BİRLİK ve BERABERLİK
Tarih, yeryüzünde insanlara gayet net bir şekilde şu hakikati göstermiştir: Geçmişte birlik ve beraberlik içinde yaşayan toplumlar, hep güçlü olmuşlardır. Yeryüzüne adâlet dağıtmışlar, zengin kültür ve medeniyetler meydana getirmişlerdir. Buna karşılık; birlik rûhunu tesis edemeyen toplumlar ise, iz ve adres bırakamadan kısa zamanda tarih sahnesinden silinip gitmişlerdir.
Düşmanın klâsik taktiği; böl, parçala ve yut veya yönet şeklinde özetlenebilir. Bilindiği gibi on üçüncü asır Anadolu’sunda; doğudan Moğolların, batıdan Haçlıların saldırısı ve iç ayaklanmalar ile birlik ve dirlik bozulmuş ve çalkantılı bir dönem yaşanmıştır. Böylesi fecî hâdiselerin vukû bulduğu, millî birlik ve beraberliğin bozulduğu bir dönemde; göçebe Türkmenler arasında Yûnus Emre, esnaf arasında Ahî Evran, münevverler arasında Mevlânâ ve gezgin Türkmenler arasında da Hacı Bektaş Velî Anadolu’da millî birlik ve bütünlüğü sağlama fazîletini gösterebilmişlerdir.
En güçlü dönemde cihan padişahı Yavuz dahî, bir cihan devleti olan Osmanlı’nın birlik ve beraberliğinin bozulmasından ve halkının ihtilâfa düşmesinden endişe ediyor ve şöyle diyordu:
“Milletimin ihtilâf ve ayrılığa düşme endişesi; kabrimin köşesinde bile, beni rahatsız eder. Düşmanlarımın hücumunu savuşturmak için çaremiz; birlik iken, bir olmazsa millet, perişan eyler beni. Kızgın demirle dağlanmış gibi yanarım.”
Yavuz’un endişesi nice zaman sonra, gerçek olmuştur. Çünkü on dokuzuncu asırda düşmanın oyunları ve entrikaları ile ve bizim de gafletimiz neticesinde, içte birlik ve beraberlik rûhunu kaybetmiştik. Artık dev Osmanlı, kan kaybetmeye başlamıştı. Batının; Osmanlı’yı Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu’da önce bölmesi, sonra parçalaması sürecini insanlık yakın tarihte gördü ve yaşadı. Şu anda da Osmanlı’dan kopardığı ülkeleri kendi güdümünde nasıl yönettiğini hep birlikte görmekteyiz. Bugün Filistin’e insanlık dışı zulmü uygulayan batı destekli İsrail’e, Arap devletlerinin hiç birisinin ses çıkaramaması, bu hakikatin tercümanı değil midir? Orta Doğu’da cereyan eden bugünkü elîm hâdiseler de aynı mantığın ürünüdür.
Millet olarak yediden yetmişe seferber olup, eski birlik ve dirliğimizi tesis etmeye odaklanmamız gerekir. Çünkü; siz dünyanın en güzel coğrafyasında ve en stratejik noktasında yurt tutmuşsanız eğer, dünyanın güçlüleri sizi rahat bırakmazlar. Nitekim bırakmıyorlar ve hiçbir zaman da bırakmayacaklar.
Biz kâinatta gayet net olarak, birlik içinde hareket eden bir düzen ve âhenk görmekteyiz. En basitinden ay ve güneş hareket hâlinde oldukları hâlde, birbirlerine hücum ediyorlar mı? Yıldızlar birbirleriyle çarpışıyor mu? Gök ile yer birbirine rakip oluyor mu?
Hepsi de bir âhenk içinde vazifelerini icrâ etmekteler. Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın mutlak birliğine delildir.
Nitekim, Kur’ân-ı Kerim’de bu keyfiyete şöyle temas edilir:
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar bulunsaydı, yer ve gök (yani bunların düzeni) kesinlikle bozulup giderdi.” (el-Enbiyâ, 22)
Dînimiz İslâm, tevhid (birlik) dînidir. Cenâb-ı Hak, on sekiz bin âlemin tek ilâhıdır. İbâdet yeri olan cami ise; cem eden, toplayan, bütünleştiren demektir. Mü’minleri bir araya getiren mekândır.
Her yıl dünyanın dört bir yanından gelen; ırkları, renkleri ve dilleri farklı yaklaşık beş milyon müslümanın Arafat’ta bir araya gelip, birlik oluşturmasının da çok geniş mânâsı vardır.
Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de;
“Hepiniz birden Allâh’ın ipine (kitabına ve dînine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın.” (Âl-i İmrân, 10) buyurur.
