MEDİNE’NİN İLK SAHÂBÎLERİ

YAZAR : Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

Bütün dünya korkunç bir cehâlet içinde yüzüyordu. Özellikle de Arabistan’da puta tapıcılık almış başını yürümüştü. Her tarafı zulmet kaplamış, câhiliyyet ve şirk bütün dimağları ve vicdanları karartmıştı.

İşte böyle bir zamanda, fıtratlarını koruyarak putperestlikten sıyrılıp Hanifliğe yönelmiş çok az kişi vardı. Bunlar Allâh’ı bir tanıyorlar ve putları reddediyorlardı. Bunlardan biri de Medineli Es‘ad bin Zürâre idi…

Es‘ad bin Zürâre; gerek ticârî işleri ve gerekse başka işleri için hac mevsiminde, Medineli bir grup ile birlikte Mekke’ye vardı. İşi gereği ara sıra Mekke’ye gider-gelirdi.1 Yine böyle bir sefer esnasında, hac vazifesini edâ ediyordu.

Akabe mevkiinde, güneşin alevden oklarının ortalığı kasıp kavurduğu en sıcak bir saatte, altı arkadaşı ile beraber işlerini bitirmiş aceleyle çadırlarına doğru gidiyorlardı ki, arkalarından birinin seslendiğini işittiler:

–Biraz dursanız da sizinle konuşsam olmaz mı?

–Olur, buyur!

Çok iyi bir hatip olan Es‘ad, kekeleyerek zoraki cevap vermişti. Bir yandan görür görmez hayran kaldığı bu mübârek zâtın karşısına oturuyor, bir yandan da arkadaşlarına; «Düzgünce oturun.» işareti yapıyordu:

–Önce bir tanışalım, sizler buraya nereden geldiniz?

–Yesrib’den geldik. (Medine’nin eski adı)

–Kimlerdensiniz?

–Hazrec kabîlesindeniz!

–İsimlerinizle beraber tanışsak?..

–Tanışalım tabiî; ben Es‘ad bin Zürâre, şu Avf bin Hâris, şu Râfi‘ bin Mâlik, şu Kutbe bin Âmir, şu Ukbe bin Âmir, şu da Câbir bin Abdullah.2

–Sizinle biraz konuşalım istiyorum!

Medinelilerin her biri; henüz tam olarak tanımadıkları, sadece şu an bir dakika bile olmayan beraberlikleri ile bu mübârek zâta hayran kalmışlardı. Bu mübârek zâtın hâlinden akıp gelen ve içlerine/ruhlarına işleyen farklı ve doyumsuz bir duygu anaforu içine girmişlerdi.

Konuştukça bir hoş oluyorlar, her cümlesini ve hattâ her kelimesini büyük bir muhabbetle sindiriyorlardı. Hayranlıkları da gittikçe artıyordu. Fakat hâlâ kendini tanıtmamıştı. Es‘ad bin Zürâre, toparlanarak büyük bir edeple sordu:

–Ey mübârek zât! Biz de Sen’i tanısak?

–Abdullah oğlu Muhammed’im ben! (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-)3

Mübarek zât kendisini böyle tanıtınca, onlar da birbirlerine baktılar. Bu ismi duymuşlardı. Daha doğrusu Mekke müşrikleri bu isimli kişiden sakındırmışlardı onları. Aleyhinde çok ağır bir şekilde ileri-geri konuşmuşlar, sonra da iftiranın en büyüğünü atarak, korkutmuşlardı…

Birbirlerine bakan Es‘ad ve arkadaşları, müşriklerin îkazlarını hatırladılar. Fakat karşılarındaki mübârek zât, müşriklerin anlattığı gibi birine benzemiyordu. Buna rağmen Es‘ad bin Zürâre sormadan edemedi:

–Sakın Sen müşriklerin hakkında bizi uyardığı kişi olmayasın?

–Müşrikler nasıl uyardılar sizi?

