Haiti’den Eyüp’e
BİR HİDÂYET HİKÂYESİ
Ömer Sami HIDIR – Nurullah Yaşar KELEŞ
MÜLÂKAT
Obed Davud, Haitili bir kardeşimiz. Hidâyete erme hikâyesi ve ülkesinin mâzîsine dair anlattıkları; gönül ufuklarımızı, Amerika kıtasının dibindeki bu adaya kadar genişletiyor. Fransızca konuşan Davud Kardeşimizle, değerli Nurullah Yaşar KELEŞ Beyin tercümesi vasıtasıyla hasbihâl ettik.
YÜZAKI: Sizi tanıyabilir miyiz? Buraya gelişiniz, yani İslâmla müşerref oluşunuz nasıl oldu?
Obed Davud: Bir rahip olan babam bana iki isim vermiş. Biri İbrânîce bir kelime olarak Obed diğeri de Davud Peygamber’in adı: David. İkisi de Kitâb-ı Mukaddes’te geçtiği için koymuş. Obed de kul, hizmetçi demek. «Abdullah» kelimesine benziyor.
İslâm’a ilgim, önce onu araştırmakla başladı. 2015’te medyada İslâm’la ilgili haberler geçiyordu. İslâm, Haiti’de «terörist bir organizasyon» olarak nitelendiriliyordu. «İslâm» ve «müslüman» denince insanlarda bir korku meydana geliyordu.
YÜZAKI: İslâmofobi yani!
Obed Davud: Evet. Haberlerde müslümanların hiçbir sebep olmaksızın insanları öldürdüğü söyleniyordu. Ben de araştırmaya başladım; «İslâm nedir?» diye. İnternette bulabildiğim kaynaklara bakıyordum.
Araştırmalarımda Osman Nuri TOPBAŞ’ın Fransızcaya tercüme edilmiş bir kitabına rastladım: «Muhabbetteki Sır» kitabına. Tabiî kitabı tamamen okudum. Okuduktan sonra İslâm’ın anlatılanlardan çok farklı, terör organizasyonuyla hiçbir alâkası olmayan gerçek bir din olduğunu gördüm.
O kitapta İslâm’ın insan hayatına saygısını okudum. Sevgi-saygı çerçevesinde bütün insanların muhabbetle, kardeşçe yaşamasına İslâm’ın büyük değer verdiğini gördüm.
Bilhassa şu dikkatimi çekti: İslâm’ın kaynağında yani Kur’ân-ı Kerim’de; «Bir insanın öldürülmesi, bütün insanlığın öldürülmesine, bir insanın yaşatılması da bütün insanlığın ihyâ edilmesine» eş tutuluyordu.
İslâm’a atılan iftiralardan biri de kadınlarla alâkalıydı.
Medyayı takip ederken, özellikle Fransa’daki ırkçı partinin yayınlarında; «İslâm’ın kadınları dışladığı» suçlaması yer alıyordu. Onu da araştırdım.
Yayınlarda, İslâm’ı suçlayanlar olduğu gibi, onu müdafaa edenler de var.
Onlardan biri de «Tarık RAMAZAN» idi. Bu kişi Oxford’da felsefe hocası. Fransa’da büyümüş fakat Mısır asıllı. Hasan el-Bennâ’nın torunlarından. O; fikirlerinde, İslâm’ın kadını yücelttiğini savunuyordu.
Araştırmamı derinleştirdiğimde Osman Efendi’nin «Muhabbetteki Sır» kitabında kadınlarla ilgili bir bölüm dikkatimi çekti. O kitapta özellikle anlatıyor:
Kadının asıl dışlanması ve şiddete maruz kalması Peygamber Efendimiz’den önceki câhiliyye devrinde yaşanıyordu. Daha sonra Allah Teâlâ’nın Peygamber Efendimiz’i göndermesiyle, bu kadınlara da rahmet oluyor ve haklarını alıyorlar. Oradaki şu hadîs-i şerif de gönül dünyamı okşadı:
“Cennet annelerin ayakları altındadır.”
İslâm’da kadına, olması gereken haklar veriliyor. Bunun yanında kadınlar, tesettür vb. hükümlerle; istismardan, kötü niyetli muamelelerden muhafaza ediliyor. Bu emirlerin maksadı; kadınların değerini düşürmek değil, bilâkis onların kıymetlerini muhafaza ve himaye etmek.
