Muhabbetin, Merhametin ve Fedâkârlığın Hâsılası; KARDEŞLİĞİMİZ

YAZAR : Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

Dünya, biz insanlar için bir imtihan alanı. Dünyaya gelirken, nerede doğacağımızı, annemizi, babamızı ve kardeşlerimizi seçmek gibi bir tercih hakkımız yok. Ancak; kimlerle beraber olacağımız, kimlerin yanında ve kimlerin karşısında duracağımız hususunda, kendi irademiz ile karar veririz.

İnsanın, bir anadan-babadan olmakla meydana gelen soy/nesep kardeşliği olduğu gibi; aynı dinden, aynı inançtan olmakla da, din ve inanç kardeşliği tesis edilmektedir. Soy kardeşliğinde; dünya malı için veya dünyalık bazı meseleler dolayısıyla kardeşler bazen problem yaşayıp, bağlarını koparırken, din kardeşliğinde, birbirini sevmek ve muhabbet hususunda menfaat veya dünyalık merkezde olmadığı için, bu kardeşlik ebediyen devam edebilmektir.

Din kardeşliği; Allah Teâlâ’nın mü’minler arasına tesis ettiği öyle muhteşem bir hukuktur ki eğer hakkı ile bu hukuk korunursa, hem toplum nizamı düzene girer, hem de fertlerin kazandığı ecrin hesabı tutulmaz.

Toplum içerisinde; müslüman fertler arasında tesis edilen bu kardeşlik hukuku, öncelikle o toplumda, huzur, saâdet ve sevinç kaynağı olur. Bu kardeşlik; sadece kendini değil, toplumun tamamını muhabbet iklimine alarak, o toplumda yaşayan tüm fertler ile dost olabilmenin, kardeşlerinin sevincini ve sıkıntısını paylaşarak, iyi günde ve kötü günde onların yanında olmanın fedâkârlığını gerektirir.

İslâm kardeşliğinde, kişi kardeşini menfaati için sevmez ve ona muhabbet beslemez. Aksine kardeşini, kendinden önceye alarak eşsiz bir diğergâmlık örneği sergiler. Böyle bir kardeşliğin ve muhabbetin en temel gayesi, Allah Teâlâ’nın rızâsına ermektir.

Nesep-soy kardeşliği, dünyalık işlerde yardımlaşmayı, birlik olmayı hedeflerken; din kardeşliği, Allah Teâlâ’nın rızâsına giden yolda yardımlaşarak, dînî meselelerde, birbirine destek olmayı, din kardeşinin eksiklerini telâfi etmeyi ve bu yolda onun dert ortağı olmayı ifade eder.

Din kardeşliği; insanlar arasında öylesine güçlü ve ulvî bir bağ kurar ki, dünyanın gelip geçici arkadaşlıkları, dostlukları veya ana-babadan gelen nesep-soy kardeşliği ile kıyaslanamaz. Bu konuda Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle buyurur:

“Bizim dost ve kardeşlerimiz, bize aile efrâdımızdan daha sevimlidir. Zira aile efrâdımız, bizi dünyada anar. Fakat dostlarımız, mahşer yerinde bizi ararlar.” (İhyâ, c. II, s. 437)

Yine İslâm büyüklerinden Muhammed bin Yûsuf İsfehânî de şöyle buyurur:

“İnsanın çoluk-çocuğu, nasıl sâlih kardeşi gibi olabilir? Çoluk-çocuk, mîrâsını alıp zevk ile yiyerek vakit geçirir. Sâlih kardeş ise; matemini tutar, kabirdeki hâlini düşünür ve o toprak altında yatarken onun için hayır duâda bulunur.”

İnsanın, terbiye ve tasfiye edilmeye muhtaç iki hususiyeti vardır ki; bunların birisi nefis diğeri ise kalptir. Terbiye edilmeyen kalp ve nefiste; enâniyet, bencillik, hodgâmlık, aç gözlülük, fırsatçılık, kibir ve haset hastalıkları yer alır. Ancak, îman ve muhabbetin merkezi olan kalp; tövbe, istiğfar ve zikrullah ile tasfiye edilip kalb-i selîm kıvâmına getirildiğinde, kalbe ilk yerleşen muhabbet, daha sonra ise merhamet ve fedâkârlık olacaktır.

İnsan, nefsini tezkiye, kalbini ise tasfiye yolunda gayret edip, mesafe aldıkça; bencillikten ve hodgâmlıktan kurtularak, başkalarını düşünmeye, dolayısı ile diğergâm olmaya başlayacaktır.

Sadece kendi menfaatini, keyfini ve rahatını düşünmeyi bırakıp; sevdiği kardeşi uğrunda fedâkârlık yapmaya gayret edecektir. Çünkü ebedî kurtuluş için yegâne yolun; sadece kendini kurtarmak değil, başkalarının da kurtuluşuna sebep olmak olduğunu bilmelidir.

