ESKİ RAMAZANLARDAN İKİ HÂTIRA

YAZAR : M. Aşır KARABACAK ma.karabacak@gmail.com

2014 yılında yine böyle kutlu bir Ramazan ayında ülkemizin vakıf şuurunu, vakıf medeniyetini farklı beldelere taşımak adına Güney Afrika’nın üç başkentinden birisi olan Johannesburg şehrine ve Mozambik’in başkenti Maputa’ya gitmiştim.

Türk Hava Yolları’nın en uzun direkt uçuşlarından birisi Johannesburg seferi. Maputo’ya gitmek için ise, her ne kadar bugün İstanbul’dan direkt sefer olsa da; o gün için ya Güney Afrika üzerinden ya da Kenya veya başka bir güzergâh üzerinden aktarmalı gidilebilecek bir son varış noktası idi.

Taşıdığım sorumluluk; Türkiye’nin yüreği geniş insanlarının ruh olarak oralara, oralardaki kardeşlerimize mânevî olarak çok şey katacağını düşündüğüm bir Ramazan hediyesi idi. Dünyanın diğer tarafında sizi düşünen, sizi özleyen, sizin varlığınızla varlıklarını ümmet şuurunda değerlendiren din kardeşleriniz var demekti aslolan.

JOHANNESBURG / GÜNEY AFRİKA

Kenar mahallelerde ihtiyaçlı olan ailelere kumanya dağıtımımızı tamamladık. Akşama doğru da iftar mekânına doğru geçtik. Amerikan filmlerinden çıkma binalar, bina altlarında koridor gibi yürüme yolları, her an omzunda büyükçe bir radyo ile şapkası ters giyilmiş bir zencinin belden aşağıya doğru sarkan pantolonu ile «rap» yaparak bir koridorda karşımıza çıkacağını sandığım bir ortamda yürüyoruz. Ama iki beyazın yürüdüğünü gören ve iftar vaktini bekleyen siyahî müslüman kardeşlerimizi görüyoruz. Yüzlerinde orucun hafif ve latif yorgunluğu ile gülümsüyorlar. Bembeyaz dişleri ay gibi parlıyor.

Hurma ve su ile orucumuzu açıyoruz. Ardından akşam namazımızı kılıyor ve iftar sofrasına oturuyoruz. Mescid olarak kullanılan geniş salonvâri bir boşlukta. İftar sonrası kalan son kumanyaları da burada dağıtıp ayrılıyoruz.

“Buradaki işimiz bitti, fakat biraz da Johannesburg’ta dînî hayatı tanımak için nerelere gidebiliriz?” diye soruyorum mihmandarıma. Mihmandarım Abdülaziz, Kazak asıllı bir Türk vatandaşı. Kendisinin de mezun olduğu, eğitim süresi 5 sene, artı 1 yıl da hadis hâfızlığı olarak kapsamlı bir ilahiyat eğitimi veren, 1500 talebeli büyük bir medreseyi ziyaret ettik.

Türkiye’den bile öğrencisi olan Zekeriya Medresesi.

Medrese dediğime bakmayın, adını öyle koydukları için buraya öyle yazıyorum. Aslında Türkiye’deki mukabili, eşdeğer statüsü üniversite. Çünkü tam olarak üniversite eğitimi veriyor ve mezunları üniversite mezunu olarak kabul görüyor dünyanın her yerinde. Eğitim süresince Arapça, İngilizce ve Urduca da öğretiyorlar bütün talebelerine.

«Arapça ve İngilizce tamam da Urduca neden?» diyorsanız siz de benim gibi gözünüzü Hollywood’dan yani batı tesirinden alamamışsınız demektir henüz. Ben de öncelikle; «Galiba müteberrîleri kendi dillerini yaygınlaştırmak istiyorlar…» şeklinde düşünmüştüm. Fakat Urdu dilinin (yani bugün Pakistan ve Hindistan’ın konuştuğu dilin) önemi ve tarihî olarak o bölgenin İslâm tarihinde mühim bir yer tuttuğunu düşününce, işin aslının sadece kavmiyet asabiyeti olmadığını gördüm.

Sadece bugün Pakistan’da 160 milyondan fazla ve Hindistan’da da 150 milyondan fazla müslüman nüfus olduğunu düşünürseniz ne demek istediğimi anlarsınız.

Bununla birlikte Muhammed Bâkî Billâh’tan, İmâm-ı Rabbânî’den Abdullah Dehlevî’ye kadar «Altın Silsile»nin 7 halkası da bugün Hindistan sınırları içerisinde. Ezcümle hem tarihî bağlar açısından hem de dînî bağlar açısından Hindistan ve Pakistan çok mühim. Dolayısıyla Urdu dilinin de mutlaka genç neslin gündeminde yer tutması gereken bir hedef olması gerektiğini düşünüyorum.

