespiti ne kadar vefâlı:

“Mevlânâ yahut İbn-i Arabî Hazretleri gibi mutasavvıfların eserleri, bizim ilmî ve akademik izahlarımızdan çok daha tesirli olmakta… İslâm’a girenlerin ekserîsi tasavvuf vesilesiyle İslâm ile müşerref olmakta…”

Tabiî, bilgiç ağızlar bunu kabullenmek de istemez, anlamak da. Onlar, sâlih şahsiyetlere böyle minnettar, müteşekkir ve takdirkâr ifadelerin aksine ellerinde kirli bir şeytan sazı, durmadan istihfaf yüklü cümleler sarf ederler.

Ne diye?

Kim bilir nimet içinde gördükleri gâvurlara yaranmak için mi, başka bir şey için mi, kalbini yarıp bakmadığımızdan dolayı bilmemiz mümkün değil. Fakat ortada, İslâm’ı ve müslümanları zayıflatmak, mü’min toplumları mâneviyatsızlaştırmak, bilhassa köklerinden koparıp da kuru bir iskelete çevirmek gibi bir strateji olduğunu görebilmek, kolayca mümkün.

Bu yöndeki felsefeleri; hayli bayağı, çok ucuz ve virüslü.

Ona göre;

•Bütün tarîkatler kötü ve dışlanmalı.

•Bütün mezhebler kötü ve dışlanmalı.

•Bütün müslümanlar lânetli ve azaba uğramış vaziyette.

•Kâfirler ise ellerinde Kur’ân olmadığı için azaptan muaf durumdalar.

Daha neler?

Kim kaldı koca bir İslâm dünyasında? Ona göre hiç kimse! Zaten konuştuğu bir mevzuda sözüm ona bir gerçeği anlatırken bütün egosunu ifşa ediyor. İşte birebir ifadeleri:

“Bu görüşte olmayan, kendine İslâm diyen bir tane âlim çıkarın gösterin bana bakalım. Bir tane gösterin Allah rızâsı için bir tane gösterin. İkincisini sormuyorum ben size. Öyle son zamanlarda çıkıp da politik fetvâ veren hocaları kastetmiyorum.”

Yaklaşım tarzına bak!

Bahsettiği mevzuda doğru noktada olan bir tane âlim yok milyarlık bir müslüman âleminde. Bir de ikincisini zaten sormuyormuş, bir tane bile yokmuş ki! Bu, hangi psikolojidir? Sadece kendisi meselenin farkında. Ama kendisinden başka o meseleyi doğru bilen bir tane bile âlim yok ona göre.

Bu ne kibir böyle?

Bu nasıl bir büyüklenme?

Bu ne saygısızlık!

Acaba o müslüman ağzı, nasıl oldu da o denli bir şeytan sazı hâline geldi?

O şeytan sazı;

İlmî hassasiyete de sahip değil. Çünkü Hazret-i Mevlânâ’ya sıçratmaya çalıştığı çamur, onunla aynı kafada olanlar tarafından Mesnevî’nin 5’inci cildinin ön sözüne katılmaya çalışılmış olup Mevlânâ’ya ait olmayan lâkırdılardır. Malûmdur ki, Mevlânâ’dan sonra bir 7’inci cilt bile yazmaya kalktılar. Birileri bunu yaptı diye o mübârek şahsiyetin karalanması doğru mu?

Mesnevî’nin bütünü ilmî gözle ve insafla incelendiğinde görülecektir ki içindeki bütün dert, insanları Kur’ân’ın eşiğine getirmek. Hazret-i Peygamber’in eşiğine ulaştırmak. Bu noktada Hazret-i Mevlânâ’nın beyanı çok açık:

“(Herkes bilsin ki);

‒Bu can,

‒Bu tende olduğu müddetçe,

•Kur’ân’a kulum, köleyim;

•Muhammed Muhtâr j’in yolunun toprağıyım…

‒Birisi benim söylediklerime dair, bundan başka bir söz naklederse,

•O kişiden de şikâyetçiyim,

•O sözden de şikâyetçiyim…”

Mübarek zât, asırlar ötesinden ısrarla bu cümleleri söylerken, asırlar sonrasından kimisi de inatla;

‒Öyle değil, bu adam kendi kitabını Kur’ân’dan daha üstün görüyor, diye saçmalıyor.

