Hayat Yolculuğunda UNUTAMADIĞIM KARELER -22
YAZAR : Mehmet MENCET
Yüce Yaradan, insanı yeryüzüne gönderdiğinde; huzurlu, düzenli yaşasınlar diye âdeta kullanma kılavuzu gibi suhuflar, kitaplar ve nihayet hepsinin tamamlayıcısı olarak Kur’ân-ı Kerîm’i göndermiş. İnsan fıtratını en iyi kendisi bildiği için; ona göre kaideler ve kanunlar koymuş. Hiçbir zaman değişiklik ve zaafa uğramayacak ve kıyâmete kadar geçerli hükümleri bahşetmiş. Bunları da bizzat yaşayan Peygamber Efendimiz’i bize ihsan etmiş.
Çünkü dünyada ne kadar teknoloji ve buna benzer değişiklikler olsa da insanın karakter özelliği hiç değişmiyor. Âdem -aleyhisselâm- zamanında yaşayan insanların duygu ve düşünceleri nasılsa şimdi de öyle. Asırlar geçse de insan aynı insan; ihtirasları, zaafları ve kıskançlıkları…
Bir de insanların yaptıkları kanunlar var; en fazla 30-40 yıl sürebiliyor, bazen birkaç yılda bile değişebiliyor.
İşte o yüce kitabın Zilzâl Sûresi’nde; en ufak bir hayrın veya şerrin kaybolmayacağını mutlaka insanın onunla karşılaşacağı bildiriliyor!
«O Allah ki O’nun ilminden hareketli ve hareketsiz yerlerde ve göklerde olan zerre miktarı bir şey kaybolmaz.» buyuruluyor.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 8) buyuruyor. Yapılan iyilik hele de çok ihtiyacı olan kişi kim olursa olsun yapılırsa…
“Yap iyiliği at denize; balık bilmezse, Hâlık bilir!” demiş atalarımız… Bazen bu söz o kadar yerini bulur ki, sanki bu söz, sırf bu hâdise için söylenmiş dersiniz.
Elbette söyleyen de lâf olsun diye söylememiştir. Kim bilir hangi tecrübeyle dile getirilmiş ve dilden dile günümüze kadar ulaşmıştır bu kıymetli söz. Günlük hayatımızda hiç de farkına varmadan sarf ettiğimiz pek çok söz veya yaptığımız pek çok davranış, bir bir gelip karşımıza çıkıveriyor. Niyet ve amelin bir zerresi kaybolmaz kâinatta, her şeyi saklayan hâfızdır o…
Böyle daha dünyada iken bile; sevabıyla, günahıyla amellerimiz önümüze çıkarsa, ya hiçbir şey atlamadan yazılan âhiret defterimizde nelerle karşılaşacağız, kim bilir!..
Zerre miktarı da olsa hayır veya şer hiçbir hareket, fiil yoktur ki ilâhî kayıt ekranına yansımasın.
Bir gün ağır ceza reisi rahmetli Fikri Bey yanıma geldi.
Ali Rıza Bey, yurdum insanı… Evine, çocuklarına helâl rızık kazanmanın peşinde… 75 yaşlarında, Sivaslı… Yıllar önce yaşadığı bir hâdiseyi anlattı; bana enteresan geldiği için sizlerle de paylaşmak istedim:
Tır şoförü olan Ali Rıza Bey, İran’a mal götürüp getiriyor. Bir gün yine İran’a gitmiş; dönüşte memleketi olan Sivas’a kırk kilometre kala, yolda kara saplanmış bir araba görmüş. Karayolları ekipleri de bir hayli çaba göstermelerine rağmen tipi ve fırtınanın da yoğun olması sebebiyle arabayı bir türlü çalıştıramamışlar. Arabanın sahibi, orta yaşlı yabancı bir aile… Turist olarak gelmiş, dönüş yolculuğunda da tipiye yakalanmışlar. Hava da yavaş yavaş kararmak üzere… Ali Rıza Bey;
“–Benim evim buraya yakın. Siz benim yanıma binin, bize gidelim. Arabayı da burada bırakamayız. Karayolları ekibi de arabayı tıra yüklesin!..” diyor.
Böylece onları alıp evine getiriyor. On gün misafir ediyor. Arabalarını da İstanbul’a kadar getiriyor. O kadar memnun oluyorlar ki çat pat ifadelerle;
“–Bizi İngiltere’ye kadar götürmeni isteriz, ama arabayı hızlı kullanıyorsun!” diye takılıyorlar. Ali Rıza Bey de;
“–O kadar değil!..” diyor.
