ŞAHSİYET AYARI

YAZAR : Asım UÇAROK

Hak Teâlâ buyuruyor:

“Allah hiç kimseye yapabileceğinden fazlasını vazife olarak yüklemez.” (el-Bakara, 286)

Dînimizi, Peygamberimiz «mü­samahalı ve kolay» olarak vasfediyor.

Rabbimiz «Âmenerrasûlü» diye andığımız âyetlerde, bize şöyle duâ etmemizi tâlim etmiş:

“Ey Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin zor emirleri yükleme!” (el-Bakara, 286)

Bizden öncekilere nasıl zor emirlerin yüklendiğini Elmalılı şöyle anlatır:

“Müfessirînin beyanlarına nazaran, meselâ yahudilerde; günde elli vakit namaz kılmak, malının dörtte birini vergi vermek, pislik bulaşan elbiseyi kesmek, vatanlarından çıkarılmak, birçok husûsatta hemen idam cezası tatbik edilmek, tevbe için intihar ile mükellef tutulmak, bir isyan üzerine hemen ceza verilmek, herhangi bir hata vâkî olursa helâl olan taamlardan bazılarınin tahrîm edilmesi gibi ahkâm vardı.”

Bu hakikatlere rağmen, âhirzamanda dînimizin bazı emirleri bizi oldukça zorluyor:

Namaz; 50 değil, 5 vakitten ibaret olduğu hâlde, iş ve okul hayatı, trafik vs. namaz kılmayı zorlaştırıyor.

Allâh’ın emri olan tesettüre; Allâh’ın emri diye bir derdi olmayan insanların alışması ne kadar zaman aldı, ne kadar mücadele gerektirdi, taze olduğu için hatırlıyoruz.

Domuz eti yasağı, geçmişte bir müslüman için gayet kolay, tatbik edilir bir emirdi. Asırlardır bu hayvanı beslemiyor, almıyor, satmıyoruz. Fakat şimdi fabrikasyon olan her gıda maddesi bizi korkutuyor: Acaba içinde hınzırdan elde edilmiş jelâtin ve benzeri bir katkı maddesi var mıdır?

Dînimizde; sığır, koyun gibi helâl hayvanların da kesilişi İslâm’a uygun olmalı… Bu uygunluk, kesenin en azından ehl-i kitap olmasını gerektiriyor. Yine şoklama vb. kesimler, hayvanı murdar ve necis hâle getirebiliyor.

Alkol de öyle. Alkolsüz içeceklerin çoğu, yapılan testlerde alkollü çıkıyor. Birçok firma cevap vermeye bile tenezzül etmiyor. Hele ilâç sektöründe; birçok şurup, damla ve pastilin ana maddesi etanol yani alkol.

Gıda ve ilâç böyle, gelelim ticarete, alışverişe… Orada da bizi fâiz bekliyor. Çoğumuzun cebinde kredi kartları var. İmam, müftü gibi fâizin haramlığını anlatan şahsiyetler de maaşını, bankalardan almak zorunda. Promosyon maksadıyla sık sık değiştirilen bankalardan dolayı, sayısız bankanın müşterisi her bir memur. Kredi kartıyla alışveriş büyük bir kolaylık ama kart sahibi ödemeyi geciktirdiğinde fâizli olarak ödüyor. Ödemeyi kart ile kabul eden (ve bugün neredeyse kabul etmek zorunda olan) işletme ise, parasını bankadan alırken komisyon ödüyor. Bütün kartlar, dünyada iki büyük finans şirketine bağlı.

Diğer taraftan, ev almak ihtiyacı ve bu hususta bol keseden verilmiş fetvâlarla on binlerce insan fâizli kredilere bulaşmış durumda.

Fâizsiz çalışan katılım bankaları var. Bunlar fetvâ heyetlerinden aldıkları izinlerle muameleler yapıyorlar. Fakat maalesef bunlara rağbet az.

Daha da derinleştirilebilir. Dînimizin tesettür, ihtilâttan kaçınma gibi emirleri, “kamusal” alanları müslüman kadın ve erkeklere dar ediyor. Ekranları bakılması yasak bir çerçeve hâline getiriyor. «Allah neler yaratmış?» diye seyredeceğiniz bir belgeselde bile, evrim propagandasıyla karşılaşıyorsunuz.

Her taraftan dînî mahzurlarla kuşatılmış vaziyetteyiz. Böyle bir durumda, daralan kimileri; hassâsiyet gösterenlere çıkışabiliyor:

“Siz de vesvese yapmayın! Dînimiz kolaylık dînidir. Bu kadar işi yokuşa sürmeyin!”

Hâlbuki yokuş, vesvese vs. yok. Her şey ortada.