İlim ahlâkına aykırı bir mantık bu:

Hazret-i Mevlânâ’nın kesin bir dille reddettiği cümleleri ona yapıştırmaya çalışan ve o mübârek şahsiyetin şikâyetine muhatap olan bir kişi olmayı, yine onun şikâyetçi olduğu iftiralara sarılmayı, maharet zannetmek. Böyle bir rol, ilim adamlığı değil, cehâlet uzmanlığıdır. Çünkü bu mantığa göre, biz, Hazret-i Peygamber’i bile; kendi beyanları etrafında değil de O’nu benimsemiş görünen ama hiç benimsememiş olan münafık kimselerin ağızları etrafında anlatmaya kalksak, ortaya ne çıkar? Aynı şekilde Hazret-i Ali’yi, güya onu çok sevdiğinden yola çıkarak içlerinden taşan muhabbet sebebiyle yakıştırdıkları şeylerle onu ilâhlaştıranlar var diye, onun gerçek sözleri, yaşayışı ve şahsiyetini kim karayabilir? Hiç kimse. Peki, aynı vaziyete muhatap olan ve savunmasını da hayattayken açıkça yapan Hazret-i Mevlânâ’yı kim karalayabilir?

Hiç kimse, fakat Bayındır ve onun gibiler karalıyor maalesef.

Hâlbuki;

Asırlar boyunca bu millet ve ümmet, onun yazdığı Mesnevî’yi, okuya okuya üç kıt’ada İslâm sancağını şerefle dalgalandırdı. Gönülleri ve îmanları coşturdu. Hakkında binlerce şerh yazıldı. İnsanları Kur’ân ikliminde olgunlaştırdı. Nûr-i Muhammedî ile insanlığın yollarını aydınlattı. Herkes ondan hidâyet, aşk ve hakikat kevserleri içti. Tarihten beri âlimler ve ârifler, onun vesilesiyle nice kâfir gönlünü İslâm’la buluşturdu.

Onun Mesnevî’sini okuyarak müslüman olan Yaman Dede, büyük bir Hazret-i Peygamber âşığıydı. Rasûlullah Efendimiz’in adının anıldığı yerde gözyaşlarını tutamaz, için için aşk ile hıçkırırdı. Derslerinde de devamlı Hazret-i Mevlânâ’yı anlatırdı. Bir gün sordular:

‒Hocam, niçin Hazret-i Mevlânâ’dan bu kadar çok bahsediyorsunuz?

Gözleri, derin mânâlara daldı, derin bir iç çekti, derin bir nefes aldı ve tane tane şu izahta bulundu:

‒Ben ona o kadar minnettârım ki, ne kadar bahsetsem az. Çünkü önceden bir hıristiyandım. Sırf edebî zevk ile elime aldığım Mesnevî’yi okurken o mübârek Allah dostu da, beni aldı, şefkat ve muhabbetle elimden tuttu, doğru Hazret-i Peygamber’in eşiğine götürdü. Orada yudum yudum hidâyet kevserinden içirdi. İşte bu sayede aşk-ı Muhammedî ile dolu bir müslüman oldum.

Bu bakımdan;

Mesnevî, iftira yüklü tenkitleri değil en güzel takdirleri hak ediyor. Zaten bu sebeple Osmanlı üç eseri «şerîf» sıfatı ile kullanmıştır:

•Buhârî-i Şerîf,

•Şifâ-i Şerîf,

•Mesnevî-i Şerîf.

Bu bir kıyas değil, takdir ve tahsindir.

Fakat kimisi bundan rahatsız oluyor. Ne diyelim? Herkesin bir tercihi var. Bu noktada tâ kendi zamanında bile mevcut olan haksız itham ve iftira dolu suçlamalara karşı Hazret-i Mevlânâ ne güzel cevap vermiş:

“Köpeklerin ağzı değdi diye deryâ kirlenmez!”

Lâkin;

Tertemiz bir deryâya çamur atmaya uğraşanların ise, tabiî ki, elleri de kalpleri de balçık kesilir.

Âh;

Hazret-i Mevlânâ gibi bir hazineyi anlamayan akıl fukarâları!

