KURAKLIK İMTİHANI
YAZAR : Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’de doğup büyümüştü. Çocukluğu da gençliği de içlerinde, yani Mekkelilerle beraber geçmişti. Mekke’de evlenmiş, orada çoluk çocuğa karışmıştı. Kısa bir süre çobanlık yapmış, sonra da ticaret hayatına orada atılmıştı. Yani o toplum; Rasûlullah -aleyhisselâm-’ı çok, hem de çoktan daha çok yakından tanıyorlardı.
Bir ahlâk ve bir iffet âbidesi olarak yetişmişti. Güvenilir mânâsında «el-Emîn» diye meşhur olmuştu. Şaka bile olsa, asla yalan söylemeyeceğini çok iyi biliyorlardı.
Bütün bunlara rağmen; Risâlet görevine başladığında, her şey bir anda tersine dönmüştü. En yakınları başta olmak üzere; hepsinin îmân edip, yanında yer alacaklarını beklerken, umduğu olmamıştı. İslâm ile şereflenmedikleri gibi, en büyük ve en zorlu düşmanları olup çıkmışlardı.
İslâm’ın doğuşundan bu günlere gelinceye kadar, çok şey yaşanmıştı. Söylemedikleri çirkin söz, yapmadıkları hakaret kalmamıştı. Hattâ bazı sahâbîleri işkencelerle şehid etmişlerdi. İki defa Habeş hicreti yaşanmıştı. Üç yıl süren abluka altında, ölüm kalım savaşı vermişlerdi.
O kadar ileri gitmişlerdi ki; erkek çocukları vefat eden Peygamberimiz -aleyhisselâm-’a tâziyede bulunacakları yerde, bu acı olayı bile kullanmış, «soyu kesik» anlamında «ebter» demişlerdi.
Sevgili amcası ile sevgili hanımının vefatı üzerine, dayanılmaz bir «hüzün yılı» yaşayan Peygamberimiz’in, hüznüyle dahî uğraşmışlardı.
Tâif’e gidişi, oradaki çabaları ve dönüşü ise, bambaşka acılar yaşatmıştı.
Mekke’de sokağa çıkacak, bir yere gidecek, birilerine bir şeyler anlatacak kadar bile bir fırsat vermiyorlardı. Hani derler ya; «can boğaza dayandı» diye, işte öyle bir hâl olmuştu artık! Rahmet, şefkat ve merhamet Peygamberi, ellerini yüce dergâha açtı:
–Ey Allâh’ım! Sen’in davetinden yüz çeviren şu kavme de, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın zamanındaki yedi kıtlık yılı gibi, bir kıtlık verip bana yardım et!1
Kavmine çok düşkün olan, onların hidâyete ermesi için bunca yıldır çırpınan Rahmet Peygamberi; en sonunda böyle bedduâ etmişti!
İki Cihan Güneşi’nin bu niyazı üzerine, yağmurlar kesildi. Her taraf kupkuru olup kavruldu! Mekkelileri öyle bir kuraklık ve kıtlık yakaladı ki; her şeyi kökten kazıdı, silip süpürdü! Birçokları açlıktan öldüler! Yiyecek bir şey bulamayınca, açlıktan dolayı; ölü hayvanların etlerini, kokmuş leşleri, derileri, kemikleri, köpekleri, kanla deve yününden yapılan «ılhız» denilen şeyi bile yediler! Onlardan herhangi biri; yere göğe, her nereye baksa, açlıktan dolayı, ortalığı duman kaplamış gibi görürdü!2
Her şeyleriyle bitme noktasına gelen müşrikler; olanlardan ibret alacak yerde, olmadık şeylerle uğraşıyorlardı. Fakat tamamen çaresiz kalınca, biraz da makul şeylere yönelmeye başlamak zorunda kaldılar:
–İlk defa bu kadar şiddetli bir kuraklık yaşıyoruz!
–Bu gidişle hepimiz ölüp gideceğiz!
–Çok âcil bir çare bulmalıyız!
–Ne bulacağız ki, kalkıp da yağmur yağdıramayız ya!
–Yağmur yağdıracak birini biliyoruz ama!
–Sanırım hepimiz aynı şeyi düşünüyoruz!
–O’nun ayağına gitmek çok ağırıma gidiyor ama!
–Başka bir çaremiz var mı ki!?.
–Öyleyse hemen bir heyet oluşturup yanına gidelim.
–Biraz daha geç kalırsak, korkarım iş işten geçecek!..
Bunca yıldır neyin ne olduğunu anlamışlardı aslında! O kırılası inatları ve kibirleri yüzünden, kendileri de çok zor durumda kalmışlardı. Ama bu sefer, diğerlerine hiç benzemiyordu. Bundan dolayı kaybedecek zamanları yoktu. Zaman kaybettikçe, dünyalıklarını da hayatlarını da daha çok tehlikeye atıyorlardı.