İki şeker misali vardır:
“Birisi ambalâjlı diğeri ambalâjsız. İkisi de yere düşüyor. Size ikram ediliyor. Hangisini seçersiniz?” diye. Yani oradaki temsilde de, yere düşen şekerler dünyadaki kadınlar gibi. O korunaklı olan; teşhir edilmeyen, korunma altına alınan kadınlar, İslâm kadınını temsil ediyor. Daha değerli oluyor. Diğerleri de, herkese teşhir edilen kadınlar gibi.
Yine o eserde; «Hanımına iyi davranan erkeğin ümmetin en hayırlıları» olduğu anlatılıyor. Yani en iyi insanlar, en iyi erkekler olarak bildiriliyor onlar. Gerçek İslâm’da hakikatin, medyada yansıtılanların aksine çok farklı olduğunu gördüm.
Sadece benim hanımım değil çevremdeki hanımların İslâm’a karşı olan soğuklukları bundan dolayı idi. Daha sonra hanımıma bu bölümü okuttum.
Ondan sonra; «Nasıl müslüman olabilirim?» diye araştırmaya başladım. Yani müslüman olmak basit; bir imam huzûrunda kelime-i şahâdeti getirirsiniz ve müslüman olursunuz. Öyleyse bir cami bulmalıydım. Caminin ne olduğunu bilmiyordum o zamana kadar! Bir cami tarif ettiler. Bana tarif edilen cami, oturduğum yere 300 kilometre uzaklıkta başkent Port au Prince’teydi. Oraya gittim. Orada aslen Kanadalı olup, Haiti’ye gidip gelen bir imam vardı. Caminin adı da Fâtiha Camii’ydi. Elhamdülillâh 2015 Ramazan’ından sonra orada şahâdet getirdim. Kendi şehrime döndükten sonra; «daha yakın bir cami bulabilir miyim?» diye araştırdım. Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yaptırdığı bir caminin, bana 50 kilometre uzakta olduğunu tespit ettim. Cuma namazlarına oraya gitmeye başladım.
Orada, yani bulunduğum muhitte; etrafımdaki müslümanlara baktım ki, ilim yok. Cami cemaati dâhil, kimsenin köklü bir ilmi yok. Haiti neredeyse tamamen hıristiyan olduğu için, herhangi bir tebliğde bulunabilmek için gerçekten dîni çok iyi bilmek lâzım.
YÜZAKI: İstanbul’a bu sebeple geldiniz. Değil mi?
Obed Davud: Evet. İslâmiyet hakkında, daha fazla bilgi sahibi olmak istiyordum. İslâm’ı ilk önce «Muhabbetteki Sır» kitabından öğrendiğim için; «İslâmiyet ile ilgili daha fazla bilgi için bu kitabın yazarına ulaşmam lâzım.» diye düşündüm.
Bu kitap beni çok etkiledi. Bütün bakış açımı değiştirdi. Ve bu şekilde; «Dîni bu zâtın ağzından bizzat öğrenmek isterim.» diye böyle bir araştırmaya giriştim. Araştırmalarım neticesinde burada, Osman Nûri TOPBAŞ Efendi’nin İstanbul’da olduğunu, burada yaşadığını gördüm. Meşhur bir hoca efendi ve müellif olduğunu fark ettim.
Haiti’den buraya gelmek kolay olmadı.
Haiti’de Türk konsolosluğu yok. «İstanbul’a nasıl gelinir?» diye araştırdım.
Haiti, ortadan ikiye bölünmüş Hispaniola adası üzerindedir. Adanın diğer tarafında Dominik Cumhuriyeti var. Haiti’den İstanbul’a doğrudan sefer yok. Ben Dominik Adaları’ndan vize aldım. Oradan İspanya / Madrid aktarmalı olarak İstanbul’a gelebilmek için gidiş dönüş bileti aldım. Böyle bir kolaylık tanıyorlar.
Uçak yolculuğu 20 saat sürdü. İstanbul’da havalimanına 16:30’da indim. Yakın bir otel tarif ettiler. Orada sabah Tacikistanlı birisiyle tanıştım. Ona hemen Osman Efendi’yi sordum;
“–Burada bulabilir miyim?” diye.
“–Sen burada bulamazsın. Sen Eyüp’e git. Orada aradığını daha çabuk bulursun. Orası dindar insanların en çok ziyaret ettiği camidir. Oraya gelen giden Afrikalılar ve siyahîler de olur.” dedi. Bana Eyüp civarında ucuz bir pansiyon da tarif etti. Eyüp’e gittim ertesi gün.
“Eyüp Sultan Camii’ne her gün namaza gidersen orada birilerini bulursun.” dedi.
YÜZAKI: Eyüp’te ne kadar kaldınız?
