NEYE HAYIR, NİÇİN EVET?

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

16 Nisan günü ülkemizde bir referandum yani halk oylaması yapılacak. Türkiye Büyük Millet Meclisinden iki partinin 330’dan fazla milletvekilinin reyleriyle teklif ve kabul edilen 18 maddelik bir anayasa paketi.

Paketin tafsilâtına girmeye hiç gerek yok. Özü ve hulâsası:

Ülkenin nasıl yönetileceğine dair temel esası belirliyor:

Bu ülkeyi kim yönetsin?

Doğrudan halk mı? Halkın doğrudan seçeceği bir cumhurbaşkanı mı?

Yoksa karmaşık ilişkilere sahip partilerin, koalisyonların, bürokrasinin yani vesayetin ayak oyunları mı?

Tarihi ve mâzîsi, bir milleti takip ediyor. Kendisi unutsa, herkes unutturmak istese dahî, bizimkisi unutulacak ve unutturulacak bir tarih değil. Bu stratejik coğrafyada, 1.000 seneye yakın zamandır varız. Geldiğimiz günden beri; önce Bizans, sonra haçlılar, sonra düvel-i muazzama tarafından sürekli yok edilmekle tehdit edildik. Varlığımız burada hiçbir zaman istenmedi.

Garbın elçilerinin üzengi öpmeye hasret olduğu muzaffer devirlerimizde; padişahlar dirâyetli olduğu gibi, vezir ve benzeri üst seviyedeki idareciler de, Enderun’da hususî yetiştirilmekte idi. Askeriyye, başa bağlıydı. İlmiyye hak ve hakikate sâdıktı.

Son asırlarda ise, Osmanlı’da idare krizleri başladı. Eski zamanların dirâyetli padişahları, ekber-erşed sistemiyle artık sembolikleştirilmişti. Eski kıvamını kaybeden Enderun ise, batı tarzında ve batı kafasında açılan mekteplere mağlûp olmuştu.

Artık ülkeyi yönetmek; Fransız, İngiliz ve Rus yanlısı oldukları neredeyse alenî bilinen, kalıpları Osmanlı, kalpleri batılı, mason localarına bulaşmış vezirlere kalmıştı. Meselâ Tanzîmat sonrasında tahterevalli gibi biri gidip biri gelen Mustafa Reşid, Fuad ve Âlî Paşalar, o muazzam devleti, tam da Avrupa’nın istediği gibi; «hasta adam» hâline getirdiler. Mâni gördüklerini, Sultan Abdülaziz gibi şehid ettiler. Sultan Abdülhamid gibi hal‘ ettiler. Vesayet o günlerden başlamıştı.

Bunlara bir misal olarak, Fuad Paşa’dan birkaç anekdot verelim:

Mustafa Reşid Paşa’nın yetiştirmesi olan Fuad Paşa Fransız politikası taraftarı idi. Sadrazamlığı sırasında padişahın emirlerine karşı geldiği için vazifeden alınmıştı. Volterci fikirlere sahip olup İslâmî meziyetlerden uzaktı. Beyoğlu’nda Fransızların açtığı mason locasına kayıtlı idi. Nusayrî bir aileden evlenmişti.

Fuad Paşa, sadrazam ve serasker iken bir Ramazan günü Bâyezîd Câmii’ne namaz kılmaya gitmişti. Cemaatin kalabalık olması sebebiyle avluda kalmıştı. Namaza duracağı vakit geride duran yâverlerine namaz kılmalarını söyledi. Onların;

“–Abdestimiz yok!” demeleri üzerine de; dînî konulardaki gevşeklik ve kayıtsızlığını ortaya koyarak;

“–Kimin abdesti var ki?!.” diyerek imama uydu.

Ehl-i İslâm’a verdiği zarar, bu misaldeki gibi şahsına münhasır değildi. Suriye vilâyetinde müslümanlarla hıristiyanlar arasında meydana gelen vukuatı çözüme kavuşturmak için vazifelendirildi. Fakat o; hıristiyanları kayırdı, müslümanları acımasızca cezalandırdı. Mazlumlara zulmetti. Çünkü menfaatlerini kolladığı Fransa, Katoliklerin hâmîliğini güdüyordu. Fuad Paşa da onlara yaranmak istiyordu. O zulümlerinin üzerinden çok geçmeden; iki oğlu peş peşe öldü, iki konağı peş peşe yandı. Halk, başına gelenlerin, mazlumların âhı olduğuna inanıyordu. Bir şair şöyle söyledi:

Şer‘in ahkâmını feshetmeyi ettikçe murâd,
Gadab-ı Hak ile makhûr olur elbette Fuâd…
Âteş-i zulm ile yandıkça hemân kalb-i ibâd,
Tutuşup yandı bu şeb, hâne-i berbâd-ı Fuâd.