Bir başka âyet-i kerîmede ise;
“Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Birbirinizle didişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider.” (el-Enfâl, 42) diye birlik olma hususunda bizi uyarmaktadır.
Biz bu cennet vatanda dirlik ve huzur içinde olmak için, birlik içinde yaşamayı ısrarla vurgularken; tek tip bir birlikten elbette söz etmiyoruz. İçimizdeki farklılıklar kültürel zenginliğimizdir. Birbirimizi asimile etmeden, karşımızdakine saygı göstererek ve hoşgörülü davranarak yüce ideallere ulaşmada birlik ve bütünlük içinde hareket etmenin önemine ve gereğine işaret etmekteyiz.
Birlik içinde hareket ettiğimiz sürece, dün olduğu gibi bugün de güçlü ve kuvvetli olacağımız muhakkaktır. Bizim «Çanakkale» ve «İstiklâl» zaferlerimizi; el ele vererek, millî ve dînî şahlanışımızla birlikte, millî birlik ve beraberlik rûhuyla kazandığımızı unutmayalım.
Yedinci asrın sonlarına doğru Afrika valisi olan Ukbe bin Nâfi‘; Kuzey Afrika’yı bir baştan öbür başa fethediyor, Atlas Okyanusu’na dayanarak atını denize sürüyor ve ellerini semâya açarak şöyle diyordu:
“Yâ Rabbî! Bu deryâ ilerlememe engel olmasaydı, senin ulu adını yaymak için daha uzaklara gidecektim.”
Kuzey Afrika valisi Musa bin Nusayr’ın komutanı Tarık bin Ziyad; Atlas Okyanusu ile Akdeniz’i birbirine bağlayan Septe Boğazı’ndan İspanya’ya geçmişti. Askerinin geriye dönüş ümitlerini kırmak için de, gemilerin tamamını yaktırmıştı. 711’de gerçekleşen bu hareket öylesine hızlı yayıldı ki; İspanya tamamen fethedildikten sonra, Fransa içlerine kadar da ilerlemişti.
Müslümanların İspanya’da kurdukları devletler; öylesine bir medeniyet meydana getirmişlerdi ki, Avrupa’da bir benzeri daha yoktu. İslâm medreselerinde okuyup, ilim tahsil etmek; Avrupalılar arasında bir yarışa dönüşmüş ve moda hâline gelmişti. Hattâ Avrupa’nın her köşesinden yığın yığın öğrenci, İslâm medeniyetinin doruğa ulaştığı Endülüs’e akın etmekteydi.
1030 tarihinde birlik bozuldu ve Endülüs Emevîleri yıkıldı. Onun yerinde «Tavâif-i mülûk» denilen tam 14 emirlik kuruldu. Birbirleriyle uğraştılar. Avrupa’da böyle üstün bir medeniyet kuran müslümanların varlığına tahammül edemeyen hıristiyan dünyası; onların aralarında ayrılığa düşmelerini fırsat bilerek, kendileri birlik kurdular ve müslümanları Avrupa’dan attılar. Endülüs müslümanlarının bu yıkılışının en büyük sebebi, birlik ve beraberliklerini bozmaları ve kendi aralarındaki boğuşmaları olmuştur.
Endülüs’ü (İspanya) ele geçiren hıristiyanlar, İslâm kültür ve medeniyetine ait her şeyi yakıp yıkmışlar ve taş taş üstünde bırakmamışlardı. Tam 600 cami, 80 medrese, 50 hastahâne ve 900 hamamı yerle bir etmişler ve Kuzey Afrika’ya geçemeyen müslümanların hepsini kitleler hâlinde kılıçtan geçirip katletmişlerdi.
O muhteşem İslâm medeniyetine sahip olan Endülüs, kendi içindeki birlik ve beraberliği bozduktan sonra yok olmuştur. Hunların ve Göktürklerin yıkılmaları da, kendi aralarındaki ayrılıktan kaynaklanmıştır. Selçuklu ve Osmanlı da hâkezâ öyledir.
Bu noktada Hazret-i Musa’nın yaptığı duâyı hatırlayalım:
“İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri helâk eder misin Allâh’ım?” (el-A‘râf, 155) ve Kur’ân-ı Kerim’den bir uyarı:
“Ey müslümanlar! Birbirinize girmeyin; sonra kalplerinize meskenet, korku, acz çöker de devletiniz, gücünüz, kuvvetiniz gider.” (Âl-i İmrân, 103) (Değerler Eğitimi, M. Turan, 61-66’dan özetlenmiştir.)
Celâliniz olmasın,
Cemâlinize çengel.
Cemâliniz olmasın,
Celâlinize engel. (Gülzâr-ı İrfan)