ZAFER=ÎMAN ve FEDÂKÂRLIK!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Tarihin bize defalarca seyrettirdiği bir gerçek:

Zaferler, ne sayı ne silâh üstünlüğü. Onlar sadece sarsılmaz bir îman ve fedâkârlığın neticesi ve mührü.

Bedir’de İslâm ordusu, maddî mahiyet itibarıyla çok zayıftı. Bizdeki 3 atlıya mukabil, karşı tarafta 200 atlı vardı. Yine bizdeki 70 develi muharibe mukabil, karşı taraf 700 develi savaşçıya sahipti. Bizim kanatta, cılız çocuklar ve yaşlılarla birlikte 313 kişi, karşı tarafta ise hepsi gürbüz savaşçılardan seçilmiş 1000 kişi vardı. Ancak İslâm ordusunun bütün zayıf ve cılız görüntüsüne rağmen çok güçlü oldukları bir yönleri vardı:

Sarsılmaz îmanları ve fedâkârlıkları.

Bu cihetten onlar, o kadar kuvvetliydi ki, hem karşısındaki 1000 kişiyi, hem daha olsa ikinci, üçüncü 1000 kişiyi de alt edebilecek bir dirâyet ve irade ile doluydular. Çünkü;

Hiçbiri dönmek üzere değil, hepsi de şehid olmak üzere meydana atılmıştı. İşte bu, Hakk’ın yenilmez gücünü devreye sokan bir îman ve fedâkârlıktı. Böyle bir kudretin karşısında en güçlü ordular bile dize gelmişti. Bedir’de henüz savaş başlamadan dahî bu durum müşrik saflarını ürküttü. Henüz kılıçlar çekilmediği hâlde onları psikolojik bakımdan âdeta yüreklerinden okladı ve ruhlarını devirdi. Ebû Cehil, İslâm ordusunun durumunu tespit için Ebû Üsâme ile Vehboğlu’nu göndermişti:

Ebû Üsâme ve Vehboğlu, ehl-i İslâm’ı,
Dolaştılar, dediler: «–İşte onların nâmı!
Tamâmı ölmeye gelmiş, dönüş kederleri yok,
Siper, kılıçlarıdır, belli; zırhı, miğferi yok!
Süvâri az, deve az, asker az, hazırlık az,
Fakat yürekleri müthiş, bu ordu alt olmaz!»

(Vâkıdî, I, 62)

Hakikaten öyle oldu.

Bedr’in arslanları alt olmadı.

Belki zâhiren çok zayıf da olsalar mânen onlar, Hakk’ın yenilmez gücünü devreye sokan bir îman ve fedâkârlık içindeydiler.

O gün;

En önde koşturarak harbe girdi Peygamber,
Buyurdu: «–Hamle edin, ey sahâbe, vakt-i zafer!»
«-Bugün- yenilgiye onlar, o kitle uğrayacak,
Sonunda hep kaçacak hepsi sırt dönüp ancak!» (el-Kamer, 45)

Sahâbe ordusu coştukça coştu, bastırdı,
Yiğitler öyle ki, ellerde çok kılıç kırdı. (Seyrî)

Muhteşem bir zafer nasip oldu.

Yıllar önce de böyle olmuştu. Hazret-i Dâvud bir çocuktu henüz. Tâlut’un ordusunda zalim Câlût’a karşı sefere çıkılmıştı. Ordu 80.000 kişi idi önce. Sonra yol üzerindeki ilâhî imtihanlarla ayıklandı, ayıklandı ve Bedir ashâbı kadar kaldı. Yani 313 kişi. Fakat aynı şekilde müthiş bir îman ve fedâkârlık sahibi küçük bir ordu. Dolayısıyla başarısı öyle büyük oldu ki, tarihler şaşırdı. O sıra çocuk olan Hazret-i Dâvud bir sapan taşı ile koca Câlût’u yere devirdi.

Cenâb-ı Hak buyurur:

“…Nice az sayıda bir birlik, Allâh’ın izniyle nice çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir…” (el-Bakara, 249)

Yıllar sonra da böyle oldu.

Târık bin Ziyad, İspanya’yı fethetmek için bismillâh dedi. Fakat ordusu sayıca çok azdı. 5 bin kişiydi. Karşı taraf ise, yenilmez denilen azılı silâhşörlerden oluşmuş 90 binin üzerinde bir orduydu. Târık bin Ziyad da;

“–Dönmeye değil şehîden ölmeye azmettik!” dedi.

