YAHYA KEMÂL’İN DİLİNDEN BAYRAM NAMAZI

YAZAR : Hayrettin DURMUŞ hayrettindurmus@gmail.com

Bereketiyle evimize gelen, bedenimizi onarıp, rûhumuzu tamir eden ayların sultanı Ramazân-ı şerîfin bütün güzelliklerini yaşamaya çalışanlara ne mutlu! Ramazan ayı denildiğinde aklımıza ilk gelen şeylerden birisi de iftar sofralarıdır. Biliriz ki iftar sofralarının tadı misafirle çıkar. Dede Korkut;

“Misafiri gelmeyen kara evler yıkılsa daha iyi.” derken bedduâ etmiyor aslında. Bizi, evlerimizi misafirle şenlendirmeye çağırıyor. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mübârek sözü ne güzel:

“Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden, misafirine ikram etsin…” (Buhârî, Nikâh, 80)

Misafirlik bizde öylesine önemlidir ki «Tanrı Misafiri» diye bir kavram herhâlde sadece bizim kültürümüze hastır. Mademki Ramazan ayında misafir kabul etmek hâneye berekettir; öyleyse buradan aldığımız ilhamla «Kendi Gökkubemiz»den tanıdık bir sîmâyı, Yahya Kemal BEYATLI’yı sayfamıza konuk edelim. Şiirleri kadar nesirleri de güçlü olan Yahya Kemâl’in «Ezansız Semtler» yazısıyla mânevî bir ziyafet çekelim istiyoruz sizlere:

Yahya Kemal «Ezansız Semtler»* yazısında;

“Bugünün çocukları; büyük bir ekseriyetle yine müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tehassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenîleşen üst tabakanın çocukları; ezansız semtlerde, yani alafranga terbiye ile yetişirken, Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar. Bu çocukların sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki; ileride alafranga hayat, Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler, yoksa ne muhit, ne yaşayış, ne semt hiçbir şey bu yavrulara Türklüğü hissettiremez.

Ah! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi frenk semtlerine yerleşirlerdi; fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nûru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minare, gölgeli mescid peydâ olur, sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hâsılı o toprağın o köşesi îmâna gelirdi. Beyoğlu’nu ve Galata’yı saran yeni yapıların yığını arasında o mescidlerden, o türbelerden bir ikisi kaldı da gördük ki; cedlerimiz kefere frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfuz ederlerdi. Biz bugünün Türkleri; bilâkis Şişli, Nişantaşı, Kadıköy, Moda gibi küçücük bir şehri andıran yerlere yerleştik, fakat o yerler müslüman rûhundan ârî, çorak ve kurudur. Eski Türklerin ruhları ile yeni Türklerin ruhları arasındaki farkı anlamak isterseniz; bu son asırda peydâ olan semtlerle, İstanbul içlerini mukayese ediniz. Medenîleştikçe Müslümanlıktan çıktığımızı tabiî ve hoş gören eblehler; uzağa değil, Balkan devletlerinin şehirlerine kadar gitsinler. Görürler ki baştanbaşa yenileşen o şehirlerin her tarafında, çan kuleleri yükselir. Pazar ve yortu günleri çan sesleri işitilir. Manzara, halkın dînini ve milliyetini hatırlatır. O şehirler, bizim yeni semtlerimiz gibi millî ruhtan ârî değildirler. Artık Türk milletinin rûhu bir râyiha gibi uçtu mu? Hayır! Büyük bir kütlede yine o ruh var, fakat biz son nesil bir sürü gibi, büyük kafileden uzaklaştık, kaybolduk. Fakat daha uzağa gitmeyeceğiz. Yeni tarzda yaşayışla cedlerimizin diyânetini mezcedip bizi bu çoraklıktan, bu karanlıktan, bu ufûnetten (pis kokudan) kurtaracak mürşidler, şairler, edipler, hatipler, yetişmedi. Fakat gayet tabiî bir revişle (gidişle) büyük kafileye, kendi kendimize döneceğiz.” dedikten sonra sözü bayram sabahına getirir ve şöyle der:

“Dört sene evvel Büyükada’da oturuyordum, bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim. Fakat frenk hayatının gecesinde, sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım, Büyükada’nın mahalle içindeki sâkit yollarından kendi başıma camiye doğru gittim. Vaiz kürsüde vaaz ediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatin gözleri bana çevrildi. Beni, daha doğrusu bizim nesilden benim gibi birini, camide gördüklerine şaşıyorlardı. Orada o saatte toplanan ümmet-i Muhammed, içine bir yabancının geldiğini zannediyordu. Ben içim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim, müslümanlar; bütün cemaatin arasında yalnız benim vücudumu hissediyorlardı. Ben de onların bu nazarlarını hissediyordum. Vaazdan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıp, Muhammed sesi kulağıma geldiği zaman gözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yek dil, yekvücut olarak gördüm. O sabah o Müslümanlığa az âşinâ Büyükada’nın o küçücük camii içinde, şafakta aynı milletin ruhlu bir cemaati idik. Namazdan çıkarken, kapıda âyandan Reşid Âkif Paşa durdu. Bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu;

«Bu bayram namazında iki defa mes‘ûdum, hamdolsun sizlerden birini kendi başına camiye gelmiş gördüm! Berhüdâr ol oğlum, gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni mütesellî etti!» dedi.

Hem geldiğimi hem de bayramımı tebrik etti. Yanındaki eski adamlar da onun gibi tebrik ettiler. Bu basit hâdiseden pek samimî olarak mahzuzdular. O sabah gönlüm her zamandan fazla açıktı.

Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübârek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar!”

Yahya Kemâl’in çizdiği bu tablo karşısında ürpermememiz, tüylerimizin diken diken olmaması mümkün mü? İnsanı derin düşüncelere sevk eden, tefekkür ufuklarımıza yeni pencereler açan bu yazının üstüne başka söze gerek var mı?

______________________________

* Yahya Kemal BEYATLI’nın 23 Nisan 1922’de Tevhid-i Efkâr gazetesinde yer alan bu yazısı, ilk baskısı İstanbul Fetih Cemiyeti Yahya Kemal Enstitüsü tarafından yapılan «AZİZ İSTANBUL» kitabının 121. sayfasında yayınlanmıştır. Daha sonraki yıllarda dergilerde de yer almıştır. Töre dergisi, 1983, sa. 150, s. 16 ve Altınoluk Dergisi, 2013, sa. 328.