ÇOCUKLUĞUMDAN BERİ…

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

7-8 yaşlarındaydım. Evlerde, özellikle de köy yerlerinde televizyon olmadığı zamanlardı… Köyümüzde iki kahvehane vardı ve televizyon yalnızca oralarda, bir de çok istisnâî bir durum olarak bazı evlerde bulunurdu. Ve tabiî biz çocuklar kahvehaneye alınmazdık. Ancak bu sihirli âlete karşı yenemediğimiz merakımız sebebiyle; kahvehanenin kapı ve penceresi önünde toplaşır, oradan izlemeye çalışırdık. Kahvehane sahibini ortalıkta görmediğimiz veya nisbeten müsamahakâr bulduğumuz zamanlarda, kapıya yakın taburelere iliştiğimiz de olurdu. Ancak bu durumu fazla istismar edecek olursak, kahveci dayı abus bir surat ve kaba bir dille; «Çıkın len!» diyerek üstümüze yürür gibi yapar, hepimiz kaçışırdık…

Neyse; maksadım televizyonun nasıl yaygınlaştığını, tele-misafirliği vb. anlatmak değil! Maksadım o günlerde televizyonda gördüğüm bir haber ve o haberin benzeri olan hâdiseler, daha doğrusu fâcialar silsilesi… Bu silsilenin ilki olması hasebiyle bende büyük iz bırakan haberi şöyle gördüm:

Bizi ziyaret etmek üzere şehirden köye gelmiş olan dayımı, eve çağırmam için kahvehaneye gönderilmiştim. Biz çocukların kahvehaneye girebilmesinin en «meşrû» gerekçelerinden biri olan «büyüklere haber iletme» vazifesiyle memur olmanın ve tabiî dayımın orada bulunuşunun verdiği rahatlıkla, îtimâd-ı nefs içinde kahvehaneye girdim ve dayımın yanına gittim. O esnada televizyonda haber bülteni yayındaydı.

Baktım:

Bir kısım askerler; benim yaşımdaki çocukları yakalamış, kollarını büküyor ve çok sert muamele ediyorlar, zavallıların canlarını yakıyorlardı. Kahvehaneden çıkıp eve dönerken bende fevkalâde infial uyandıran bu hâdisenin iç yüzünü öğrenmek için dayıma sordum:

«O askerler kimdi? Çocuklara neden öyle davranıyorlardı?» Dayım muhtemelen o zamana kadar benzerine çok şahit olduğu ve kanıksadığı için sükûnetle cevap verdi:

“Onlar İsrailli askerler! Filistinli Araplarla çatışma içindeler. O çocuklar da Arapların çocukları!”

Arapların müslüman olduklarını biliyordum. Bizim Orta Anadolu’da «müslüman» ve «Türk» kelimeleri aynı mânâya geldiği için eve geldiğimizde hâlâ büyük bir öfke içinde idim ve;

“İsrailliler Türk çocuklarına eziyet ediyorlarmış, nasıl ederler?” diye isyan ediyordum.

Demek ki; İslâm dünyasının bir asırdır uğradığı felâketlere dair ilk öğrendiğim, Filistin meselesi ve televizyon vasıtasıyla ilk şahit olduğum da rahmetli Yâsir Arafat’ın intifadadaki «küçük generalleri»nin gördükleri eziyetler olmuştu. Ancak -ne yazık ki- bu; son olmayacak, daha çok fâciadan haberdar olacaktık!

Nitekim ilkokulu bitirip ortaokulu okumakta olduğumuz zamanlarda, Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgaline dair çok haber duyduk. Gülbeddin Hikmetyâr vb. mücahidlerin isimleri dilimizden düşmedi. Elinde bombayla altına atladığı tankı imha etmek için canını fedâ eden, kahraman çocuklara dair çok hikâyeler okuduk. Koltuğunu korumak için düşmanla işbirliği içine giren Babrak Karmal’ın ihâneti ve bu hâdiseyi kendi siyasî emelleri için kullanmaya çalışan büyük devletler hakkında piyesler izledik.

Yine aynı zamanlardaydı… Jivkov’lu Bulgaristan, vatandaşı olan müslüman Türklerin zorla isimlerini değiştirdi ve onları kamplarda toplayarak işkenceye tâbî tuttu. Birçoğu perişan vaziyette Türkiye’ye sığınmak mecburiyetinde kaldı. Böylece imparatorluk yıkıldıktan sonra da, Rumeli’den Anadolu’ya doğru yeni bir muhâcirlik başladı. Meşhur dünya halter şampiyonumuz Naim SÜLEYMANOĞLU’nun gelişine de vesile olan bu hicret dalgası; ilk kurulduğu yıllarda geçmişine sünger çekmek isteyen Türkiye Cumhuriyeti’ne, bunun imkânsızlığını bir kez daha hatırlattı. Bulgaristan Türklerine yönelik işkencelerle ilgili olarak, Belene Kampı’nın adının o zaman çokça anıldığını hatırlıyorum. Hattâ sanırım onun hakkında TRT’de bir dizi film de oynamıştı. O zamanlar delikanlı olma yolundaydık. Yaşamakta olduğum şehirde düzenlenen bir protesto mitingine katılmış ve; «Bulgarlara Osmanlı tokadı gerek!» diye slogan atmıştık.