Ardındaki gemileri de kayıkları da yaktı. Dönüş imkânı bırakmadı kendilerine. Önlerinde tek tercih kaldı:

Ya şehâdet ya zafer!

Îman ve fedâkârlıkla zafer nasip oldu.

İşte;

Yine bu îman ve fedâkârlık, bizlere Anadolu’nun kapılarını açtı. Malazgirt’te Alparslan’ın kumandanlığında kazandığımız zaferin sırrı da buydu. Küçücük bir beylik olan Osmanlı’yı muhteşem bir imparatorluk hâline getiren kudret de yine buydu. İstanbul’un fethini müyesser eden de bu kudretti. Üç kıtada fetih sancaklarımızı dalgalandıran yine bu hakikatti. Sayısız haçlı ordularını dize getiren yine buydu. Düşman ne kadar çok ve güçlü de olsa onları mağlûp eden sırrımızdı bu.

Dün 1915’te Çanakkale’de yedi düvele karşı bizi galip eyleyen de buydu:

Îman ve fedâkârlık.

İlâhî yardımın devreye girdiği bir mahiyette bu îman ve fedâkârlığın karşılığı daima zafer olarak tecellî etti.

Çanakkale’de de öyle oldu.

İngiliz Harbiye Nâzırı Churchill, bu gerçeğin karşısında şu itirafta bulundu:

“Çanakkale’de biz, Türklerle değil, Allah ile harp ettik!.. Tabiî ki yenildik…”

Sonra İstiklâl Harbi’nde de aynı gerçek yaşandı.

Ve;

15 Temmuz 2016.

Şanlı tarihimiz aynı hakikati en muhteşem tablosuyla bir kez daha yaşadı ve satır satır nakşetti.

Bu sebepledir ki;

O îman ve fedâkârlığın eğitimi, her şeyden mühim. Matematikten de fizikten de. Elbette matematik ve fizik de çok mühim fakat tarihin seyrinde öyle bir yere geliniyor ki, ikisi de âciz kalıyor. İşte o noktada âciz kalmayan ve âciz bırakmayan tek kudret:

Îman ve fedâkârlık.

İşte bunun için îman ve fedâkârlığın eğitimi her şeyden daha gerekli.

Yeri geldi.

Şunu, altını iki kere çizerek ve de en büyük harflerle yazıp söylemeli:

Düşman Çanakkale’de yenilince hücum şeklini değiştirdi. Bütün hücumunu o yenemediği îmânı ve fedâkârlığı yıkmaya yöneltti. Ezanlar bu yüzden yasaklandı bir zamanlar bu memlekette, Kur’ân ve îman bu yüzden yasaklandı. Lâkin çok şükür yüce Allah, toprağın altında yatan milyonla şühedâ hürmetine buna müsaade etmedi. O îman daima yeşerdi ve o fedâkârlık daima dipdiri kaldı gönüllerde.

Onun için hain düşman bugün yine aynı taktikle ve aynı gayeyle topyekûn saldırdı. Bu sefer îman görüntüsü altında da îmânı tahrip etmek için her koldan hücum hâlinde.

Çok açık:

15 Temmuz sonrasında milletin sînesinde o îmânı besleyen trafo merkezleri durumundaki tertemiz yapılara ve fedâkâr topluluklara karşı da sinsi bir saldırı başlatıldı. Cemaatleri karalayıp tasfiye etme rüzgârı estirildi. Çünkü fırsat bu fırsat, çok müsait bir şablon buldular. Bir cemaat isyan etmişti, öyleyse bütün cemaatler potansiyel birer ihanet topluluklarıydı.

Yahu;

Potansiyel gözüyle bakılacaksa, herkesten önce bunu söyleyenlerin kendileri ihanet için potansiyel kimseler ve kitleler demektir. Nasıl ki trafikte herkes bir şekilde kaza yapma potansiyeline sahipse ve kimse bundan istisnâ değilse, aynı şekilde bu iddiada bulunanlar da önce kendileri bu kargaşa trafiğinde ihanet potansiyeline herkesten daha fazla dâhildirler. Çünkü toplumdaki yegâne zafer vesilesi olan o sarsılmaz îman ve fedâkârlık merkezlerini tahrip etmeye yönelmiş olmaları, her türlü potansiyel ihaneti içinde barındırır zaten. Dırdıra ne hâcet, onların yaptığı, ancak düşmanın ekmeğine yağ sürmek ve bizi değil hainleri başarıya ulaştırmak için sinsi bir hamle.