Mısır’ın Osmanlı’dan kopmasını hızlandıran hidivliği (babadan oğula geçen valiliği) de o kabul etti.

Bir gün diplomatlar toplantısında Avrupa devletlerinin kuvvet ve kudretinden bahsolunduğu sırada Fuad Paşa;

“En kuvvetli devlet Osmanlı Devleti’dir. Siz dışarıdan biz içeriden yıkmaya çalışıyoruz yine yıkamıyoruz.” diyerek niyetini itiraf etmişti.

Kendi cenazesi de ibretlerle dolu oldu.

Fransa’nın Nice şehrinde öldüğünde, oranın patriği kendisine Katolik merasimi yapmak istedi. Çünkü Paşa oraya gelmeden önce Papa’nın elini öpmüştü. Fransa’da şatafatlı bir cenaze merasimi yapılarak, cenazesi bir Fransız gemisiyle İstanbul’a getirildi. İstanbul’da da büyük bir cenaze merasimi yapılarak Üçler Camii civarındaki türbesine defnedildi.

Cevdet Paşa, Mârûzat adlı eserinde;

“Fuad Paşa’nın cenazesi Dersaâdet’e getirilip müheyyâ (hazır) olan türbesine götürülürken, sanki bir alafranga alay gibi herkes gülüyordu.” diyerek onun ölümü esnasında müslümanların sevindiklerini ifade etmiştir.

Onun gibi ecnebî hayranı paşalardan Âlî Paşa da benzer bir son yaşadı:

Yenikapı Mevlevî şeyhi Osman Efendi, Âlî Paşa’nın cenazesi başında, her zamanki gibi cemaate;

“–Bu zâtı nasıl bilirdiniz?” diye sordu.

Kimseden ses çıkmadı.

Tekrar sordu:

“–Bu zâtı nasıl bilirdiniz?”

Yine kimseden ses çıkmadı.

Üçüncü kez sordu:

Yine hiçbir müsbet cevap alamadı. Bu hâl üzere defnedildi.

Koca imparatorluğu yabancı elçiliklerin tesiriyle yöneten bu vesayet sistemi, propaganda olarak;

“Devleti; padişah değil, meclis yönetsin.” diyordu.

Lâkin bugünün bölücü siyasetçileri gibi; o günün birtakım bölücü ve ayrılıkçı mebusları da, ülkenin selâmeti için değil, yabancı devletlerin menfaati için çalışmaktaydılar. Düşünün ki Meclis-i Mebusân’a Suriye gibi bir İslâm diyarından mebus olarak bir Ermeni gönderilmişti. Sebep sorulduğunda, müslümanların kendilerini temsil edecek münevver bir şahıs bulamadıkları iddia ediliyordu.

Abdülhamid Han; müslüman halkın henüz mukadderâtını eline alabilecek kudrete ulaşamadığını, bunun için zaman gerektiğini görerek, meclisi kapattı. Halkın eğitimi ve ümmetin ittihâdı üzerinde gayret etti.

Hakikaten zaman içinde halk, rey gücünü kullanmayı öğrendi. 1946 rûhu denilen millet hareketi, 1950’de Demokrat Parti ile iktidarı aldı. En azından ezan, aslına döndü. İlk Kur’ân kursları ve imam-hatipler zuhur etti.

Halkın iktidarı 1960’ta ancak, iftira ve tezvîratlarla dolu bir darbeyle sonlandırıldı. Halkın başbakanı sudan sebeplerle idam edildi. Ardından da halkın kendini yönetme azmi; her on, on beş yılda bir, darbelerle kesintilere uğratıldı.

Halkın seçtiği idareciler, ancak başbakanlığa kadar yükselebiliyordu. Siyasî partiler de masonların cirit attığı mahfiller idi. Cumhurbaşkanlığı ise tamamen vesayetin elindeydi.

1980 darbesi gerçekleştiği esnada ülkenin bir cumhurbaşkanı yoktu. Çünkü parlamenter sistem tıkanmıştı; partiler kendi adaylarında ısrar ediyorlar, turlar birbirini kovalıyordu. Bu oyalanma içindeyken darbe geldi.

