Tefekküre Davet

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

Ey kardeş! Gel seninle bir insan düşünelim. O insan ki; bizim gibi vücudu var ama, canı yok! Kāmeti var, boyu posu var ama, Allah Teâlâ’ya kıyâmı yok! Dili var ama, zikri yok! Aklı var ama, tefekkürü yok! Malı var ama, şükrü yok! Gözü var ama, ibreti yok! Kulağı var ama, Hak kelâmı işitecek niteliği yok! Ayakları var ama, Hak yoluna gidecek basîreti yok!

Dünyası için; geceli, gündüzlü, durmadan, dinlenmeden çalışıp yıpranıyor da, âhireti hiç düşünemiyor. Ölenleri görüyor da, önünde, sonunda kendisinin de öleceğini bir türlü aklına getiremiyor. Allah-Peygamber tanımıyor, başına gelecek azaba inanmıyor, ne büyük bir dalâlet ve hattâ felâket içinde bulunduğunu bir türlü anlamıyor. Gazab-ı ilâhîye uğrayarak; dünya haritasından silinen kavimlerin, kabîlelerin, milletlerin durumlarını tarih kitaplarından okuyor. Kalıntılarını görüyor da, kendi âkıbetinin de aynı olacağını hatırlamak bile istemiyor. Hakkı bilmiyor, bilmediği için de bulamıyor. Bulamayınca olamıyor, üç günlük fânî dünya hayatını îmar edebilmek gayret ve gafleti içinde ebedî hayatını vîrâneye çeviriyor. Korkunç bir ejderhâ ağzı gibi kendisini yutmaya hazırlanan kabri görüyor da; bir gün olup, en yakınlarının, en sevdiği kimselerin kendisini o karanlık çukura kapatıp, yanından kaçacaklarını hesaplayamıyor. Sevgili ana ve babasını, ciğerpâre yavrusunu, kendi elleriyle kara toprağın karanlık bağrına yatırıyor da; onların ölümlerinden ibret alamıyor. Kur’ân-ı Kerîm’in haber verdiği, tarih kitaplarının açık açık yazdığı Allahsızların ve îmansızların başlarına gelen musîbetleri ve belâları okuduğu, gördüğü veya hiç olmazsa işittiği hâlde; kendisini çekip çeviremiyor, Hak yoluna yönelemiyor.

Ey muvahhid mü’min!

Senin ise dînin var, Allah Teâlâ’ya ve Rasûlü’ne îmânın var… Dünya ve âhiretini koruyan, kollayan ve ayarlayan Kur’ân’ın var… Zikrin var, evrâdın var… Hakk’ı zikreden, Hakk’a şükreden bir dilin; Hakk’ı seven bir kalbin; Hâlik’ına secde eden bir başın var… Elbette şükredeceksin, elbette hamd ü senâda bulunacaksın… Başları olup da, akılları olmayanlar gibi olsaydın, hâlin nice olurdu?.. Allah Teâlâ’ya inanmayanlardan, âhireti tanımayanlardan olsaydın n’eylerdin?.. Kārûn kadar malın-mülkün olsaydı ama, dînin, îmânın, hayâ ve vicdanın olmasaydı; paran-pulun çok olsaydı ama, sıhhat ve afiyetin olmasaydı; bütün dünya rızık ve nimetleri sofranda bulunsaydı ama, sen bir lokmacık yiyemeseydin ne yapardın?.. Kuş tüyü döşeklerde, ipek ve atlas yorganlar altında, som gümüşten karyolalarda yatsaydın; karşında cihanın en ünlü doktorları nöbet tutsaydı; gözünün içine bakan, bir işaretini câna minnet sayan uşakların, hizmetkârların karşında saf bağlasaydı ama, sen altın leğene kan kussaydın bütün bunlar neye yarardı?..

Belki başını sokacak bir mekânın yok ama îmânın var! Paran, kasan, kesen yok ama Kur’ân’ın var! Kuru ekmeği suya batırıp yiyorsun ama; dînin, iz‘ânın ve «Ganî Sübhân»ın var! Dünyan belki fakir ama, iyi bil ki âhiretin sultanısın! Zira; Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın ümmeti, Ahmed-i Mahmûd’un bendesisin! Üzülme; ayakkabın yok ama, Hakk’a yürüyen, Rasûl-i Zîşân’ın mübârek ayak izini izleyen tertemiz ayakların var! Sırtında parlak kumaştan elbiselerin yok ama şerîat libâsın var! Gönlünde Allah ve Rasûlullah sevgisi, gözünde hayâ, kalbinde merhamet, başında tâc-ı îman, dilinde zikr-i Kur’ân var!.. Yalnız dünyayı düşünen, dünya zenginlerinin gerçek hiçbir dostları yok ama; senin Allah ve Rasûlullah gibi dostların var! O sana senden yakın… Sen de yakında O’na döneceksin. Bu dönüşte, O’nu kendinden râzı bulacaksın. İşte O gerçek dost; sana gözlerin görmediği, dillerin tatmadığı, zihinlerin düşünemediği, kalemlerin vasfını yazmaktan âciz kaldıkları sayısız nimetleri hazırladı. O gün, sen Rabbinden râzı, Rabbin de senden râzı olduğu hâlde sana cennetini ve cemâlini ikram edecek.

O gün, başka bir şey daha göreceksin! Dünya hayatında Allah Teâlâ’ya îmân etmeyenler; bunca dünya nimetlerinden faydalandıkları hâlde, küfrân-ı nimette bulunanlar; akılların almayacağı korkunç bir azaba dûçâr olacaklar, acılar ve ızdıraplar içinde kıvranacaklar. Sen ise o zaman ebedî saâdet ve selâmete ermiş bulunacaksın. Sana; o gün orada bahş ve ihsan buyurulacak nimetler, dünya nimetleri gibi gelip geçici de olmayacaktır.