Yahu;

Dış mihrakların casusluk şebekesi olan yapı veya yapılar ile iç ve öz bünyenin milletçe zafer kazanmasına mahsus olan en sâdık ve samimî îman ve fedâkârlık merkezlerini aynı kefeye koymak ve sonra da tertemiz yapıları topa tutmaya kalkışmaktan daha düşmanca bir tuzak olabilir mi?

Gerçekten de;

Yıkamadıkları bir milleti, onları ayakta tutan dinamiği yok ederek yıkmak istikametinde ve üstelik kendi elleriyle intihara zorlamak, çok ince hazırlanmış gizli bir pusudur, düşman hilesidir.

Bu tür hileler ve pusular;

Hangi kılıfa bürünürlerse bürünsünler asla dost yaklaşımı ve samimiyet değildir. Bunlar, dün Çanakkale ve İstiklâl Harbi’nde milletin bekā duygusuyla ortaya koyduğu îman ve fedâkârlığına karşı yenilenlerin kara kara düşünüp de artık hücum yönlerini o îman ve fedâkârlığı târumâr etmeye çevirmesini aynıyla tekrar etmeye çalışan ya gafilâne ya kasıtlı saldırganlıklardır. Haçlıların bizim hakkımızda;

“Bunların elinden Kur’ân’ı almadıkça asla mağlûp edemeyiz!” cümlesinin açılımı olarak bugün aynı mihraklar;

“Bu milletin en zor anlarda birden ortaya çıkan o sarsılmaz îman ve fedâkârlığını yok etmedikçe, sırtlarını yere getirmek mümkün değil!” ekseninde hareket ediyorlar.

Hem de;

Bu bariz ve zalimâne hamlelerini, daima en sıcak ve masumâne şeylermiş gibi gösteriyor ve yapacaklarını yapıyorlar. Çünkü doğrudan İslâm’a saldırmak, her zaman tabiî ki ters tepiyor, ama onun üzerine başka bir kılıf koyup da o kılıfa saldırıyor olunca, güya çok masumâne bir tablo çizmiş oluyorlar. Şimdi geride kaldı ya, «irtica» ifadesi de böyle bir şeydi. İrtica kılıfına saldırmak, neredeyse çok normal ve masumâne bir şeydi âdeta. Fakat o kılıfın içyüzünde maalesef ki İslâm vardı. Bugün aynı manevralar, farklı kılıflarla devam edip gidiyor. Çok şükür ki, gitgide her şeye karşı daha ârif hâle gelen milletimiz bu hususta da gafil değil. Olmamalı da. Yoksa, bağrındaki o zafer sırrı olan îman ve fedâkârlığı zalim hırsızlara kaptırır. Sonra da her şeyini düşmana kaptırmaya başlar, memleketini de, devletini de.

Hâsılı;

Ne casuslara îman ve fedâkârlık kılıfı giydirmeli, ne de îman ve fedâkârlıklara casusluk kılıfı yapıştırmalı. İki tuzağa da asla müsaade edilmemeli.

Çünkü;

Hür bayrağımızın hür şafaklarımızda ebedî dalgalanması için onu tutan bileklerin ve yüreklerin;

Daima sarsılmaz bir îman ve fedâkârlık üzere olması lâzım.

Eğitim;

Bunu başardığı müddetçe, en büyük vazifesini yerine getirmiş olur.

Çünkü;

Her tarafı tarihin en kırılgan faylarıyla dolu olduğundan dolayı üzerindeki zayıf milletleri kaç sefer yok edip de sadece îman ve fedâkârlığı güçlü olan milletleri yaşatan bu stratejik coğrafyada;

Alçalıp küçülenler, farelere yem olur,
Yücelip büyüyenler, aslanlara gem olur!.. (Seyrî)

Dün olduğu gibi, bugün de;

Aslanlara gem vuracak yiğitlerin ve yüreklerin var olması ve gelecek nesillerin de öyle yetişmesi, ancak ve ancak îman ve fedâkârlıklarla olacaktır.

Yâ Rab!

Daima nasib et!

Âmîn!..