Obed Davud: Eyüp çevresinde günlerce sordum soruşturdum. Tabiî ben Fransızca konuşuyorum. Ancak Fransızca bilen kardeşlere sorabiliyordum. Saat satan Afrikalı arkadaşlara rastladım, fakat onlar haberdar değildi.
Sonunda «Cuma» diye bir kardeşle tanıştım. Cuma, Kongolu bir talebe, İLAM’dan. Onunla tanıştım. Cuma dedi ki;
“–Osman Efendi’nin bulunduğu merkeze seni götürürüm. Kolay olmayabilir ama seni de kendisiyle görüştürürüm.”
O irtibat kurdu ve Osman Efendi ile görüştük. Elhamdülillâh İLAM’da kalmama müsaade ettiler. Burada İslâmiyet’i öğrenmem için seferber oldular. Kendilerine çok teşekkür ediyorum.
Bir eseriyle İslâm ile tanıştım, şimdi de elhamdülillâh bizzat kendisinin bulunduğu merkezde, talebeleri vasıtasıyla İslâm’ı daha iyi bir şekilde tâlim ediyorum. Sonsuz şükürler olsun.
YÜZAKI: Haiti’nin tarihi ve mevcut durumu hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?
Obed Davud: Haiti, Karayip Denizi’nin ikinci büyük adası olan Hispaniola üzerindedir. 1492’de Kristof Kolomb, Haiti’yi keşfetti.
İlk olarak orada ikamet eden, oranın yerlisi Kızılderililer idi. Kolomb gelir gelmez onları köleleştirdi. Haiti batının ilk sömürgesidir.
Haiti’nin madenlerinde yerli halkı köle olarak çalıştırmaya başladı. Fakat onlar nahif, zayıf insanlardı. Kristof Kolomb’un zorladığı zor çalışmalara dayanamıyorlardı. Vücutları daha zayıftı. Bu çalışmalarda çoğu öldü.
Haiti’nin yeraltı zenginlikleri, yani altın vs. madenleri çoktu. Oradaki insanları köleleştiriyor, madenleri çıkarmak için çalıştırıyordu. Ayrıca kakao ziraatı yaptırıyordu. İnsanlar kendi topraklarında önce köle oldular, sonra da öldüler. Onlardan kimse kalmadı!..
Daha sonra Afrika’ya gittiler. Oradan yüz binlerce insanı köle olarak Haiti’ye getirdiler.
Bu arada İspanyollardan sonra Fransızlar da geldiler ve ada ikiye bölündü. Bir kısmı Fransızların, bir kısmı İspanyolların oldu.
Bugünkü Haiti, Fransız kısmı; Dominik Cumhuriyeti de İspanyol kısmı.
Napolyon zamanında farklı Afrika ülkelerinde gezip, güçlü köleler edinip Haiti’ye çalışmaya getiriyorlardı. Bu köleler müslümandı.
Burada mânidar bir husus var:
Köleleştirme esnasında bazı âlimler de, kardeşlerini bırakmamak için kendilerini köleleştirdiler. «Kardeşlerimizi rehbersiz bırakamayız.» diyerek, zincirlere vurulmaya râzı oldular. «Halk dînini unutmasın.» diye onlar da bu çile ve meşakkatlere göğüs gerdiler. Kendi kendilerini köleleştirdiler. Hürriyetlerinden fedâkârlık yaptılar. Onlarla beraber adaya geldiler.
İslâm’ı alenî olarak yaşayamıyorlardı. Gizli olarak gayret ediyorlardı.
Hem İspanyol hıristiyanların hem de Fransız hıristiyanların Pazar günü dînî âyinleri olduğu için o gün kiliseye gidiyorlardı. Müslümanlar da bunu vesile bilerek o gün dinlerini daha rahat yaşıyorlardı, tebliğ ediyorlardı.
Bugün Haiti’nin istiklâlini kazanmasında adı geçen bir kişi var:
Dutty Boukman.
Jamaika’dan getirilen Dutty Boukman’ın müslüman olduğu bildirilmekte. Bu şahıs Kur’ân eğitimi almış bir âlimdi. Başkalarına da İslâm’ı tebliğ etmek istediği için baskıya uğruyordu. Adının, yanında sürekli kitap taşıdığı için Boukman olduğu söylenir. Yine kitabının sağdan sola okunan bir kitap olduğu ifade ediliyor. Kimsenin bilmediği bir kitabı okuduğu için onun hakkında «esrarengiz adam» ve «sihirbaz» gibi sıfatlar da zikredilmiş. Onun âzadlı olduğu, bundan dolayı İslâm’ı tebliğ etmeye çalıştığı bildirilmekte.
