ŞEYTANIN VE NEFSİN GÜÇLÜ VE ZEHİRLİ SİLÂHLARI -2-

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Rivâyete göre;

Allah dostlarından Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, hacca gittiğinde, rüyasında; halatlarla, sicimlerle uğraşan birini görür. Sorar:

“–Bu iplerle ne yapıyorsun, sen kimsin?”

İplerle uğraşan;

“–Ben şeytanım, hacca gelecek takvâlı kişiler ibâdetlerini tam yapamasınlar diye bu iplerle bağlayacağım.” deyince Hazret;

“–Beni neyle bağlayacaksın?” diye sorar. Şeytan cevap verir:

“–Ooo seni bağlamak kolay! «BEN!» dediğin müddetçe seni bükülmemiş iplikle bile bağlarım!”

Bükülmemiş iplik çok zayıf olur. «Pamuk ipliğiyle bağlı» diyoruz ya. Benliğine mağlûp düşen, en zayıf bir bağla bile bağlanabilir. Çünkü benlik onun kendi kendisine çelmesidir. O kendi kendini bağlamaktadır zaten. Ne buyuruluyor:

Üç kişi Allah -celle celâlühû-’ya dost olamaz, Rabbine yaklaşamaz.

1. Kibirli,

2. Cimri,

3. Ahmak (âhireti düşünmeyip dünyayı tercih eden).

Bir numara kibirli, yani kendini beğenen; «Ben!» diyen.

Burada şeytan ne yapar da kişinin ameli boşa gider?

İnsana hatalarını, kötülüklerini iyi gösterir. Kendisini beğenen kişi, zaten yaptıklarını savunur. «Ben doğru yaptım!» der. «Benim kararım, benim tercihim.» der. Çünkü hatayı kabullenmek, tevâzu gerektirir. Tevbe ve istiğfar, boyun bükerek yapılabilir. İnsanlarla olan diyalog ve muamelelerde de kibirli olanlar, mânevî açıdan çok tez kaybeden olurlar.

Kıssada hacdan bahsediliyor ya. Rabbimiz;

“Hacda cidal yok! Kavga ve çekişme olmayacak!” (Bkz. el-Bakara, 197) buyuruyor. Hâlbuki orası kalabalık, her yer kalabalık. Tavaf kalabalık, mescid kalabalık, şeytan taşlama kalabalık. O kalabalıkta bir insanla aranda bir mesele çıkması an meselesi. Ama oraya ibâdet için gidildiğini, yapılan ibâdetlerin, namazların sevabının bine katlanacağını herkes bilir. Mevlâ’mın ismi, tevbe; dilinden düşmez. Böyle bir kişi gaflete düşmez. Onun için tevâzu potasına girer, günahlarından arınır; mü’min olarak çıkar, hayatını istikamet üzere sürdürür. Şeytanın tuzağına düşmemek için elinden geleni yapar.

Gaflete düşerse ne olacak?

Benlik sahibi bir kişiysen; alttan almayacaksın, muhatabını suçlayacaksın. Başlayacak cidal ve çekişme… Böylece haccın da sevabı eksilecek. Eğer «gayretullâh»a dokunursa, belki haccın tamamen iptal olacak. Allah korusun… Benliğini aradan çıkarmışsan, tevâzu ile gelmişsen; «Haklısın kardeşim.» dersin, alttan alırsın, hattâ haklı olsan bile ferâgat edersin, insanlık gösterirsin. Muhatabın da rahatlar, kucaklaşırsın, sevap içinde sevap kazanırsın.