Âh;

Dalâlet çakılları devşirmeye çalışan bilgiç ağızlar!

Âh;

Asırlardır mü’minleri takvâ ile buluşturan ve müstakîm gönüller yetişmesine vesile olan şahsiyetlere bilhassa saldıran gafiller!

Niye anlamak istemezler;

Değersizleştirmeye çalıştıkları Şâh-ı Nakşibend’in eserleri de, yolu da usûlü de ortada… Onun yolu her şeyiyle takvâ ve istikamet üzere… Tasavvuf ve tarîkat yolları içinde de, ehl-i sünnet çizgisi ve istikamet üzerinde; Nakşî, Müceddidî ve Hâlidî yolunun ne kadar titiz olduğu âşikâr!

Said Nursî’ye gelince, ömrü Allah yolunda hapishânelerde, sürgünlerde geçmiş, îmansız bir nesli yeniden îman bahçesine dâhil etmek için çırpınmış bir âlim…*

Her biri, ömrünü İslâm’a adamış kahramanlar.

Öyleyse;

İslâm’ın o çok seçkin, fedâkâr, vefâkâr, ilim ve mâneviyat kahramanlarına neden dil uzatılır? Kelimelerle oynayıp nice kulplar takarak onlarla kavgası olan erbâb-ı gaflete sormak lâzım:

‒Herhangi bir mü’mini bile istihkar ve aşağılama sûretinde dile almak doğru değilken mümtaz ve fazîletli şahsiyetlere karşı böyle bir hak var mı? Mü’minleri istikamet üzere yaşatma gayretinde öncülük yapan şahsiyetlere niçin bu kadar hücum?

Hadîs-i kudsîde buyurulmuyor mu:

“Her kim;

•Ben’im velî bir kuluma düşmanlık ederse,

•Ben de ona karşı harp îlân ederim…” (Buhârî, Rikāk, 38)

Tabiî bilgiç ağzının itirazı var bu hususta:

“Kimin Allah dostu olduğu nereden belli?”

Kendi de farkında aslında:

“Her mü’min, Allâh’ın dostudur.” (el-Mâide, 55) ve böyle olmak zorundadır.

Yine; “mü’minler birbirlerinin velîsi, dostudur.” (et-Tevbe, 71) ve böyle olmalıdır.

Öyleyse;

Bu âyetlere muvafık bir hüsn-i zan içinde mü’min kitlelerin ittifakla sevdiği, irşadlarından takvâ aşısı aldığı güzel insanları zorlama sû-i zanlarla çirkin göstermek ve itibarsızlaştırmak, hiçbir şekilde doğruluk da değil, ilim de değil, insaf da değildir.

Şu noktayı da masaya koymak lâzım:

‒Böyle kimseler, acaba din düşmanlarına, küfür ehline, ilhad ve nifak odaklarına karşı böyle bir davranış içinde oluyorlar mı? Mü’min kitlelerin Allah dostu olduğunda ittifak ettikleri örnek kişiliklere saldırdıkları gibi ehl-i küfre hücum ediyorlar mı?

Buna cevap teşkil eden tuhaf bir duruşu var Abdülaziz BAYINDIR’ın. İşte:

O TUHAF DURUŞ!

Roma, 10.03.2009 tarihli bir teklif metni. Katolik bir dekanla işbirliği içinde Bayındır’ın hazırlayıp da Vatikan’a sunduğu bir metin. Oradan bazı kesitler, şöyle:

“Ekselânsları

Kardinal Jean-Louis Pierre Tauran

Dinlerarası Dialog Kurulu Başkanı

Vatikan

Aşağıdaki yazıyı imzalayanlar, şu ana kadar yaptıkları işbirliği çalışmalarından sizleri bilgilendirmeyi uygun görmüşlerdir:

1- Tübingen İşbirliği Açıklaması

Taraflar, önce İstanbul’da sonra Tübingen’de yaptıkları toplantılar sonunda yaratılış düzenini, yani fıtratı temel alan ortak çalışmalar yapmak için görüş birliğine varmışlardır. … Diyaloğun da fıtrat zeminine oturtulması için çalışma yapılacaktır. Bunun başarılması hâlinde Allâh’ın yarattığı kitap, yani fıtratla indirdiği kitaplar arasındaki bütünlük, asırlar sonra yeniden görülecek, tartışmasız doğrular etrafında işbirliği imkânları doğacak…

