KAN AĞLAYAN ÜMMET COĞRAFYASI BİZİ BEKLİYOR…

YAZAR : Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

Çok değil, bir asır öncesine kadar; coğrafî sınırları üç kıtaya ulaşan, gittiği her yere medeniyet götüren, dünyaya adâlet dağıtan bir toplumduk.

Maiyyetimizde bulunan ülkelerde yaşayan insanlar, güven ve emniyet içerisinde yaşıyordu. Irk, dil ve inanç farklılıkları; insanları birbirinden ayırmak yerine, daha düzenli ve dikkatli bir şekilde yaşamalarına imkân sağlıyordu.

Ecdâdımız, o kadar engin gönüllü idi ve özgüvene sahipti ki; fethettikleri bölgelerde yaşayan insanların hiçbirinin inançlarına, dillerine ve kültürlerine müdahale etmemiş, insanların kendi iradeleri ile İslâm’ı kabul etmesini benimsemiş, bunun dışında herkesin inancını rahatça yaşamasına fırsat tanımıştır. Böylece; bünyesinde onlarca farklı ırk ve kültür barındırmasına rağmen, toplumu bir arada tutan îman çimentosu ile fertler birbirine sımsıkı bağlarla bağlanmıştı.

Gerek içeriden gerekse dışarıdan bu birliği bozmak isteyenler, ellerindeki bütün imkânları kullandılar. Devletin sınırlarının genişliği, iletişim imkânlarının sınırlı ve yavaş olması sebebi ile problemler, zamanında devletin merkezine iletilemedi. Bazı yöneticilerin eksik, hatalı veya keyfî icraatları; halkı rahatsız etti. Adâlet geç kalınca, fitne odakları harekete geçti. Yalan ve yanlış ifadeler, insanları birbirinden ve bağlı oldukları yönetimden uzaklaştırdı. Bedenleri birbirlerine uzak olanların yürekleri de uzaklaşınca ayrılma kaçınılmaz oldu.

Altı asır, dünyaya hükmeden bir imparatorluğun, birbirlerine tuğla misali kenetlenmiş vatandaşlarını; birbirlerinden ayırmak için, gece-gündüz çalıştılar, çabaladılar ve başardılar. Bunu yaparken de öyle gizleme ihtiyacı hissetmediler, göstere göstere yaptılar. Ancak, bu tuzağı görmesi gereken insanlar maalesef ki göremediler.

Ernest Renan adında bir oryantalist şöyle söylüyor:

“Hayret ediyorum şu müslümanlara… Pakistanlıya soruyorum;

«–Sen kimsin?» diye;

«–Ben müslümanım.» diyor.

Türk’e soruyorum;

«–Sen kimsin?» diye, o da;

«–Ben müslümanım.» diyor. Kürt’e, Arap’a soruyorum. Onlar da;

«–Ben müslümanım.» diyor.

Ne zaman siz onlara;

«–Siz kimsiniz?» diye sorduğunuzda onlar;

«–Biz Pakistanlıyız, biz Türk’üz, biz Kürt’üz…» derler ve kendi nesepleriyle iftihar etmeye başlarlarsa işte o zaman onları ayaklar altına alabilirsiniz.”

Kimliğinde Osmanlı yazan, sorulduğu zaman;

“Ben müslümanım.” diyen insanların; kimini makam, kimini para, kimini ise kavmiyetçilik ile kandırıp, yeryüzündeki bütün müslümanların hâmîsi durumundaki bir imparatorluğun, yıkılmasına sebep oldular.

Fitne odaklarının çabaları sonucu parçalanan Osmanlı İmparatorluğu’ndan bakiye kalan ülkemizde ise; canını dişine takarak çabalayan ve son müslüman toprağını düşmanlara vermeyen insanlar, savaş kazanıldıktan sonra hayal kırıklığına uğratıldılar. Toplumun inanç yapısına uymayan bir gidişat tatbik edildi.

1924 yılında, hilâfetin ilgāsı ile başsız kalan ümmet; tıpkı imâmesi kopmuş tesbih gibi darmadağın oldu. Osmanlı’dan koparılıp, cetvel ile harita üzerinde belirlenen sınırlarla birbirinden ayrılan devletler, batılı sömürgeci ülkelerin oyuncağı hâline geldi.