Teşekkür edip vedâlaşıyorlar.
Aradan 35 yıl geçiyor. Onlar Türkçe bilmediğinden, Ali Rıza Bey de İngilizce bilmediğinden o günden bugüne kadar aralarında bir muhâbere olmuyor. Bu hâdise, unutulup gidiyor.
Yıllar sonra Ali Rıza Beyin evlâdı, fakülteyi bitiriyor. Babasına;
“–Benim doktora için İngiltere’ye gitmem lâzım. Yoksa bu eğitimin fazla bir önemi yok. Bana, her ay 800-1.000 lira gönderebilir misin?” diye rica ediyor. Israrla isteyince babası kabul ediyor.
Çocuk Londra’ya gidiyor. Aradan bir yıl geçiyor. Bir gün şehrin merkezinde adresini şaşıran, boynunda kimliği olan ve etrafından yardım isteyen yaşlı bir adam görüyor. Kimsenin aldırmadığı bu adamcağızı, arabasına alıp evine kadar götürüyor. Evin hanımı, yaşlı eşini sağ sâlim karşısında görünce çok seviniyor. Israrla çay içmeye davet ediyor. Biraz sohbetten sonra;
“–Evlâdım, siz İngilizlere benzemiyorsunuz, hangi ülkedensiniz?” diye soruyor.
O da Türk olduğunu söyleyince, kadın bu defa;
“–Hayret; 35 yıl önce, Sivas’ta yine bir Türk, bizi büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştı!..” diyor. Muhatabı;
“–Ben de Sivaslıyım.” deyince, bir kat daha heyecanlanıyor ev sahibi hanım…
Sonra o günlere ait resimleri bulup çıkarıyor. Çocuk, bir de bakıyor ki; resimdeki şahıs, babası… O İngiliz hanım da, beyi de öylesine mutlu oluyorlar ki… Oturdukları gayet güzel villânın üst katının boş olduğunu, isterse orada oturabileceğini söylüyorlar. Hemen sembolik bir fiyatla kontrat yapılıyor. Okul idaresinden, bu kadar ucuz bir evin yaşamaya uygun olup olmadığını merak edip kontrole geliyorlar. İngiliz aile; kiranın, sadece formalite icabı olduğunu, kendi evlâtları yerinde olduğunu söylüyorlar.
Bu arada Londra’da bir otelin genel müdürü olan evlâtlarını evlerine çağırıp; eğitimini aksatmayacak şekilde, bir iş imkânı bulmasını da tembihliyorlar. İş de bulunuyor. Çocuk;
“–Babacığım, artık para göndermene lüzum kalmadı. Ben senden daha çok kazanıyorum!..” diye haber gönderiyor Türkiye’ye…
Zerre miktarı hayır da, zerre miktarı şer de kaybolmuyor. Bugün veya yarın, biz veya ailemiz bunun karşılığını er geç görüyoruz. Buna benzer misaller pek çok…
Hiçbir karşılık beklemeden, sırf Allah rızâsı için, yerli yabancı demeyip sırf «insan» olduğu için yapılan iyilik… Bu iyilik rûhuyla büyüyen bir genç ve onun iyilik yapmaya devam etmesi, neticede kendisine de faydalı oluyor, hem de daha bu dünyada…
Gerçi bu yaşanmış hikâyeyi anlattığımız için, yurt dışında okumayı teşvik ettiğimiz de düşünülmesin. O mesele, ayrı ve uzun bir bahis.
Elbette insanın yaptığı iyilikleri menfaat bekleyerek yapması, iyiliğin bizâtihî kendisine ters… Mühim olan, Allâh’ın rızâsını gözetip sadece O’nun bilmesini yeterli görmek… Bu dünyada veya âhirette; O ne zaman, nasıl uygun görürse karşılığını verecek… Bu kâinatta küçük bir şey yok!.. Hiçbir şey kaybolup gitmiyor. Bu yüzden her türlü iyiliği yapmaya acele etmek lâzım… Her türlü kötülükten de uzak durmaya gayret etmeli… Çünkü kötülüğün de küçüğü büyüğü yok; bir gün bir yerde karşımıza çıkıveriyor.
Urfa’nın bir ilçesinde meczup birisi vardı; ara sıra coşar, çok az Türkçe bildiği hâlde;
“Zerre kaybolmaz!” diye bağırırdı.
Zerre kaybolmuyor. O hâlde o zerreleri, güzelliklerle doldurmayı nasip etsin Rabbimiz…