Boukman; Bois Caiman adlı ağaçlık yerde 14 Ağustos 1791’de Haitililere bir kurban merasimi icrâ etti. Bu tarih Zilhicce’nin ortalarına yani Kurban Bayramı’na tekabül etmektedir. Orada samimî bir duâ yaptı. Kölelere mücadele etme azmini aşıladı. Lâkin bu toplantı, içlerinden biri tarafından beyazlara aktarıldı. Beyazlar, Boukman’ı Kasım 1791’de katlettiler.
Böylece başlangıcında müslüman olduğu söylenen bir kişinin gayretleriyle isyan başladı ve oradaki Napolyon askerlerine karşı muzaffer oldular, bağımsızlıklarını kazandılar.
Hâlbuki kölelerde sadece ok ve ufak tefek silâhlar vardı. Napolyon askerleri ise silâhlıydı. Bu şekilde karşılaştıkları hâlde mûcizevî şekilde siyahîler galip geldiler. 1804 yılında Haiti ilk siyahî bağımsız ada oldu. Yani bağımsızlığını ilân eden ilk yer oldu. Fakat maalesef İslâmî kök kayboldu.
Diyorum ki:
Haiti eskiden kökü itibarıyla müslümandı. Benim asıl gayem, hedefim; eskiden İslâm beldesi olan o beldeyi fikrî bir dönüşümle tekrar müslümanlaştırmak. Çünkü şu an Hıristiyanlık’la yoğun bir bölge.
YÜZAKI: Haitililer bu tarihî köklerini biliyorlar mı? Yani meselâ Boukman’ın müslüman olduğunu vs.
Obed Davud: Afrikalı köklerini biliyorlar. Fakat çok azı tarih biliyor. Bilen de biraz daha deşmeye çalışıyor. Biraz araştıran, 1492’den sonra gelen bütün Afrikalıların müslüman olduğunu bulur. Bu tarihî bir vak‘a. Bunun da üstünü kapatmaya çalışıyorlar. Fakat hakikat ortaya çıkmaya başladı.
Meselâ geçen hafta Haiti’de en çok dinlenen radyolardan bir tanesinde, program yapımcılarından bir tanesi bir din adamını davet etti programına. Bu kişi kiliseyi terk ederek, kendi araştırmalarını yapmaya başlayan bir kişi…
Araştırdıkça o da görmüş ki: Şimdiye kadar Hıristiyanlık’la ilgili verilen eğitimin hepsi yalan. Yani;
• «İsa -aleyhisselâm-’ın çarmıha gerilmesi.» yalan.
• «İsa -aleyhisselâm-’ın Rabbin oğlu olduğu.» yalan.
Bu da insanların zihinlerini köleleştirmek için zenginlerin ve en üst seviyedeki kilisenin yaptığı bir oyun.
Bu adamın söylediği bilgiler İslâm ile uyum içinde. O radyo programcısı şimdi programına çıkarmak için Fransızca bilen müslüman bir âlim araştırıyor. Benim akrabalarımdan birisi müslüman. Bu programdan bahsetti. Bana; «İlgini çeker mi, çekmez mi?» diye sordu. Ben henüz hazır olmadığım için, oradaki İmam Hanif adında bir cami imamına yönlendirdim.
YÜZAKI: Şu anda Haiti’de ne kadar müslüman var?
Obed Davud: Haiti’nin toplam nüfusu yaklaşık 13 milyon. 2300 kadar müslüman var. Her gün yeni müslüman olanlar oluyor.
Haiti’de 2004’te bazı siyasî-askerî karışıklıklar oldu. BM’den barış gücü geldi. Gönderilen askerlerle beraber gelen Pakistanlı müslümanlar da oldu. «Kırmızı alanlar» denilen en tehlikeli yerlerde müslüman askerleri vazifelendirmişler. Onlar da dînî tebligatta bulunmuşlar. Böylece müslümanların sayısı arttı. 2010’da meydana gelen ve 200.000 kişinin hayatını kaybettiği büyük depremden sonra da Türkiye’den yardımlar geldi. Diyanet de bahsettiğim camiyi yaptırdı.
YÜZAKI: Biraz da ailenizden bahsedebilir misiniz?
Obed Davud: Babam hâkimdi ve aynı zamanda din adamıydı. Vefat etmeden 10 yıl önce de milletvekili oldu.