Rektörü ile konuştum. Şeyh Osman. Pakistan asıllı. Birkaç göbektir Güney Afrika vatandaşı. Fakat hâlâ akrabaları var, hem Pakistan’da hem Hindistan’da. İrtibatını koparmamış ata topraklarından. Onlar da yenice Türkiye’den dönmüşler. Türkiye’yi ve yakın-uzak tarihini çok iyi biliyorlar. «Suriyeli din kardeşlerimiz için bir şeyler yapmalıyız.» endişesi ile etraflarından topladıkları bir miktar emâneti Türkiye üzerinden mültecîlere ve savaş mağdurlarına ulaştırmışlar.

Bana, yani Türkiye’den gelmiş birisine; Türkiye’nin mevcut siyasetinden, Recep Tayyip ERDOĞAN’dan, Suriyeliler için Filistin için Kudüs için yapılanlardan, «one minute»tan, «Rabia»dan bahsettiler heyecanla.

Ve dahası!

Osmanlı’dan, Osmanlı’nın en sıkıntılı dönemi olan batılıların tabiriyle «Hasta Adam» denildiği zamanda bile Güney Afrika’ya uzanan Halîfe’nin yani İkinci Abdülhamid’in temsilcisi Ebûbekir Efendi’den bahsettik. Ebûbekir Efendi’nin Güney Afrika’ya gitmesi ve orada yaşadıkları başlı başına bir yazı konusu. Allah nasip ederse başka bir sayıda onun hikâyesini derinlemesine inceleriz. Ve bakiyesi olduğumuz Osmanlı’nın ve yine özellikle Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın vizyonunu ve dünya siyasetine bakış açısını anlamaya çalışırız.

MAPUTO / MOZAMBİK

Johannesburg’tan 1 saatlik bir uçuşla Mozambik’in başkenti Maputo’ya geldim. Kara yolunu kullansaydım 7 saat artı, iki ülke arası sınırda beklemeler dâhil en az 8-9 saatte ulaşılabilecek bir uzaklıktan bahsediyoruz.

Buradaki mihmandarım ise Tanzanya’dan tanıdığım eski bir dost. Trabzonlu Ahmet Haşim. Bize; «Her yer Trabzon!» dediği için Maputo’ya inince;

“Trabzon’a hoş geldin hocam!” diyor. Ahmet Haşim de gerekli organizeyi ayarlamış.

Evvelâ, Darüsselâm Medresesi’ni ziyaret ettik. Orada; küçük talebeleri, yokluklar içinde, üstü sadece branda ile örtülü sınıflarda Kur’ân ve dînî ilimleri tahsil eden talebeleri ziyaret ettik. Her birine kumanya paketlerimizi takdim ettik. Ve diğer bazı mahalleleri dolaştık; oralarda da daha önceden ayarlanmış müslüman fakir ailelere kumanyalarını, Türkiye’den gönül dolusu selâmlarla ulaştırdık.

Dağıtım işimiz bitip de Maputo’ya dönerken; akşam namazı geçmek üzere olduğu için rastgele bir camiye girmiş, namazımızı edâ etmiştik. Mescidin içi Kur’ân bülbülleri ile doluydu. Her metrekaresinde Kur’ân ezberleyen hâfız adayları. Arı vızıltısı gibi müthiş bir uğultu. Fakat rûha dinginlik veren tatlı bir uğultu. O an, orada o sahnenin bir parçası olmak ne büyük bir huzur ve tasavvuru zor bir mutluluk.

Talebelerin başında bulunan hoca da elinde Mushaf bir direğin önünde Kur’ân okuyor. Hint asıllı ve daha üç-dört ay olmuş Maputo’ya geleli. İki beyaz adamın gelip namaz kıldığını görünce öncelikle ve her zaman olduğu gibi Arap zannetmiş, fakat kıyafetimizdeki Türk bayrağını görünce açtı ellerini o da başladı duâ etmeye.

O zamanın sıcak gündemi olan ve hâlâ da devam eden Suriyeli mültecîlere yapılan yardımlar, «one minute» ve tabiî ki Recep Tayyip ERDOĞAN vardı onun da dilinde.

Allâh’ım! Ne garip bir telezzüz idi yaşadığım…

Ve ne garip bir tezat…

Ülkemizdeki bazı nâdânlar;

“Ne işimiz var Suriye’de, ne işimiz var Afrika’da, orada, burada?..” derken Hindistan’dan kalkıp Kur’ân öğretmek için Afrika’nın bir ülkesine gelen bir hoca; oradan Türkiye için tüm samimiyetiyle, karşılık beklemeksizin duâ ediyor.

Ve daha neler neler!?.

Dünyanın bütün masum ve mazlum gözlerinin müslüman liderler ve müslüman topluluklar üzerinde olduğu ve hâssaten Türkiye’nin üzerinde olduğu bu dönemde, dönemin mes’ûliyetini ve hakkını verebilmeyi nasip etsin Rabbimiz hepimize.

Ve…

Bu mübârek Ramazan ayının kadrini, kıymetini hakkıyla bilip yaşamayı Ramazân’ın nihayetine de af ile yüz akı ile çıkabilmeyi hepimize nasip etsin.