Sonra Doğu Bloku çöktü ve Sovyetler Birliği dağıldı, Bulgaristan biraz normalleşti ve Afganistan işgalden kurtuldu. Ancak koskoca Sovyetler Birliği’ni mahdut imkânlarıyla dize getiren Afgan mücâhidler, nefislerine ve hırslarına mağlûp olarak birbirlerine düştüler. Böylece işgalcileri attıktan kısa bir süre sonra büyük bir «İslâm Devleti!» olacağını ümit ettiğimiz Afganistan; bu konuda bizi sukût-ı hayâle uğrattığı gibi 2001’de bir de Amerikan işgali yaşadı ve hâlâ durulmadı.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Azerbaycan da hürriyetine kavuşmuştu. Ancak Karabağ’da ve başka yerlerde büyük katliâmlar oldu. Onlar için de nümâyişler düzenleyip, sloganlar attık.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra XX. asırda İslâm dünyasında meydana gelen en büyük fâcia ise şüphesiz Bosna-Hersek’te olanlardı. Yugoslavya’yı oluşturan diğer milletler gibi müslüman Boşnaklar da istiklâlini ilân etmiş; ancak onların bu tercihi Sırplar ve onlarla birlik olan Hırvatlar tarafından kabul görmemiş, başkent Saraybosna 1992-1995 arasında 3 yıl kuşatma altında kalmış, Srebrenitsa başta olmak üzere değişik yerlerde müslümanlar kıyıma uğramıştı. O zaman Bosna cihâdını başlatan komutanlardan Türkiye’ye gelip gidenler oluyor, mücâhidler için aynî ve nakdî yardımlar toplanıyordu. Benim yaşamakta olduğum şehirde de bu yönde büyük kampanyalar yapıldı ve insanlar seferber oldu. Birine o zamanki Cumhurbaşkanımız Turgut ÖZAL’ın da iştirak ettiği büyük mitingler tertip edildi. Sonunda Amerika’nın dayatmasıyla yapılan Dayton Antlaşması; -Bosna’nın bilge kralı Alija İzetbegović’in ifadesiyle- âdil bir barış getirmedi, ancak problemi dondurarak kan akmasını durdurdu.

Eski Yugoslavya’nın bir diğer parçası olan Kosova da 1999’da istiklâlini ilân ettiğinde bazı hâdiseler yaşandı. Ama çok şükür Bosna’da olduğu gibi çok acı olmadı, çabuk ve başarıyla bitti. Ancak aynı dönemde istiklâl mücadelesi veren Çeçenistan’da durum öyle olmadı. Grozni’ye giren Ruslar taş üstünde taş bırakmadı. Çeçenistan için de mitingler düzenlendik. Bunlardan birinin Bursa’da düzenlendiğini hatırlıyorum.

2001’de İsrail, Filistin şehirlerinde büyük bir operasyon başlattı. Filistin lideri Arafat; makamında kuşatıldı, büyük yıkımlar oldu, özellikle Cenin şehri yerle bir edildi. Arafat, bu kent için İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından tahrip edilen Rus şehri Leningrad’a teşbihle «Ceningrad» ifadesini kullanmıştı. Tabiî biz yine mitingler düzenledik, sloganlar attık. Bu mitinglerin en önemlilerinden biri Çağlayan Meydanı’nda olmuştu.

1991’deki Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra 1999’da ve 2001’de olduğu gibi zaman zaman Amerika tarafından hava taarruzlarıyla vurulan Irak’ta, 2003 yılı Saddam Hüseyin’in devrildiği yıl oldu. Başlangıçta Türkiye de Amerika’ya lojistik destek verecekti; ancak son anda bu teşebbüs TBMM tarafından reddedildi ve Türkiye NATO müttefiki olmanın gerektirdiği zorunlulukla, hava koridoru açmakla yetindi. Basra Körfezi’nden çıkartma yapan Amerika, Saddam’ı kolaylıkla devirdi; ancak sonrasında ortaya çıkan direnişi bastırmak için çok büyük zulümler ve korkunç katliâmlar yaptı. Bir milyondan fazla insan canından oldu. İstikrarını kaybeden ve büyük bir mezhep çatışması içerisine giren Irak hâlâ kendine gelemedi. Elbette biz yine miting düzenledik, sloganlar attık. Bu mitinglerin en büyüklerinden biri yine Çağlayan Meydanı’nda düzenlenmişti.