Asırlarca hüküm sürdüğü topraklardaki insanların yaşantısına müdahale etmeyen, yaratılıştan kendilerine verilen hakların sonuna kadar kullanılmasında bir beis görmeyen Osmanlı’nın yerine; sömürgeci ve kan emici batılı ülkeler geldiklerinde, önce halkın inanç farklılıklarını ön plâna çıkararak, birlik ve beraberliği bozdular. İşgal ettikleri ve sömürdükleri ülkelerde yaşayan müslümanları ya zorla ya da tedrîcî olarak çeşitli yöntemlerle hıristiyanlaştırdılar.

İşgal ettikleri toprakların yer altı kaynaklarına el koydular ve ağır vergilerle, insanları karın tokluğuna çalışmaya mahkûm ettiler. Kendi dillerini ve kültürlerini halka kabul ettirmek için, yapmadıkları zulüm ve işkence kalmadı. Bugün, medenî geçinen batılı ülkelerin; gerek resmî gerekse gayr-ı resmî olarak sömürgelerini hâlen devam ettiriyor olması, bu ülkelerin medeniyetten ne anladığının en açık ifadesidir.

Bugün dünden daha fazla, bizim ülkemiz dışındaki müslümanların, yaşadığı coğrafyalara el uzatmak ve oradaki kardeşlerimize hem gönüllerimizi hem de kapılarımızı açmak mecburiyetindeyiz. Bizim dışımızda bu ülkelere gidenler, samimî ve saf niyetlerle gitmiyorlar. Gidenler ya dinlerini ellerinden almak ya da topraklarının altında yatan maden ve tabiî zenginlikleri ellerinden alarak, kölelik sistemini devam ettirmek için gidiyorlar.

İşgalci ve sömürgeci batı, ne yaparsa yapsın, buradaki insanların gönüllerine girmeyi başaramadı. Çünkü o topraklara gittiklerinde, vermek yerine, almak için gidiyorlardı.

Bugün hâlen, bu topraklarda Osmanlı ve Türk denildiğinde; insanların gözleri parlıyorsa, gözlerinden yaşlar akarak, bizler için duâ ediyorlarsa, bizim boş durmak gibi bir lüksümüzün olmadığını bilmemiz gerekiyor.

Bu mevzuda Mevlânâ Hazretleri’nin, şu temsilî ifadesi ne kadar güzel yerini bulmaktadır:

“Fakr u zaruret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek sûretiyle o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin ve senin de kalbin rakikleşip rûhun incelsin.”

Biz, kendi gücümüzün ve kıymetimizin farkında değiliz maalesef. Balığın; suyun içerisinde yüzerken sudan habersiz olması gibi, gücümüzü, kuvvetimizi ve mazlumların yüreğindeki kıymetimizi idrak edemiyoruz. Bu kıymeti idrak edebilmek için; yaşadığımız toprakların dışına çıkmak, Balkanlara, Afrika’ya ve yeryüzünün her neresinde mazlum ve mağdur varsa, onların yanına gitmemiz ve onların dertlerine derman olabilmek için gayret sarf etmemiz gerekir.

Bu mazlum coğrafyalarda yaşayan insanlar, bizlerden çok şey istemiyorlar aslında. Önce tahrip edilmiş gönüllerine; İslâm’ın kardeşlik tohumlarının yeniden ekilmesini, merhamet, muhabbet ve adâleti istiyorlar.

Her mü’min çevresinden mes’uldür. Muhtaçların, mazlumların feryatlarına bîgâne kalamaz. «O hâlde ne yapabiliriz?» diye kendimize sormak, içerisinde bulunduğumuz nimetleri gözden geçirmek ve bu nimetleri başkaları ile paylaşma erdemini göstermemiz gerekiyor.

«Ben tek başıma ne yapabilirim? Benim gücüm yeter mi? Buralar çok uzak, yapılan yardımlar acaba ulaşıyor mu?» diye soru sormadan; bazen kalkıp işimizi, gücümüzü, düzenimizi bırakıp bizzat oralara gitmeli, buna imkân bulamıyorsak, bazen bir kısa mesaj ile bazen Ramazan’da iftar ile bazen Kurban Bayramı’nda kurban infakı ile onlarla birlikte olabilmenin yollarını aramalıyız.

Bu imkânlara sahip değilsek; her namaz ardından, ellerimizi duâya açtığımız zaman, duâmızın en başına, bu coğrafyada yaşayan insanları koyarak, yeniden bu topraklarda, adâletin, merhametin, muhabbetin ve kardeşliğin yeşermesi için duâ edebiliriz.

Allah Teâlâ bizleri mazlum ve mağdur insanların hizmetinde koştursun. Hizmeti, paylaşmayı ve yardımlaşmayı sevdirsin. Yüreklerimizi genişleterek yeryüzündeki bütün mazlumları o yüreklere sığdırsın.