Burada, her nimetin bir zevâli vardır. Âhiret nimetlerinin ise asla zevâli yoktur. Dünya hayatında, sıhhatin de hastalıklarla biten zevâli vardır.

Orada ne hastalık vardır, ne yaşlılık… Dünyada; gençler ihtiyarlar, güzeller çirkinleşir, kuvvetliler zayıf düşerler. Orada bahş ve ihsan olunacak gençliğin ihtiyarlığı yok, güzelliğin çirkinliği yok, kuvvetin zayıflaması yok!..

Durma! Rabbine hamd ü se­nâda bulun, verdiği nimetlerden ötürü daima şükret…

Unutma ki, bütün hamd ü senâlar ancak Âlemlerin Rabbi ve mürebbîsi olan «Allâh Azîmüşşân»a mahsustur. Varlıkta darlıkta, yoklukta bollukta Rabbine daima şükret! Bugün katıksız kuru ekmekle karnını doyurabiliyorsan; sofralarında bin bir çeşit yemek bulunanları değil, hiç ekmek bulamayıp aç yatanları düşün de Rabbine şükret!

Kendi hâlince, mütevâzı bir kira evinde oturuyorsan; villâlarda, köşklerde, yalılarda oturanlara değil de, büsbütün evsiz, barksız, kışın yağmur ve kar, yazın kızgın güneş altında günlerini geçirenlere bak da Rabbine şükret!

Sırtında palton yoksa, ceketi bile olmayanları düşün de Rabbine şükret!

Biraz hastalandın diye hayıflanma; aylarca ve hattâ yıllarca yatağa esir olmuşları, bir yanından bir yanına dönemeyenleri düşün de hâline ve Rabbine şükret! Böyle yaparsan, kendinden daha yüksektekileri değil, daha perişan ve acınacak hâlde olanları göz önüne alırsan; Rabbine şükrün artar!

Hasta isen, Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm- gibi hasta değilsin.

İşçi isen, Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- gibi köle olarak pazarlarda satılmış değilsin.

Hapiste isen, yine Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- gibi- bir iftiraya kurban olarak, on yıl yer altında zindanlarda kalmış değilsin.

Seni Hazret-i Zekeriya -aleyhisselâm- gibi testere ile biçmediler…

O hâlde; her zaman, her yerde Rabbinin her nimetine şükür, her musîbetine sabır ve hamd ederek anlayışlı, tahammüllü ol ki; nâr-ı Nemrud, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’a nasıl nur olduysa, musîbet sandığın her şey de sana ebedî nimet olsun.

Eğer daima kendinden yükseklere bakar ve bunu âdet hâline getirirsen, canını ateşe atmış olursun. Bunun; başını döndürmekten ve gözüne hırs, haset ve tamah duygularını yerleştirmekten gayrı sana hiçbir faydası olmaz. İbâdet ve taatte, zühd ve takvâda, aşk ve muhabbette, senden üstün ve yüksek olanlara bak ki, onlar gibi olmaya özenebilesin. Eşref-i mahlûkat olarak insansın. Gelmiş-geçmiş bütün ümmetlerin en şereflisi, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmeti olmak saâdetine erişmişsin. Sende; fıtraten yükselme kabiliyeti vardır. Önderin Hazret-i
Muhammed Mustafâ, kitâbın ve rehberin Kur’ân-ı Azîmü’l-Burhân, başında tâc-ı îman, önünde Şerîat-ı Garrâ-i Ahmediyye gibi muazzam bir meş‘ale, göğsünde murassâ bir madalya gibi pırıl pırıl parlayan şeref-i İslâm, dilinde zikr u tevhîd-i Rahmân, kalbinde aşk-ı Yezdân, yardımcın Hazret-i Allah, şefaatçın Âlemlere Rahmet olan Rasûlullah… Daha ne istersin!?. Âkıbet senin ve senin gibi müttakîlerin… Cennet durağın, hûrîler müştâkın, Cennet-i Adn uğrağın; istîdâdına göre makamın, aşk ve muhabbetine göre derecâtın var… Ebedî saâdet senin!..

Bu fânî dünya hayatında, kendinden aşağı durumda olanlara bakarsan, Rabbine hamd ve şükrün çoğalır. Dünya malı gelip geçicidir ve dünyada kalır. Oysa âhiret yönünden, kendinden yüksek durumda olanlara bakarsan, âriflerden ve kâmillerden olursun. Dünyalığı çok olanlara bakacak olursan; hüsrana uğrar, şakîlerden olursun ki bu takdirde hem dünyan, hem de âhiretin harap olur. İki cihanda da rezil ve zelil olursun. Zira, haset bundan doğar. Uhrevî bahtsızlık bundan hâsıl olur. Her türlü felâket ve denâetin başı ve başlangıcı haset, hırs ve tamahtır. (Merhum Muzaffer ÖZAK’ın sohbetinden derlenmiştir.)

Yüce Mevlâmız; cümlemize kulluğun îcaplarına uygun şekilde yaşamayı nasip ve hizmetle yoğrulmuş bir bedenle kabre girebilmeyi lutfeylesin inşâallah. Tüm okuyucularımıza ve gönül dostlarımıza selâmlar…

Sevilmek istiyorsan,
Sevmesini bilmeli.
Sevmeyene sevilmek,
Nasip olmaz, demişler. (Gülzâr-ı İrfan)