Müftü Mustafa POLAT Hocaefendi anlatmıştı;

Harem-i Şerif’te şimdiki termosların yerinde, eskiden petrol bidonları vardı. Ara ara koyarlardı, altlarında bir musluk vardı. Herkes sıkış tepiş zemzem içerdi. Tas da yoktu. Hacı efendi kalabalığı yarmış, musluğa ağzını dayamış, zemzem içecek; itiyorlar, içemiyor;

“–İtmeyin!..” filân demiş, anlayan yok. Ağzını yine dayamış, içecek; yine itmişler, neredeyse dişi kırılacak. Hacı doğrulmuş, arkasında iri yapılı bir adam. Bir tokat atmış, şeytana uymuş. Hâlbuki arkasındaki adamı, onun arkasındaki itiyor. Pişman olmuş ama ne çare! Oradan ayrılmışlar. Tokat attığı adam da arkadaşları ile beraber kendisini takip ediyormuş; korkmaya başlamış, bunlar bizi benzetecek diye. Sakin bir yere gelince adamlar Hacı efendiyi çevirmişler;

“–Kardeşim, ne hata yaptım da bana tokat attın. Beni affet, hakkını helâl et. Hatamı bana söylersen, hiç olmazsa bir daha yapmam!” deyince, tokadın karşılığını bekleyen hacı, böyle bir tevâzu görünce;

“–Asıl sen bana hakkını helâl et. Ben o anda şeytana uydum!” demiş. Birbirlerine sarılmış, gözyaşı dökmüşler. Hacı efendi, niye vurduğunu da söylemiş, Güzel bir dostlukla ayrılmışlar.

Hangisi iyi? Elbette güzelce geçinmek, güzelce anlaşmak. Fakat benlik kabarınca, gurur insanı kaplayınca öyle göstermiyor. İşte incecik bir şeytan ipiyle bile, yere yıkılmak bu!..

Ne kadar kavga, anlaşmazlık varsa hepsi «ene»den geliyor. Çünkü işin içinde şeytan var.

Benlik öyle bir gaflet veriyor ki, insana kendi kendisini göstermiyor. Kendisinden habersiz hâle getiriyor. Aslında gülünç duruma düşürüyor.

İnsanlar kendi kendilerini bilmiyorlar. Herkes;

“Ben haklıyım!” diyor. Yaptıklarının bencillik olduğunu, cahillik olduğunu anlayamıyorlar.

Bizi yaratan Mevlâ’mızı hiç unutmayacağız. Zikri dilimizden düşmeyecek. Allah -celle celâlühû-’nun her an bizimle beraber olduğunun, ne yaptığımızı bildiğinin, kalbimizden geçeni bile bildiğinin idraki içinde olacağız. Ölümü, âhiret gününde hesap vereceğimizi de unutmayacağız. Kendimizi, hesap günü gelmeden hesaba çekeceğiz:

“Bugün Allah için ne yaptın? Nefsin için ne yaptın?”

“Dünya için ne yaptın? Âhiret için ne yaptın?”

Ölmeden evvel ölmek, hesaba çekilmeden önce kendimizi hesaba çekmektir bu.

İbâdetlerimi tam vaktinde, ihlâs ile yaptım mı? Bilmeden ya da bilerek, kul hakkına girdim mi? Kimsenin kalbini kırdım mı? Birisinin müşkülünü çözdüm mü? Gıybet, dedikodu yaptım mı? Bir dostu ziyaret ettim mi?

Her işe besmeleyle başladım mı? Şükrü, hamdi daima söyledim mi? Harama, helâle dikkat ettim mi? Mevlâ’mın bana verdiklerinden infak ettim mi? Bir yoksula yardım ettim mi?

Yoksa; içki içen, kumar oynayan, fâiz yiyen, zinâ eden kişilerle arkadaşlık yaptım mı, beraber oldum mu?

Bunlarla beraber oldunsa; mayın tarlasında gezen insan gibi, şeytanın tuzağına düşeceksin demektir.

Hulâsa aşk ile İslâm’ı yaşadım mı?

Düşünmek, tövbe etmek, hatalarımızı bir daha yapmamak lâzım!

Eğer günlük, haftalık, aylık ve yıllık böyle muhasebeler yapabilirsek, en azından bundan sonrası için kendimize çekidüzen vermemize yardımcı olur.

Şeytanın benlik tuzağına düşmemek için tefekkür şart.

