BİR BİLİM ADAMININ PORTRESİ

YAZAR : Dr. Halis Ç. DEMİRCAN demircan@istanbul.edu.tr

h_c_demircan-SAYI-141

Üniversiteye başladığımın ilk yılıydı; şâşaalı fakülte binası, büyük büyük amfiler, uzun koridorlar arasında insan kendini küçücük hissediyordu. Hele o otoriter, güçlü, erişilmez görüntüleriyle; top sakallı, papyon kravatlı, askılı pantolonlu profesörleri görünce; «İşte bir bilim adamı böyle olmalı.» diye düşünmüştüm. Ben de çok çalışacak; böyle top sakal bırakacak, papyonlu bir bilim adamı olacaktım.

Hocalar derslere giriyor; bizlerle hiç göz göze gelmeden derslerini anlatıyor, çıkıp gidiyorlardı. Ancak onlar gibi olmaya çalışan bizlerin anlamadığı konular oluyordu; anlamadığımız yerleri dersi bölmemek gerektiği söylendiği için soramıyor, dersten sonra da, hocaları bir türlü bulamıyorduk. Zaten haftanın iki dersini hocalar kendileri anlatırken, geri kalan üç günün derslerini asistanlar anlatırdı; tabiî asistanların da hocalarına benzediğini söylememe gerek yok.

Günler böyle geçmeye başladı; ilk vizeler yapıldı, oldukça düşük notlar almıştık, yolunda gitmeyen bir şeyler vardı, bu böyle olmayacaktı, ben nasıl bilim adamı olacaktım?

O sabah, kafamda bu sorular ve moralim bozuk bir şekilde derse girmeden okuldan çıktım.

Beyazıt meydanını geçip Çınaraltı’ndan Sahaflar Çarşısı’na, oradan da Çemberlitaş’a doğru yöneldim. Yol üzerinde Ali Paşa Dergâhı denilen; eskiden dergâh olan, o sıralar ise içerisinde Anadolu’nun çeşitli yörelerinden getirilmiş halıların satıldığı halıcı dükkânları ve küçük bir çay evinin olduğu bahçeye girdim.

Burası; zaman zaman okul çıkışı bir çay içimi soluklandığım, bana farklı rûhâniyetler yaşatan, huzur veren bir yerdi.

Hava soğuk olduğu için; kubbe şeklindeki tavanı oldukça yüksek olan, türbeye benzeyen daire düzenli kapalı bölüme girdim.

İçerisi oldukça loştu; duvara yaslanmış olarak yine yuvarlak düzende kesintisiz dar deri kanepe, kanepenin önünde de belli aralıklarla küçük masalar vardı. Mekânın kubbeye yakın küçük penceresinden yukarıdan aşağıya doğru kış güneşi sızıyordu.

O yıllarda nargile; kapalı yerlerde içiliyordu ki, içerideki birkaç kişiden biri nargile tüttürüyor. Nargilenin dumanı, tavandan sızan ışık ile büyülü bir ortam oluşturuyordu.

Kanepenin bir köşesine yaklaştım; içinde bulunduğum hâlet-i rûhiyenin etkisiyle, elimdeki kitapları masanın üzerine biraz sert bırakmış olmalıyım ki, sessizliğin hâkim olduğu bu ortamda bütün dikkatler benim üzerimde toplandı. Bir an utandım; bunun için otururken başımı hafif eğip, elimle özrümü gösteren bir hareket yapmak zorunda hissettim kendimi.

Bir çay söyledim; kafamı kurcalayan okul ile ilgili problemlere daldım, ne kadar zaman geçti, kaç çay içtim hatırlamıyorum, dalmış gitmişim. Birden omzuma dokunan bir el ile kendime geldim. Kanepede benim olduğum yerin karşısına düşen bölümde oturan kişi, yanımda ayakta duruyordu.

Orta yaşın üzerinde, alnında derin çizgiler olan bu kişi; yuvarlak çerçeveli gözlüklerinin üzerinden bana bakıyor, gözlerinin içi gülüyordu. Başında siyah, tepesi fitilli, yana yatırılmış beresi, üzerinde kruvaze soluk gri bir takım elbise, onun üzerinde kalın uzun bir paltosu vardı. Karşımda sanki 1930’lu yılların siyah beyaz fotoğraflarından fırlamış, bir İstanbul beyefendisi duruyordu. Hemen ayağa kalktım.

Şaşkın şaşkın ona bakarken, elindeki defterin sayfalarını karıştırıp bir yer buldu ve defteri bana uzatıp kısık bir sesle; «Bu sayfayı okuyunuz.» deyip defteri bana verdi ve eski oturduğu yere doğru yöneldi.