Sizi takmayan bir dünya var. Sizin hassâsiyetlerinizle alay eden bir ilâç sanayi var. Sizi umursamayan bir ekonomi var. Allâh’ı dışlayan bir biyoloji, rûhu dışlayan bir psikoloji, İslâm’ı reddeden bir “uygarlık” var.

Bütün bunları kurcaladığınızda, kurucularının kadîm düşmanlar olduğunu görüyorsunuz. Gıdayı bir silâh, ilâcı bir zehir olarak kullanan bir düşman.

Hicret sonrasında, Medine Yahudileri ile Mekke müşrikleri ittifak etmişlerdi. Müslümanları iki ateş arasına alan bu fitne, Hendek’e hattâ Hayber’e kadar sürdü. Günümüzde de; ehl-i kitap ve ateizm, İslâm karşısında iş birliği hâlinde.

Bunlar tesadüf olamaz.

Ne hikmetle dolu dînimizin bu yasakları ve hassâsiyetleri bir tesadüf. Ne de modern hayatın, bize dokunan her noktasında bu hassâsiyetleri çiğnemesi, rastgele…

Her iki açıdan da bu bir şahsiyet ayarı.

İnsan, çevresinden tesir alır. Gerek göz, gerek kulak, gerekse gıda… Gıdanın ister maddî muhtevâsı, ister mânevî muhtevâsı… Hepsinden tesir alırız. Beş duyumuzla, irtibat kurduğumuz her şey bizim şahsiyetimizi de inşa eder.

Zaten gıda maddelerindeki emülgatör ve benzeri maddelerin; psikolojiden cinsî tercihlerdeki savrulmalara, kısırlıktan hedonizm ve egoizme kadar birçok tesirlerine dair yapılmış çalışmalar da mevcut.

En basitinden bize bitkiyle beslenen hayvanlar helâl kılınırken, yırtıcı hayvanların niçin haram kılındığını düşünsek bu şahsiyet tesirini idrak edebiliriz. Hınzırın da fizikî ve cismânî olarak pis bir hayvan olduğunu biliyoruz.

Fâiz ve kumar gelirlerinde «âh»­ların olduğunu ve ağlayanın malının gülene yaramayacağını idrak edebilecek bir medeniyete sahibiz.

Alkolün ise; bir şeytan pisliği olarak, düşmanlık ektiğini, insan haysiyetini baltalayacak şekilde bağımlılık yaptığını ve insânî endişeleri gidererek vurdumduymazlaştırdığını biliyoruz. Nefsin çılgınlıklarının önünde bizi koruyan aklı, alkolün yıktığını, ilâç prospektüslerinde bile yazdıkları; «Makine/araç başına geçmeyin!» ikazlarından biliyoruz.

Evet, etanolün bir damlası bizi sarhoş etmez. Domuzdan elde edilmiş, incecik bir hap kapsülündeki jelâtin de bizi hemen hınzırlaştırmaz! Toz kadar fâiz de toplumu felç etmez. Ama hepsi birikince, zerreler toplamda muazzam tonajlar oluşturur. Kolektif olarak da ümmetin şahsiyetini perişan eder.

Karşı duruşta da öyle. Bunlardan; inançtan dolayı uzak durma iradesi, îmânı çelikleştirir. Bu; âhirzamanda avuçta ateş tutmak gibi zordur, fakat bunu başarabilen, avucunda ateş tutabilircesine bir kudret ve dayanıklılığa, sapasağlam bir şahsiyete ulaşır. Dînimizin emirlerini, 3-4 asır önceki bir müslümandan kat kat fazla bedel ödeyerek yaşayan bir müslüman olarak, âdeta Mekke devrindeki ashâbın îman kuvvetine sahip olur. İşte ümmetin başıyla sonu arasındaki «ashâb-ı Rasûl / ihvân-ı Rasûl: Peygamber Efendimiz’in sahâbîleri ve kardeşleri» benzetmesi de bu hikmetle olsa gerektir.

Her taraftan kuşatılmışlık hissi, kimilerini pes ettirecektir. Zaruret var deyip mahzurlara girenler ise, o kıvamı kaybedeceklerdir. Çözümün parçası olmadıkları için, problemin parçası hâline geleceklerdir. Haram jelâtine karşı mücadele etmeyen, onun müşterisidir çünkü. Fâizli kartı taşıyan, sistemin destekçisidir. Gayr-i müslim ülkelerde bile; ekonomik düzenin insanları sömürdüğüne, katkılı gıdaların hasta ettiğine, ilâçların tedavi etmediğine inanarak bu “uygarlığa” karşı çıkan en azından onu protesto eden yığınla insan var. Hâl böyle iken, şahsiyetli bir müslümanın pes etmesi gerçekten kabul edilir bir şey değildir.