Geçmişi ve geleceği tefekkür. Birçok Hak dostu söylüyor:

Geçmişini düşün: Bir kirli nutfesin. Geleceğini düşün, toprağa verilecek, kokuşup çürüyecek bir cîfesin. Öyleyse neyine gerek, gururlanmak? Dününü ve yarınını düşün de boşuna büyüklenme!.. Bir tane büyük var: Hepimizi yaratan Cenâb-ı Allah -celle celâlühû-!..

Ölüm ve fânîlik tefekkürü, nefsimizin birçok hatasına karşı bizi korur.

Vakkas diye bir arkadaşımız vardı. Çocukluğundan itibaren yakın arkadaşımızdı. Çok tatlı bir adamdı. Hastalandı, hastahâneye yattı, ziyarete gittik. Doktor;

“–İki-üç günlük ömrü ya var ya yok.” dedi. Son demlerini yaşıyordu, ama kendisi;

“–Bundan kurtulacağım, bundan önceki hastalıkları yendim, bunu da yeneceğim inşâallah!..” gibi şeyler diyordu.

O günlerde Gaziantep’e kısa bir müddet için gelmiştim. Düşündüm: «Arkadaş vefat edince nereye defnedilecek?» Bizim aile mezarlığında yer vardı; «Gideyim tespit edeyim, hazır tutalım, İstanbul’a döndükten sonra vefat gerçekleşirse, yardımcı olan kimse bulunamayabilir, hazır buradayken faydam olsun.» dedim.

Arkadaşlarımızdan Mustafa DEMİRCİ ile (o da rahmetli oldu, -Allah ganî ganî rahmet eylesin-) Gaziantep Asrî Mezarlığı’na gittik, elimizde numarası, plânı vardı. Mezarı bulduk; ama mezarın yanında bir mezar var; mezar taşında Ali İYİNACAR yazıyor. Vefat tarihine baktım. Öleli otuz küsur sene olmuş. Ali, benim okulda en iyi arkadaşlarımdandı. Okulda her an beraber olurduk. Vefat ettiğini bilmiyordum. Genç yaşta vefat etmiş. İstanbul’da olduğum için duymamıştım. Çok duygulandım. Çünkü; çok sevdiğim, nice hâtıralarımız olan bir arkadaşımdı.

Kendi kendime dedim ki: «Bu adam öleli otuz küsur sene olmuş, daha bilmediğimiz kimler var!..» Kalktım ayağa… Fâtiha’sını okudum, birazdan döneceğiz. O an, etrafa bakmaya başladım. Mezarlara bakıyorum ama gözümün önünde başka bir hayal, başka bir tasavvur: Tefekküre daldım…

Eski dostlar, akrabalar, tanıdığımız ve tanımadığımız nice insan… Hacda ihramlı insanlar gibi, bembeyaz kefenleriyle perde ötesinin âlemi… Hepsi karşıma dikildiler.

Birbirleriyle konuşuyorlar, bana da hitap ediyorlar:

Birisi;

“–Ben geleli on sene oldu!..”

Öteki;

“–Ben geleli 20 sene!”

“–Sen de geldin mi, yoksa misafir misin?” diyorlar sanki.

Mezarlıklar hakikaten insanda tefekkür ve hissiyatı çok derinleştiriyor.

Bir düşünelim: Dünyadan gelmiş geçmiş milyarlarca insan var. Yaşayanlardan fazla belki de… Her gün binlercesi bu taraftan o tarafa geçmekte… Görmediğimiz başka bir âlem… Neredeler, hangi hâldeler?

Peygamberimiz kabir ziyaretini tavsiye buyururlardı. Kendisi de kabir ziyaret ettiğinde onlara selâm verir, şöyle derdi:

“Selâm size, ey bu diyarın mü’min halkı! İnşâallah yakında biz de aranıza katılacağız. Allâh’ın bizi de sizi de bağışlamasını dilerim.” (Müslim, Cenâiz, 104)

Peygamberimiz de karşısında görüyor gibi hitap ediyor. Oraya; «bir diyar, bir memleket» şeklinde hitap ediyor…

Hakikaten;

O kabristandaki o taşlar, o taşların üzerindeki yazılar, hele tarihî mezarlıklardaki kavuklar, sarıklar, insana bambaşka duygular vermekte.