–Ağız birliği etmişçesine, idareciler başta olmak üzere hepsi aynı şeyleri söyledi:

«Aman dikkat edin! Aramızda bulunan Muhammedü’l-Emîn (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-), 40 yaşına kadar içimizdeki en iyimiz idi. Fakat kırkından sonra cinler çarptı O’nu, şeytanlar aklını çeldi. Aramıza ikilik soktu, kardeşi kardeşe düşürdü! O’ndan sakının. O’nunla oturup konuşmayın. Çünkü her kim O’nunla ciddî bir şekilde konuşsa ya da O’nu ciddî bir şekilde dinlese hemen O’nun fikirlerine kapılıp yoldan çıkıyor! O’nu görürseniz, sakın konuşmayın, konuşturmayın!»

Sadece bu kadar değil, çok çirkin şeyler de söylediler. Ama onları Sen’in gibi birinin yanında ifade edemiyorum. Sakın onların dediği kişi olmayasın Sen?

–Hayır! Ben sadece Allâh’ın Ra­sûlü’yüm!4

Yine birbirine bakan Hazrecli arkadaşlar, bu sefer de; «Allâh’ın Rasûlü» ifadesine takıldılar. Ne demekti bu? Bu O muydu, yoksa O bu muydu? Mekke müşriklerinin tanıttığı gibi olmayan bu zât şimdi de; “Ben sadece Allâh’ın Rasûlü’yüm!” diyordu…

Es‘ad bin Zürâre, kabîle reisi olarak bu yolculuktaki arkadaşlarının sorumluluğunu da taşıyordu. Bundan dolayı çok dikkatli olması gerekiyordu. Mekke müşrikleri ne derlerse desinler, bu mübârek zâta kanı kaynamıştı artık. Bu yüzden işi kökünden hâlledip, her türlü şüpheyi izâle edecekti:

–Anlayabildiğimiz kadarıyla Mekkelilerin bizi uyardığı kişisin! Ancak onların Sen’i tarifi doğru bir tarif olmasa gerek. Sen’i suçladıkları şey, nasıl desem bilmem ki; gökten gelen şeyler, âyet mi neyse, ondan var mı yanında? Varsa bize de okur musun?

Peygamberler ve Gönüller Sultanı -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, İbrahim Sûresi’nin 35-52. âyet-i kerîmelerini okudu.5

İki Cihan Güneşi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- okudukça; Hazrecli arkadaşların yüzleri, özleri ve gönülleri öyle bir arınma ve aydınlanma sürecine girmişti ki, buna kendileri bile şaşırıp kalmışlardı. Es‘ad bin Zürâre başta olmak üzere, her biri bir başka âleme girmiş, yerinde duramaz olmuşlardı.

Peygamber Efendimiz’in okuduğu âyet-i kerîmeler, dinleyenlerin her birinin zihninde âdeta şimşekler çaktırmıştı. Kur’ân ile ilk defa karşılaşıyorlardı çünkü. Allâh’ın mesajını ilk defa duyuyorlardı. Üstelik ilk ve en mükemmel ağızdan…

Her biri bir başka âleme gitmişti sanki… Hele Es‘ad bin Zürâre… Âyetlerin o kadar tesiri altında kalmıştı ki; ne Buas Savaşı, ne Kureyş’in şerli ve hâin ittifakı ve ne de yahudilerin rekabeti onu ilgilendiriyordu artık…

Değişen duygular altında kafileye ağırlığını koydu ve hemen kelime-i şahâdet getirerek müslüman oldu. Böylece herhangi bir Es‘ad olmaktan çıkıp Hazret-i Es‘ad bin Zürâre -radıyallâhu anh- oluverdi.6 Belli ki; davet edildikleri bu yeni yolda, eşsiz bir saâdet vardı ve daha ilk dakikalarda bu saâdetin sıcaklığını kalplerinde duymaya başlamışlardı. Kur’ân onların ruhlarına işlemişti… Kur’ân ruhlara işlemeliydi öyle ya…