Henüz 100 yaşına girmeyen cumhuriyetimizin başkanlarının çoğu, askeriye ve bürokrasi menşeli oldular. Cumhurbaşkanı olmaları; halkın talebinden ziyade, darbelerin, baskıların ve vesayet rejiminin neticesiydi. Halkın iradesi devlet başkanını belirlemeye yansıtılamıyordu.
Rahmetli Turgut ÖZAL ile siyasetten gelen ve meclis tarafından seçilen sivil cumhurbaşkanıyla tanıştık. Fakat teoride partisiz olması gereken bu makam, pratikte hiçbir zaman siyaset üstü olmadı. Cumhurbaşkanı siyasetten gelecek ise, demokrasinin gereği bu ise; sorumluluk ve icrâ meselesinde yine iki başlılık gibi pürüzler çıkıyordu.
2001’de bürokrasiden gelmiş bir cumhurbaşkanı, seçilmiş başbakanla ters düşüp, kendisine anayasa kitapçığı fırlattı. Hâlbuki o cumhurbaşkanını o başbakanın partisi seçtirmişti ve siyasî anlayış olarak da benzer ve yakın anlayıştaydılar. Fakat en üst seviyede yaşanan bu krizde, ülkemiz milyar dolarlar kaybetti.
Daha sonra halk; yapılan seçimlerde, o güne kadar gelen irili ufaklı birçok partiden meydana gelen siyasî yapıyı tasfiye etti. Az partili bir meclis ve hâlen devam eden tek başına bir iktidarı seçti.
2007’de, meclisin cumhurbaşkanı seçmesine bu sefer yargı vesayeti yoluyla mâni olununca, yine referanduma başvuruldu, yani halka gidildi. Halk;
“Artık cumhurbaşkanını ben seçmek istiyorum!” dedi.
Halkın reyleriyle ilk cumhurbaşkanı seçilmesi, 2014 Ağustos’unda gerçekleşti.
İşte 16 Nisan referandumu, bu kararın tabiî olarak gerektirdiği bir düzenleme. Zira;
Seçimle gelen bir cumhurbaşkanı ve seçimle gelen bir başbakanın, devlet yönetiminde ikilik oluşturacağı çok açık.
Seçilmiş cumhurbaşkanının icrâdan yani idareden uzak tutulması ise, onun halka karşı sorumluluğuyla bağdaşmıyor. 2014’ten beri, iktidar değişikliği yaşanmadığı için gözle görülür bir çekişme yaşanmadıysa da, geleceğin riske atılması doğru değil…
Ülkemiz, uzun uğraşlarla ve büyük bedellerle, Tanzîmat’tan beri süren vesayetten kurtulma yolunda…
Bu sebeple;
Vesayete hayır, halkın iradesine evet!..
İnancın gereği olan başörtüsünün okul vb. sahalarda serbest kalması henüz birkaç yıllık bir hürriyet…
Yasaklara hayır, inanç hürriyetine evet!..

28 Şubat’ta milletimizin, evlâtlarına inancını öğretebilmesini engelleyen adımlar atıldı. İmam-hatipler kapatıldı, Kur’ân öğrenmenin önüne yaş engelleri kondu. İnanan kesimin müesseseleri kapatıldı, vakıfları lâğvedildi, partileri yasaklandı, liderleri yasaklı hâle getirildi. Bunlar post-modern bir darbeyle yapıldı, yani meclis aritmetiğiyle oynandı. Vekiller istifa ettirildi. Ülke, koalisyonlar ve azınlık hükûmetleriyle perişan edildi.

Tarih ve köklerimizden kopuşa hayır, yeniden millî ve mânevî değerlerimizle kucaklaşmaya evet!..

İttihat ve Terakkî gibi, kökü ve kuyruğu dışarıda, ecnebî güdümlü yapılara hayır; halkın özünden gelen, millî anlayış ve hareketlere evet!..

Bölücü, ayrılıkçı, yabancı maşası, mason, tavizkâr, papa eli öpen anlayışlara hayır; milletin sînesinden doğup gelen ve gelecek liderlere, kadrolara evet!..

Hulâsa etmeye çalıştığımız asırlarda; kendini halk adına her türlü tatbikatı yapmaya ehil gören vesayetçiler, halka hiçbir şey sormadılar.

Tarihimizden koparılırken halka sorulmadı.

Köklerimizden ayrılırken halka sorulmadı.

Şimdi halka sorulmakta. Halk kararını verecek, herkes hürmet edecek.

Mührü halktan uzaklaştırmaya hayır, halka sormaya evet!..

Reyini veren herkes düşünmeli:

Hangi gerekçe ile hayır, hangi gerekçe ile evet?

Teorik ve felsefî lâkırdılar, sanki mevcut hâl çok kusursuz ve mükemmelmiş gibi paketi teknik ayrıntılarla tenkit etmeler, yıllar süren Anayasa komisyonlarından hiçbir şey çıkmadığını bile bile, beyhûde geniş mutabakat arayışından dem vurmalar, bunlar lâf u güzaf ve maval!..

Paket; tek bir partinin değil, ülke çapında yüzde 70’lere yakın tabanı bulunan iki partinin tasarısıdır. Mutabakat olarak da bu zemin kâfîdir.

İşin özü:

Kimler evet diyor, kimler hayır diyor?

Ben kimlerle beraber olmalıyım?