Üç-dört dakika böyle bir tefekkür ikliminde; mezarlığı, daha doğrusu hayalimdeki insanları seyrettim. Fakat arkadaşım Mustafa DEMİRCİ’nin telefonu çaldı. Arkamdan tık tık omuzuma vuruyor;

“–Neye daldın? Nereye bakıyorsun? Gitmemiz lâzım, Hanım acele beni istiyor…” dedi. Biraz daha beklemek istesem de ısrar edince oradan ayrıldık.

Vakkas da iki-üç gün sonra vefat etti. Hazırladığımız yere defnettiler. Çok hâtırası olan bir arkadaşımızdı. Sonraları Vakkas gibi birçok arkadaşımız da göçtüler, Allah -celle celâlühû- hepsine rahmet eylesin.

Ölüm diye bir şey varken, insan nasıl kalp kırabilir?

Fânî bir şey için insan nasıl kavga eder?

Nasıl hakka girer? Nasıl harama yönelir?

Düşündükçe gözümüzün önüne gelmeli.

Ölüm var!..

Ecel bir sır…

Ölüm sırayla değil. Bu sırla…

Aynı yaş insanlardan; kimi çocukken, kimi gençken, kimi orta yaşlarda, kimi de yaşlılığını görerek ölüyor. Ama herkes göçüp gidiyor. Bunu da düşünmeli insan.

«Nasıl olsa daha çok var!» dememeli.

Helâlleşmeyi ve tevbe-istiğfârı asla geciktirmemeli. Çünkü yolun yarısından sonra, güç kaybı başlıyor.

Memleketimizde sohbet ve hasbihâllerde Kerem ile Aslı hikâyesinden kasîdeler okunurdu. Bu hikâyede de güzel bir ölüm tefekkürü vardır.

Kerem arkadaşıyla birlikte yolda giderken, toprağın içinde bir «kafatası» görür. Arkadaşına der ki:

“–Bak şu kuru kafanın hâline! Acep ne zamandan beri burada yatar? Bu da bir zaman bizim gibi yer, içer miydi? Dur da bir türkü söyleyeyim?..”

Kerem, ardından sazı eline alıp söylemeye başlar:

Bir suâlim vardır, haber ver bana,
Sen de bu dünyada var mıydın kafa?

Ayrılmış çenesi, dökülmüş dişi,
Yolunmuş kirpiği, süzülmüş kaşı,
Her dâim böyledir feleğin işi,
Beş vakit namazı kıldın mı kafa?

Bakmaz mısın alnındaki yazıya?
Toprak dolmuş kulağına, gözüne,
Hiç uydun mu kör şeytanın işine?
Helâl diye haram yedin mi kafa?

Kafa şu dünyada sen de mert miydin?
Dünya malı için bir aç kurt muydun?

On beş yaşlarında bir yiğit miydin?
Yoksa ak sakallı pîr miydin kafa?

Kuru kafa cevap verir:

Bilmez idim ben malımın hesabın,
Düşünmezdim hiç âhiret hesabın,
Âkıbet nûş ettim ecel şarabın,
Öldüğümde gayet ihtiyar idim!..

nûş etmek: İçmek, keyiflenmek.

Kerem yine sorar:

Kafa şu dünyada iyi, has mıydın?
Dünya malı için kara pas mıydın?
Yedirmez, içirmez bir nekes miydin?
Sofrası meydanda er miydin kafa?

nekes: Cimri.

Kuru kafa cevap verir:

Dâim güvenirdim ben de şânıma,
Ecel, âhir kasteyledi canıma,
Bunca konuk el sunardı soframa,
İşte ben böyle bir nâmdar idim!..

nâmdar: Meşhur.

Rabbim ibret almayı nasip eylesin.

Cenâb-ı Allah; nefsimize uydurmasın, şeytana kandırmasın. Benliğimize mağlûp etmesin. Gurura kapılmaktan, kibre düşmekten muhafaza buyursun. Ölümü unutmayarak, âhirete hazırlananlardan, amel defterini sağ tarafından alanlardan eylesin.

Âmîn…