Dünyaya gelişimizde, ilâhî takdir ve hikmet gereği olarak insanlar eşit yaratılmamıştır. Bazısı zengin, bazısı fakir olarak; bazısı hasta, bazısı sağlıklı olarak; bazısı da diğerlerinden daha akıllı, daha becerikli olarak yaratılmıştır. Akıllı insan; bu farklılıkların bir imtihan vesilesi olduğunu anlar ve kimde nimet var ise, o nimetten mahrum olanların mes’ûliyetinin kendisinde olduğunu bilir. Bu hususta ince bir nokta var ki, buna dikkat etmek gerekiyor. O ince nokta; nimete sahip olanın, mahrum olanın duâsına muhtaç olmasıdır.

Allah Teâlâ; kime bol rızık, mal ve imkân vermişse, unutulmamalıdır ki çevresindeki mahrum ve muhtaçların sorumluğunu ona vermiştir. Kimi güç, kuvvet ve kudret sahibi yapmışsa; zayıfların ve mazlumların sorumluluğunu ona yüklemiştir. Kime üstün zekâ ve ilim nasip etmişse; ona da bu ilmin gereği olarak insanları ilmin nûru ile aydınlatıp, cehâletten kurtarma vazifesi verilmiştir.

Kim ki; kendisine verilen bu nimetlerin sorumluluğunu yerine getirir ve fedâkârlık gösterirse, Allah Teâlâ’nın lütuflarına mazhar olur. Yapılan bu fedâkârlık; sadece ferdî plânda kalmayıp, cemiyet tarafından da örnek alınırsa, kardeşliğin ve muhabbetin tesis edilmesi sağlanır. Böylece o cemiyette huzur ve saâdet rüzgârları eser.

Bu davranışın aksi olması hâlinde; herkesin kendini düşünmesi, bencillik ve enâniyet duygularının kabarması ile merhametin yerini gaddarlık, fedâkârlığın yerini hodgâmlık alır. Böylece o toplumda da huzursuzluk, mutsuzluk ve karışıklık yaşanır.

İslâm kardeşliğinde, riâyet edilmesi gereken şartlar vardır. Bu şartları Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle hulâsa etmiştir:

“Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı altıdır:

1. Karşılaştığın zaman selâm ver,

2. Seni davet ederse git,

3. Senden nasihat isterse nasihat et,

4. Aksırınca Allâh’a hamd ederse; «yerhamukallah» de,

5. Hastalandığında onu ziyaret et,

6. Öldüğü zaman cenazesinin ardından git.” (Müslim, Selâm, 5)

Müslümanlar; kardeşlik şuuru ve fedâkârlık rûhuyla hareket ettikleri zaman, Allah Teâlâ dünyayı onların ayakları altına serdi. Karşılarında hiçbir güç duramadı ve bu ruhla hareket edilince, hüküm sürülen ve sahip olunan topraklar üzerinde güneş batmadı.

Ne zaman ki, fedâkârlık ve kardeşlik duyguları gevşedi; insanlar sırf kendi rahatlarını ve keyiflerini düşünür oldu; lüks yaşamaya, ihtişama ve debdebeye daldı; o zaman ilâhî yardım kesildi. Bozulan cemiyet yapısı tamir edilemedi; neticede ayaklarımızın altına serilen dünya, başımıza belâ oldu.

Dünyayı ayaklarımız altına aldığımız zamanlarda, âhirete yönelik işler yapıyorduk. Ecdâdımızın küçük bir beylikten bir medeniyet kurması; sadece insanları değil, her türlü canlıyı düşünerek binlerce vakıf kurması, bu düşüncenin tezâhürüydü. Ne zamanki, dünyayı sevdik ve dünyalık işlere daldık; o zaman hem âhireti, hem de dünyayı kaybettik. Kardeşliğin, fedâkârlığın sancaklaştığı dönemlerde, önlerine gelen bütün düşmanları bertaraf edenler; enâniyet ve bencilliğin bayraklaştığı dönemlerde ise, en zayıf düşman önünde bile zelil duruma düştüler.

Bugün yaşadığımız toplumda, madde ve mânâ dengesi maalesef bozuldu. İlişkiler, menfaatler üzerine kurulur oldu. Bu devirde müslüman olarak bizlere düşen en büyük vazife; zedelenen kardeşlik müessesesini, merhamet ve muhabbet duygularını tamir edip, yeniden âhirete yönelik işler yapmak için gayret göstermektir.

Unutmayalım ki; iyilik, doğruluk, merhamet ve fedâkârlık bulaşıcıdır, insandan insana sirâyet eder. Biz güzellikleri yaymaya ve o güzelliklerle yaşamaya gayret edelim.

Mevlâ yüreklerimizi birbirine ısındırsın, kalplerimizde mahzun ve mağdur kardeşlerimize yer açsın. Yürek coğrafyamızda ne kadar muhtaç varsa, mes’ûliyetlerini hakkı ile edâ etme imkânı versin.