Mekke’nin müşrik liderleri; bu olağanüstü toplantılarının ardından, hiç zaman kaybetmeden Ebû Süfyân’ın başkanlığında küçük bir heyet oluşturup, Rasûlullâh’a gönderdiler.3 Yanlarına varır varmaz, Ebû Süfyân hemen konuya girdi:
–Ey Muhammed (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-)! Sen kendinin, rahmet olmak üzere gönderildiğini söylüyor, Allâh’a itaati, akrabayı görüp gözetmeyi bize emredip duruyorsun!
–Evet, ben öyle söylüyorum! Çünkü ben, bunun için gönderildim!
–Fakat Sen de görüp yaşıyorsun ki; kavmin, kuraklık ve kıtlıktan ölüp gitmektedir! Onlardan bu felâketin kaldırılması için, Allâh’a bir duâ ediver! Eğer Sen duâ edersen, Allah da şu belâyı üzerimizden kaldıracak olursa, biz de îmân edeceğiz!”
–Îmân edecek misiniz gerçekten?
–Allâh’a yemin olsun ki, müslüman olacağız!
–Her şey Allâh’ın elindedir! Allah dilerse yağmur yağdırır. Ama siz sözünüzde durmazsanız, sonra daha kötüsü de olabilir! 4
–Mekke liderleri adına konuşuyorum ben! Söz de, hepimizin sözüdür! Yeter ki duâ et de, şu kuraklık felâketi bitsin!
Ebû Süfyân; sadece kendi adına değil, Mekke liderleri adına da yeminler ederek, yalvarırcasına duâ etmesini istedi. Eğer bu kıtlık felâketinden kurtulurlarsa, hepsi birden îmân edip müslüman olacak ve böylece bütün Mekkeliler de kurtulacaktı!
Rahmet, merhamet ve şefkat Peygamberi, mübârek ellerini açıp duâ ettiler. Daha duâyı bitirmemişti ki, ilâhî rahmet sağanak sağanak yağmaya başladı. En küçüğünden, en büyüğüne bütün Mekkeliler bir başka bayram yaşadılar. Yeniden hayata dönmüşlerdi çünkü!5
Allah Teâlâ Hazretleri; kullarına o kadar merhamet gösteriyordu ki, O’nu reddedenlere bile nimetlerini bolca veriyordu. Yine öyle oldu. Yağmur ile beraber, tekrar bolluk ve berekete kavuşan Mekkeliler; öyle bir söz vermemiş gibi, eski şirk hayatlarına devam ettiler. Gönülleri karardığı için, gözler de Hakk’ı görmez olmuştu!
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; onlara verdikleri sözü hatırlatınca, her zamanki densizlik çirkefinde, densiz sözlerle, bunun bir sihir olduğunu söyleyecek kadar şahsiyet ve kişilik kaybına uğradılar.
Ancak, bu konuda indirdiği âyetlerde yüce Allah -celle celâlühû- şöyle buyurdu:
“Eğer kesin olarak inanıyorsanız (bilin ki Allah); göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. O’ndan başka ilâh yoktur. (Her şeyi O) diriltir ve öldürür. Sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir. Fakat onlar, şüphe içinde eğlenip duruyorlar. Şimdi sen; göğün, açık bir duman çıkaracağı günü gözetle. Duman insanları bürüyecektir. Bu, elem verici bir azaptır. (İşte o zaman insanlar;) «Rabbimiz! Bizden azabı kaldır. Doğrusu biz artık inanıyoruz.» (derler). Nerede onlarda öğüt almak? Oysa kendilerine gerçeği açıklayan bir elçi gelmişti. Sonra O’ndan yüz çevirdiler ve; «Bu, öğretilmiş bir deli» dediler! Biz azabı birazcık kaldıracağız, ama siz yine (eski hâlinize) döneceksiniz. Fakat Biz büyük bir şiddetle yakalayacağımız gün, kesinlikle intikamımızı alırız.” (ed-Duhân, 44/7-16)
Âmennâ yâ Rab! İşittik ve itaat ettik!
Bu ve benzeri vakaları okumak, dinlemek, yazmak ve paylaşmak başka bir güzellik; bu hâdiselerin bize verdiği mesajlara göre yaşamak ise, bir başka güzelliktir. Asıl olan; olayların sadece tarih boyutuna takılmak değil, tarihî hâdiselerden gereken ders ve mesajı almaktır! Peygamber Efendimiz bizden böyle istiyor çünkü!
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-
___________________
1 Beyhakî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 2, s. 326.
2 Ebû’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 107-108.
3 Fahreddin Râzî, Tefsîru’l-Kebîr, c. 27, s. 242.
4 Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 2, s. 447.
5 Zehebî, Târîhu’l-İslâm, s. 226.