Defteri alıp, bana gösterdiği sayfayı hemen okumaya başladım:

“Konstantiniyye’de (İstanbul’da) bir bilgin rahip vardı. Bu bilgin, Mevlânâ’nın; ilmini, yumuşaklığını ve alçak gönüllüğünü duymuş ve ona hayran olmuştu. Bir gün çıkıp Mevlânâ’yı görmek üzere Konya’ya geldi. Geldiği duyulunca diğer rahipler onu karşılamaya çıktılar. Bu ünlü bilgin ve diğer rahipler; şehirde yürürken yolda Mevlânâ ile karşılaştılar, ünlü rahip hemen Mevlânâ karşısında saygıyla eğildi. Başını kaldırınca bir de baktı ki Mevlânâ da ona eğilmiş. Bunun üzerine rahip, elbiselerini yırttı ve;

“–Ey dînin sultanı, benim gibi zavallı ve kirli birine karşı gösterdiğin bu ne alçak gönüllük ve kendini hor görmektir?” dedi.

Bunun üzerine Mevlânâ, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu hadîsini söyledi:

“Ne mutlu o kimseye ki; Allah onu malla, güzellikle, şerefle ve saltanatla rızıklandırdı ve o, şerefi ve alçak gönüllüğü ile kendini hor görmektedir.”

Sonra ilâve etti:

“–Allâh’ın kullarına karşı nasıl alçak gönüllülük göstermeyeyim ve niçin kendi küçüklüğümü belirtmeyeyim? Eğer bunu yapmazsam, neye ve kime yararım?”1

Sayfanın alt kısmında ise daha küçük el yazısıyla yazılmış şu not vardı:

“Peygamberlerin vârisleri olmak gibi yüce bir makama sahip olan bilim adamlarının, ilmiyle amel etmesi lâzımdır. Yıllarca kendisini birçok masraf ederek yetiştiren bir kimsenin, ilmiyle amel etmemesinin ne kadar yersiz olacağı muhakkaktır. Hem dînimiz; bilim adamının bilgilerini insanların yararına kullanmasının, sadaka hükmüne geçeceğine işaret etmektedir. Velhâsıl bu makama lâyık olmayan veya hak etmeyen bilim adamlarına, gerçek bilim adamı demek doğru değildir.”2

Sayfayı okumayı bitirince bir daha okudum; sonra bir daha, derken defalarca okudum, kafamda şimşekler çakıyordu. Defterde okuduğum bilim adamı portresi ile benim fakültede gördüğüm bilim adamları arasında, uzaktan yakından bir ilgi yoktu.

Evet, olunması gereken bilim adamı modeli böyle olmalıydı. Fakat bunu benim anlamamı sağlayan kişi kimdi, benim bu konuda sıkıntılarımı nasıl anlamıştı.

Hemen kafamı kaldırıp o kişiyi aradım, ama yerinde yoktu. Hemen garsona koştum;

“–Şurada oturan beyefendiyi gördünüz mü?” diye sordum.

“–Hocamızı mı soruyorsun, kendisi çıktı.” dedi.

“–Ama nasıl olur, defteri bende kaldı!” dedim.

Herhâlde ben gösterdiği sayfayı okumaya dalmışken kendisi çıkmıştı.

“–Çıkarken defteri bana bırakmanızı söyledi, kendisi uğradığında alacakmış.” dedi.

“–Hocamız dedin. Nerede hoca kendisi, ismi nedir?” diye sordum.

“–Yakınlardaki bir fakültede görevli profesör olduğunu biliyorum, ama adını bilmiyorum. Kendisi zaman zaman buraya gelir çay içer, elindeki deftere bir şeyler yazar ve gider.” dedi.

«İşte bir bilim adamı böyle olmalı.» diye düşündüm. Sevecen, paylaşımcı, mütevâzı, firâset sahibi ve tıpkı defterde yazdığı gibi ilmiyle amel eden, bilgilerini insanların yararına sunan bir kişi.

Defteri garsona verip çıkarken sordum:

“–Ne zamanlar geliyor hocamız buraya?”

“–Belli bir günü yok, ama genellikle sabahları gelir.” dedi.

Birkaç sabah o çay evine uğradım, ama ne yazık ki o hocamızı bir daha göremedim.

Ama onun bana çizdiği bilim adamı portresi doğrultusunda; vazife yaptığım üniversitede, nâçizâne bir hoca olmamı sağladığı için, kendisine şükranlarımı sunuyorum, Allâh’ın selâmı üzerine olsun.

_______________________
1 Eflâkî I: 573-574.
2 Nursî, Bediüzzaman Saîd, 2004, Sözler, s. 1228.