2008 sonu 2009 başında, 2013’te ve 2015’te Gazze’ye yönelik İsrail saldırılarını yine mitinglerle protesto edip sloganlar attık.

Velhâsıl geriye dönüp baktığımda bizim hep miting düzenleyip slogan attığımızı görüyorum. Elbette hiçbir şey yapmayıp sessiz kalmaktansa slogan atmak da bir iştir. Ancak onunla yetinmeyip daha fazlasını yapmamız gerekir. Zaten öyle görünüyor ki günümüzde bölgemizin karşı karşıya olduğu tehditleri bertaraf etmek için miting düzenleyip slogan atmak artık yeterli olmayacak! Aksine bu faaliyetlerin piknik yapmak ve deşarj olmak mesâbesinde kalacağı, çok daha büyük fedâkârlıklar yapmaya mecbur kalacağız. Tabiî ki birlik ve beraberliği zedeleyen hareketlerden kaçınarak, tahriklere kapılmadan, taşkınlıklara meydan vermeden, akıllıca davranarak… Zira bugün daha iyi anlaşılıyor ki; «Arap Baharı» denilen hareketler, aslında tam bir «karakış» olarak plânlanmış. Amerika’nın; Suriye’de beş yıldan fazladır akan kanın dinmesi ve barışın sağlanması adına hiçbir politika geliştirmediğinden, saf saf yakınmayalım. Aslında politikası tam da şu andaki manzara, yani etnik ve mezhebî çatışmalar çıkması ve kan dökülmesi imiş! Irak’ı işgal ettikten sonra, idaresini fanatik Şiîlere, dolayısıyla İran’a teslim etmesi bunun en açık göstergesi değil mi? Mezhep farklılığını tahrik etmenin bundan âlâ yolu olur mu? Sonunda Mâlikî gibi İran güdümünde Şiîci siyaset izleyen basîretsiz politikacılar Sünnîleri dışlayıp küstürmüş, IŞİD de böyle bir zeminde filizlenip boy atmıştır. Suriye’de de aynı oyunlar oynanmış, bunun yanı sıra etnik farklılıklardan faydalanılmıştır, hâlâ da faydalanılıyor. Yine Yemen ve Libya’da da benzer şekillerde çatışmalar körükleniyor.

Bu satırları dış güçleri suçlamak için yazmıyorum. Onları bu yüzden suçlamanın bir anlamı da yok zaten. Çünkü düşmanın düşmanlığını yapmasından daha tabiî bir şey olmaz! Önemli olan bizim ne yaptığımız! Bizim zaaflarımız olmasa kimse onlardan yararlanmaya kalkışmaz. Biz birlik ve beraberliğimizi korumalı, problemlerimizi kendi aramızda halletmeli; böylece düşmanlarımıza fırsat vermemeliyiz. Sünnîler ve Şiîler’in savaşarak birbirlerini yok etmeleri mümkün değildir! Ancak Sünnîler Sünnî, Şiîler Şiî kalarak birbirleriyle barış içerisinde yaşayabilirler. Şu anda hâdiseler Şiîlerin lehine cereyan ediyor olabilir. Ancak iyi bilinsin ki, bu durum, çatışmaları plânlayanların işine geldiği için böyledir. Çünkü böylelikle bölgeyi mezhebî ve ırkî açıdan ayrıştırıyor, ülkelerin beşerî ve ekonomik gücünü tüketiyor, insanlarının psikolojisini çökertiyor, umutlarını kırıyor, İsrail’in çevresini iyice zayıflatıyorlar. Ama günü geldiğinde mutlaka Şiîler’in de hesabını keseceklerdir. Bu sebeple müslümanlar olarak hepimiz aklımızı başımıza devşirmeliyiz!
Bütün bu çatışmaları plânlayanların bizim ülkemizin başına da benzer bir çorap örmek istemediklerini söylemek büyük bir safdillik olur. Bazı emekli askerlerin, 15 Temmuz’un iç savaş çıkarmaya mâtuf olduğuna dair yaptıkları analizler yabana atılmamalıdır. Şu anda ülkemize karşı maşa olarak kullanılan terör örgütleriyle hem içeride hem dışarıda adı konulmamış bir savaş içinde bulunurken ve içeride terörist saldırılara maruz kalırken, birbirimize sımsıkı kenetlenmeliyiz. Türk-Kürt, Sünnî-Alevî, dindar-lâik demeden aynı vatan parçasında yaşayan insanlar olarak; birlik ve beraberliğimizi korumak sûretiyle ülkemize sahip çıkmalı, hiçbir tahrike kapılmamalıyız. Unutmamalıyız ki, hepimiz aynı gemideyiz. Gemi batarsa hepimiz batarız!