DAHA BİR KARDEŞ

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Birkaç sene önceydi.

Başta Afrika olmak üzere, dünyanın birçok yerinden kız talebelerin geldiği ve İslâmî eğitim aldığı Fasl-ı Bahar Kur’ân Kursu, yıllık dergi tarzında bir eser neşrediyordu. Enişte olarak yardımcı olmaya çalışıyordum. Türkçe adı; «Kardeşlik Dünyası» olan derginin isminin İngilizcesini düşünürken, mütercimlerin, «kardeşlik» kelimesinin İngilizce karşılığını kullanmaktan çekindiklerini işittim. Çünkü bu masonik bir gönderme ifade ediyordu.

Türkçemizde de «mason biraderler» tabiri kullanılır. Maalesef masonlar; «kâinat mimarı, üstad, mahfil ve birader» gibi, ilk bakışta medeniyetimize aitmiş gibi gelecek kelimeleri alıp istismar ettiler. Tıpkı günümüzde «imam, cemaat, himmet» kelimelerine zarar verenler gibi…

Kardeş, türlü türlü…

Aynı annenin doğurduğu, karındaş…

Aynı babanın sulbünden gelen…

Anne ve baba aynı ise; şakîk demiş Araplar, bir elmanın iki yarısı kadar kardeş…

Âdem Babamızı ve Havvâ Anamızı düşünürsek, hepimiz kardeşiz.

Aynı Yaratıcı’nın yarattığı insanlar da hilkatte eş değil mi?

Yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmek; böyle bir duygudaşlık, böyle bir ahlâkın neticesi.

Aynı anneden süt emen kardeşler, sütkardeş: hem-şîre…

Aynı kültür ve medeniyetin emzirdiği milletler, aynı vatanın beslediği topluluklar da kardeş gibi:

“Kardeşleri Sâlih onlara şöyle demişti:

(–Allâh’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?” (eş-Şuarâ, 142)

Fakat «din kardeşliği» daha üstün. Yaratanlarına; îman, ibâdet ve şükürle mukabelede bulunan yaratılmışlar, elbette daha başka bir kaynaşma içinde olmalılar. Îman kardeşliği; bilhassa, küfür dayanışmasına karşı da zarurî bir tedbir. Devrimizdeki gibi; haçlıların ittifak ettiği zamanlarda, kardeşin kardeşe karşı haçlıyla anlaşmaya girişmesi ne kadar çirkin bir tavır…

Îman kardeşliği, ümmeti dev bir aile olarak görmek:

“Ben sizin için (sevgi ve şefkatte) bir baba gibiyim. Bu yüzden (faydanıza ve zararınıza olan her şeyi) size öğretiyorum.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 4)
buyuran Efendimiz, bu muazzam ailenin Raûf ve Rahîm sıfatlı yani şefkatli babası…

“O’nun zevceleri, mü’minlerin annesidir.” (el-Ahzâb, 6) âyeti fehvâsınca ezvâc-ı tâhirât da vâlidelerimiz… Hepimiz bambaşka bir ruhla kardeşiz.

Ne mutlu, ne mesut bir aile… Birbirine zimmetli, birbirine emânet kardeşler…

Bu büyük hânümânın içinde, elbette küçük aileler olacak. Bu dev konağın içinde elbette katlar ve odalar da olacak. Kimisiyle kardeşliğimiz ancak, Nûh -aleyhisselâm-’da birleşirken, diğeriyle Orta Asya’dan beraber gelmişiz veya Malazgirt’te, Mohaç’ta beraber kan ve ter dökmüşüz… Yani kardeş kadar; arkadaş, yoldaş, sırdaş ve pîrdaş… Bu iç grupların ilâve olması gayet normal.

Lâkin, bunun çizgileri olmalı.

Hani eşitsizlikleri, haksızlıkları dile getirmek için; “Herkes eşittir fakat bazıları daha eşittir!” diye bir söz var. Kardeşliğin içinde bazıları «daha kardeş» olabilir mi?

Olmalı mı?

Olmamalı mı?

Nereye kadar?

Cevaz noktası:

Dînimiz meselâ;

“Bütün muhtaç mü’minlerden mes’ulsün.” diyor. Fakat;

“İnfâka yakınından başla!” da diyor.

Mekân olarak yakın: Komşu, hemşehri…

Kan bağı olarak yakın: Akraba, soydaş.

Fakat burada infak var, ihsan var, lütuf var… Tercih imkânı var ve hattâ teşvik edilmekte. Çünkü kardeşlik; akrabalık ve yakınlık bağlarını kuvvetlendirecek.

İşin tabiî ve fıtrî tarafları da var:

Evlilik ve ortaklık bağları; ticaret yapacağı, oturacağı muhiti seçmek ilh. bütün bunlarda, sâdıklara yakın, fâsıklara uzak olmak kaydıyla, mü’min istediği tercihte hür. Çünkü insan; kendi kültüründen, kendi toprağından ve kendi mayasından insanlarla daha kolay ünsiyet kurar.