Rasûlullah -aleyhisselâm-; bu seçkin insanlara İslâm’ın şefkatli elini uzatıp, onları Allâh’ın birliğine îmâna, kendisinin de peygamberliğini tasdike davet etti. Peygamberimiz onlara İslâm esaslarını anlatıp Kur’ân okuyunca, her biri büyük bir coşkuyla İslâm’a girdiler. Böylece Medine’nin ilk müslümanları bu altı kişi oldu:7 Es‘ad ve arkadaşları…

Bu seçkin altı Medineli, müslüman olur olmaz büyük bir şevkle atıldılar:

–Ey Allâh’ın Rasûlü! Milletimiz, yıllarca süren iç savaş sebebiyle çok kötü bir durumdadır. Buas Harbi’nin izleri daha silinmiş değil. Cenâb-ı Hak, belki Sen’in sayende milletimizi böyle bir iç savaştan ve dağınıklıktan kurtarır. Biz hepimiz, yeni inancımız istikametinde çalışacağız. Şu anda kabul ettiklerimize, biz de milletimizi davet edeceğiz. Allah Teâlâ onları, bu din üzere toplar ve birleştirirse, Sen’den daha aziz ve şerefli bir kimse olmaz.

Peygamber Efendimiz -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- de, onların bu sözlerinden çok memnun oldu. Sonra da önemli bir konuyu daha dile getirdi:

–Rabbim’in elçilik vazifesini halka tebliğ edinceye, yerine getirinceye kadar beni destekleyecek misiniz? Sizinle beraber ben de gelsem, beni her türlü tehlikeden koruyacak ve İslâm’ı anlatmak için, bana yardımcı olacak mısınız?8

Medine’nin bu ilk sahâbîleri çok güzel bir cevap verdiler:

–Ey Allâh’ın Rasûlü! Sen de biliyorsun ki, Evs ve Hazrec kabîleleri arasında çok uzun yıllara dayanan büyük bir düşmanlık var ve çokça da kan dökülmüştür. Allâh’ın, onu, Sen’in İslâmiyet işinle doğru yola çıkaracağını umuyoruz. Yâ Rasûlâllah! Biz, Allah ve Rasûlü için elimizden gelen gayreti göstereceğiz. Fakat biz; bugün birbirimize karşı kızgın, birbirimizden uzaklaşmış, önceki yıl Buas’ta birbirlerimizle çarpışmış bulunuyoruz. Biz bu durumda iken, eğer Sen bugün yanımıza gelirsen, bizim için Sen’in üzerinde toplanma, birleşme hâsıl olmaz. Biz Sana görüşümüzü sunuyoruz. Sen Allâh’ın ismiyle biraz daha bekle. Biz kavim ve kabîlemizin yanına dönelim. Onlara Sen’in işini haber verelim. Kendilerini Allâh’a ve Rasûlü’ne, Sen’in davet ettiğin şeylere davet edelim. Belki Allah aramızı düzeltir ve bizi bunda birleştirir. Eğer onlar Sen’in üzerinde söz birliği eder, Sana tâbî olurlarsa, Sen’den daha aziz bir kimse olmaz. Biz, Sana; gelecek yıl hac mevsiminde gelmeye söz veriyoruz.9

Onların bu yerinde görüş ve tekliflerini kabul eden Peygamberimiz; çok memnun kalarak her birine duâ edip, onları birer müslüman olarak memleketlerine yolcu etti…

Hazret-i Es‘ad ve arkadaşları, Peygamber Efendimiz’i bir defa görmüşlerdi. O’nu bir defa dinlemişlerdi. O’nu öyle sevmişlerdi ki, nefes alışlarına kadar O’nu hissediyorlardı artık. Çok kısa süren, fakat ölümden sonra bile devam edecek olan bir beraberliğin sırrına ermişlerdi. Böylesine derin bir muhabbetle bağlanıp sevdikleri Peygamberimiz’den ayrılmak çok zor gelmişti onlara. İlk buluşma ve ilk ayrılık, gerçekten apayrı bir şey olmuştu…