Ben babamın dînî eğitimini sevmiyordum. Babam 5 tane kiliseye bakıyordu. Ben kiliseye alâka duymadığım için bana çok kızardı. Bir gün bir aile toplantısında bana serzenişte bulundu:
“–Ben şimdiye kadar kazandığım her şeyi dînim vesilesiyle kazandım. Eğer sen benimle aynı îmâna sahip olmazsan, aynı yolu takip etmezsen sen hiçbir şey olamazsın.” dedi.
Bu sözler, beni şoka uğrattı;
“–Allah isterse ben de bir yerlere gelebilirim ve senin öğrendiğini de öğrenirim.” dedim. Babamın bir vasfı da hâkim vasfı olunca, ben de hukuk okudum.
İslâm’ı duymadan önce bile Hıristiyanlık’ta bir eksiklik olduğunu hissediyordum. Allâh’ın lutfu; ben çok soru sorardım. Orada soruların önünü kapatma vardır. Çok soru sorman istenmez. Soruları cevapsız bırakırlar. Üstü kapalı, izah edilemeyen şeylere de inanmak gerekiyordu. Bu beni Hıristiyanlık’tan soğuttu. Bir zaman geldi, kiliseyi tamamen bıraktım. Kilisenin hâricinde dînî araştırmalar yaptım. Mâneviyatla ilgili araştırmalarda bulundum. Müslüman olduktan sonra şunu fark ettim:
İslâm Hıristiyanlık’tan çok farklı. İslâm’da özellikle tefekküre yönelik; «Tefekkür edin, düşünün.» tarzında bir yönlendirme var.
Evet, İslâm’da şu da var; aklın bitiminde din başlıyor. Hıristiyanlık’ta tam tersi. Yani İslâm’da aklın sınırında din, îman başlıyor. Ulaşabildiğin yere kadar tefekkür edeceksin, onun dışında îmân olacak. Ama Hıristiyanlık’ta tam tersi, böyle değil.
Hıristiyanlık’ta kaynakların tahrif edilmiş olması da büyük bir problem.
Hıristiyanlık’ta kullandığımız İncil, tercüme edilmiş bir İncil. Romalılar zamanında Ârâmîceden Yunancaya tercüme ettiler. Orada da diğer dillere çevrildi. Tahrifler tâ baştan başladı. Yani Ârâmîceden tercümeler yapıldığı zamanda.
YÜZAKI: Teslis de böyle mi çıktı?
Obed Davud: Orada tercümeler yapılırken Yaratıcı’nın vasfı olarak; «Baba»dan bahsedilir. Yaratıcı’dan bahsederken; «Rabbim!» derken, işte; «Rab!», «Baba» olarak geçiyor, tercümede bozulmuş. Orada konuşma tarzından kaynaklanan bir yanılgı var. Tercümede bu; gerçek baba, gerçek oğul gibi algılandı, bozuldu. İsa -aleyhisselâm- da babasız yaratıldığı için orada bir benzetme oldu.
Yine peygamberlere ağır iftiralar atılıyor. Yakışmayacak şeyler isnâd ediliyor. İslâm’da ise peygamberlerin ismet sahibi oldukları ve günah işlemediklerine dair bilgi var.
İslâm’da bütün peygamberlere îmân ediliyor. Fakat meselâ Protestanlardaki bilgi şöyle; Musa -aleyhisselâm- da peygamberdir. Fakat İsa -aleyhisselâm-’ın gelişiyle o tamamen silindi. Yani reddedildi!
YÜZAKI: Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i niçin kabul etmiyorlar?
Obed Davud: Peygamber Efendimiz’le ilgili bir şey yok. Aslında İncil’de «Faraklit» kelimesi geçiyor. Fakat onu başka mânâyla te’vil ederek tahrif ediyorlar. Rûhu’l-Kudüs gibi, yani teselli edici gibi bir mânâyla değiştiriyorlar.
Hıristiyanlar iki grup.
Bir grup, din adamı, ilâhiyatçı diyebileceğimiz kişiler. Onlar İslâm hakkında bilgi sahibidirler. Fakat yansıtmazlar.
İkinci grup ise halktır. Sâfiyetle inananlar… Samimiyetle yönelen kişiler. Bunların İslâm’ı öğrendikleri zaman kolayla İslâm’ı seçeceklerine inanıyorum.
Şimdi Rabbimin lutfettiği bu fırsatla, kendimi güzelce yetiştirmek; İslâm’ı çok güzel öğrenmek istiyorum. Sonra memleketimde tebliğe koşmak istiyorum.
Bana muvaffak olabilmem için duâ edin…