Meselâ;

Peygamber Efendimiz’den itibaren İslâm orduları, kabîle düzeninde idi. Hattâ bu yapıyı değiştirmenin denendiği bir harpte muvaffakiyetsizlik yaşanmıştı. Yani komünizmdeki zorlamalar gibi, insanları ve toplulukları zorla tek tipleştirme, tabiî gruplaşmalara zoraki mâni olma mantığı İslâm’da yoktur.

Ayrıca ünsiyet ve ülfet, mânevî tâlim ve terbiye için zarurettir. Bu da muhabbet odaklı, mânevî halkalanmaları zarurî kılmaktadır. Sahâbîlerin hicret ettikleri şehirlerde kurdukları bu halkalar; ileride mezhebler, ekoller, kıraatlar ve mâneviyat ocakları olarak karşımıza çıkmıştır.

Ne de güzel olmuştur!

İptal noktası:

Adâletsizlik:

Adâletin tevziinde, bir hakkın, bir emânetin tevdiinde; «yakınını, yoldaşını gözetmek» asla mevzu bahis değil. Tam tersi ikazlar vârit:

“Akrabanız da olsa!” doğruyu söyleyin! Adâletli olun! Şahitlik ederken hakkı ifade edin. Hakikati ketmetmeyin. Doğru hakemlik yapın. (en-Nisâ, 135; el-Mâide, 106; el-En‘âm, 152)

“Kızım Fâtıma da olsa!” hak ettiği cezayı veririm. (Buhârî, Enbiyâ, 54)

“Emânetleri ehline verin.” (en-Nisâ, 58)

Ehil kelimesinin aile mânâsına da gelmesinden hareketle bir nükte de söylemişler:

“Emânetleri ehlinize değil, ehline verin.”

Öyleyse;

Masonik birâderlik gibi olmayacak, müslümanın alt grup kardeşlikleri… Kayırmacı, iltimasçı ve ayrıcalıkçı olmayacak.

Bu iptal noktası, toplum ahlâkıyla alâkalı. Bir diğer iptal noktası da, kalpteki ahlâka dair:

İstihkar:

Kardeş diğer kardeşi asla küçük görmeyecek. Daha yakınını çok sevse de; bu sevgi, biraz uzaktakine soğukluk olarak yansımayacak. Yine halk arasında yaygın tabirlerle ifade edersek; «kargadan başka kuş tanımama» yanlışına düşmeyecek. Kavmine, cemaatine, camiasına; «takım tutar gibi» mutaassıp bağlanmayacak.

Ferdî ahlâkta nasıl; «En üstün benim!» düşüncesi yanlışsa, içtimâî ahlâkta da; «En üstün benim grubumdur!» yaklaşımı yanlış.

Burada ince bir nokta var:

Kan bağı, ırk, coğrafya gibi elinde olmayan mensubiyetlerle övünmek zaten abestir. Burada tarih konuşur. Dirâyet kendisini gösterir.

Fakat iradî olarak seçilip intisâb edilen mezheb, cemaat ve tarîkat gibi yollarda; insan kendi grubunu diğerleriyle nasıl eşit görebilir ki?

Burada «ferdî en hayırlı» ile «en üstün»ü ayırmak belki bir çözüm olabilir:

Kişi, kendisi için en hayırlısının, mensup olduğu yol olduğuna gönülden inanmalı ki; o kapıdan istifade etsin. Lâkin «en üstün»ün ölçüsünü, Cenâb-ı Hak, «en takvâlı» diye koymuş (el-Hucurât, 13). Peygamberimiz de;

“Takvâ kalptedir.” (Bkz. Müslim, Birr, 32) buyurmuş. O hâlde burada;

“Allâhu a‘lem!: Allah en doğrusunu en iyi bilendir!” denilmeli ve neticeleri ukbâda açıklanacak bir müsabaka içinde gayret etmeli…

Zaten bilhassa ilmî, irfânî ve mânevî ocakların mensuplarının; böyle sığ ve kısır çekişmelere girmemeleri beklenir. Günümüzde biraz da avâmî yaklaşımlar bu tür yanlışlara düşmektedir. Unutmamalıdır ki, Peygamberlerin Seyyidi olduğu hâlde;

“Beni Musa’ya üstün tutmayın!” (Buhârî, Husumât, 1) diyerek tevâzuun eşsiz bir misalini sergilemiş bir Peygamber’in ümmetiyiz.

Kardeşlikler içinde «daha kardeş» haksız ayrıcalıklar üretmeye değil; büyük ailemiz içinde, adâletimizle, liyâkatimizle, muhabbetimizle daha bir kardeş olmaya gayret etmeliyiz.