2- Tübingen Açıklamasının Kabulü ve Yürütülmesi Protokolü

3- Roma Katolik Kilisesi’ne Teklif

09.03.2009 tarihinde Roma’da gerçekleştirilen ilmî toplantıda müslüman taraf, Katolik Kilisesine ortak hedef ve ortak görev teklifinde bulunmuş ve toplantının Katolik tarafı bu teklifin ortaklaşa yapılmasını kabul etmiştir.

Ortak hedef; “Din ve bilim dengesini kurmaktır.” Böylelikle yeni bir çağ, denge çağı başlayacaktır.

Ortak görev de bu hedefe ulaşmak için “Allâh’ın indirdiği kitapları, Allâh’ın yarattığı kitapla birlikte okumak olacaktır.”

Şimdi;

Kendi inanç medeniyetindeki kıymetli şahsiyetler, her türlü değersizleştirilirken Vatikan’ın kardinaline «Ekselânsları» / «Hazretleri» demek, nasıl bir duruştur?

Müslüman tarafı;

«Dünya Dinleri Kültürü Bölümü Başkanı» sıfatıyla temsil eden Bayındır’ın katolik kilisesi dekanıyla birlikte hazırladıkları teklif metninde;

•İşbirliği ve görüş birliğine varılmış olmasından,

•Diyalogdan,

•Ortak hedeflerden ve

•Ortak görevlerden bahsedilmesi,

Fakat bunlar arasında;

•Kur’ân-ı Kerim’den,

•Hazret-i Peygamber’den,

•Tevhid’den ve

•İslâm’dan ise zerre kadar bahsedilmemesi, nasıl bir duruştur?

Bayındır’da, acaba İslâm’ın o kadar müstesnâ, muhterem ve mübârek şahsiyetlerine, âlimlerine karşı itibarsızlaştırma hırçınlığı, burada nereye kayboldu? İslâm âlimlerini horlayıcı yaklaşım, Vatikan’ın kardinaline karşı niçin birden en üst seviyede hürmetkâr bir ifadeye büründü? Hakikaten nasıl bir duruş bu?

Tabiî ki böyle bir duruşun ağzı;

Yukarıda geçtiği üzere, müslümanları lânete müstehak, batılıları da nimete lâyık diye ifadeye kalkışır.

İşte bu yüzden;

Bilgiç ağzı, şeytan sazı…

Yahu bu ağzın;

Video konuşmalarında Katoliklere «her toplantıda müşrik olduklarını ve kendileriyle Kur’ân olmaksızın diyalog olmayacağını» söylediğinden bahsederken onlarla yaptığı yazılı bir çalışmada anlaşılmaz bir şekilde, haçlı dünyanın üst düzey kadrosuna en ileri seviyede hürmetle hitap edip de teklif satırlarında Kur’ân’ı, tevhidi ve Hazret-i Peygamber’i hiçbir şekilde belirtmeden bir iş birliği, görüş birliği, diyalog, ortak hedef ve ortak görev noktalarını kaleme alması, sonra da tutup İslâm bahsinde inancı da ibâdeti de yaşayışı da tertemiz olan tevhid ehline karşı kelimelerle oynayarak ve mânâları bulandırarak durmadan hakaretli ve horlayıcı konuşması, şirk yaftasına başvurması ve ehl-i irfan ile sürekli kavga hâlinde olması, hakikaten nasıl bir duruştur?

Yüce Rabbim, cümlemizi, kendi yorumladığımız gibi değil, ancak son kitâbı olan Kur’ân-ı Kerim’de ve onun yaşayış şekli olan ehâdîs-i Peygamber’de emrolunduğumuz üzere müstakîm eylesin! Gerek soldan, gerek sağdan yaklaşan her bâtıl karşısında da daima gerçek bir Hak terazisi üzere eylesin!

Âmîn!..

_________________

* Ayrıca bu mevzuda bilgi için bkz: http://www.risaleajans.com/islam/sefaat-ile-alaya-alan-abdulaziz-bayindira-ilmi-tokat