Medine’ye, kavim ve kabîlelerinin yanına vardıkları zaman, Peygamber Efendimiz’i anlatmaya ve onları İslâm’a davet etmeye başladılar. Öyle ki; kısa zamanda Medine’de Peygamber Efendimiz’in adının anılmadığı, İslâm’ın mesajının girmediği bir ev kalmadı. Mükellefler mükellefiyetlerini mükellef bir şekilde yerine getiriyorlardı. Îman nasip meselesiydi. Ama güzel örnek olarak ve yaşayarak anlatmak, müslümanların en başta gelen vazife ve mes’ûliyetlerinden biriydi.

Hazret-i Es‘ad -radıyallâhu anh- başta olmak üzere, bu altı Medineli büyük bir çalışma yapmışlardı. Öncelikle kendileri ne ile mükellefseler onu zamanında yerine getiriyorlardı. Yani ferdî gelişme ve yetişmeleri için büyük bir titizlikle çalışıyorlardı. Önce güzel örnek oluyorlar, sonra da güzel tebliğ yapıyorlardı.

Hazret-i Es‘ad -radıyallâhu anh-, Medine’yi İslâm ile ilk tanıştıranların başında geliyordu. Böylece bütün Medine’de İslâm konuşulmaya başlamıştı. Bir sene içinde çok kişi İslâm ile şereflenmişti. Bunlar arasında ailece müslüman olanlar olduğu gibi, aile içinde bazı fertleri müslüman olanlar da vardı.

Hazret-i Es‘ad -radıyallâhu anh- ve arkadaşları; Peygamberimiz’i görüp dinledikleri gibi, O’ndan aldıklarını bütün canlılık ve sıcaklığıyla yaşayıp anlattıkları için, çok tesirli oluyorlardı. Gönüllerinde ve dillerinde İbrahim Sûresi’nin 35-52. âyetleri ile Rasûlullah’tan aldıkları birkaç sûre vardı ancak. Onları bir defa dinlemiş olmalarına rağmen, âdeta o âyetlerle şekillenmişlerdi.

Medine ve çevresindeki kabîleler arasındaki sonu gelmeyen ihtilâf ve iç kavgaların, ancak İslâm düşüncesiyle ve Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in çevresinde bütünleşmekle sona erebileceğini anlamış ve buna da inanmışlardı. Her çeşit reaksiyonu ve kınamaları, hattâ tehlikeleri göze alarak Medine’de İslâm’ı büyük bir gayretle anlatıp tanıtmaları, bunu göstermekteydi.

Çok ciddî sorumluluk üstlenip, çok ciddî çalışmalar yapacaklarına dair Peygamber Efendimiz’e söz veren Medine’nin ilk müslümanları, aynı zamanda; «Gelecek yıl hac mevsiminde gelmeye söz veriyoruz!» diye de açıkça vaatte bulunmuşlardı. Ve bir sene geçmiş, yine hac mevsimi gelmişti.10

Hazret-i Es‘ad bin Zürâre -radıyallâhu anh- ve arkadaşları, bir yıldır hasretiyle yanıp kavruldukları Peygamber Efendimiz ile buluşmaya gideceklerdi…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

___________________________

1 İbn-İ Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 70.
2 Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 148.
3 Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 234.
4 İbn-i Seyyidünnâs, Uyûnu’l-Eser fî Fünûni’l-Megazî ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, c. 1, s. 156.
5 Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve ve Ma‘rifetu Ahvâli Sahibi’ş-Şerîa, c. 2, s. 148, 433-434.
6 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 217-219.
7 Zehebî, Târîhu’l-İslâm ve Vefeyâtu’l-Meşâhîr ve’l-A‘lâm, s. 290.
8 Diyarbekrî, Târîhu’l-Hamîs fî Ahvâli Enfesi Nefîs, c. 1, s. 306.
9 Ya‘kûbî, Târîhu’l-Ya‘kûbî, c. 2, s. 38.
10 İbn-i Hazm, Cemheretü Ansâbi’l-Arab, s. 71.