MÂRİFETULLAH SIRRINA ERMEK

YAZAR : Yard. Doç. Dr. Mustafa CANLI canli20@hotmail.com

mustafa_canli-yuzakidergisi-agustos2016

BİR HADİS:
عَنْ عَائِشَةَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهَا، أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ يَقُولُ ف۪ي رُكُوعِه۪ وَسُجُودِه۪:
«سُبُّوحٌ قُدُّوسٌ رَبُّ الْمَلاَئِكَةِ وَالرُّوحِ»

Âişe -radıyallâhu anhâ-’dan rivâyet edildiğine göre Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- rükû ve secdesinde şöyle derdi:

“Allâh’ım! Sen bütün noksanlıklardan uzaksın, tertemizsin, Cebrâil ve meleklerin Rabbisin.” (Müslim, Salât, 223)

BİR MESAJ: Ey mârifet yolcusu! Nefsini bil ve Rabbini tanı!

Okudum bildim deme,
Çok tâat kıldım deme,
Eğer Hakk’ı bilmezsen,
Bir kuru lâf demektir!.. (Yûnus Emre)

Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyet edildiğine göre, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yatağına yattığı zaman şöyle duâ ederdi:

“Bana yeten, beni barındıran, beni yediren ve içiren, bana iyilik edip (iyiliğini artıran, bana nimet verip nimetini) bollaştıran Allâh’a hamdolsun. Her hâl ve durumda Allâh’a hamdolsun. Her şeyin Rabbi, hükümdarı ve ilâhı olan Allâh’ım! Cehennemden Sana sığınırım.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 97)

Serlevhâ hadîsimizde de belirtildiği üzere, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- rükû ve secdesinde şöyle derdi:

“Allâh’ım! Sen bütün noksanlıklardan uzaksın, tertemizsin, Cebrâil ve meleklerin Rabbisin.”

Şu imtihan dünyasında mü’min olarak hepimizin en önemli hedeflerinden birisi; bizi yaratan, yediren, içiren, giydiren; bize ana-baba veren, evlât lutfeden, göz-kulak veren, bizi her türlü nimetlerle donatan Rabbimiz’i hakkıyla tanıyabilmektir.

Allah -celle celâlühû-’yu hakkıyla tanımaya kısaca mârifetullah diyoruz.

Mârifetullah, hakkıyla Cenâb-ı Hakk’ı tanımaktır.

Mârifetullah; insanın yaratılış sırlarından, hikmetlerinden biridir. Onun için insanın yaratılışının en önemli sebeplerinden biri, Cenâb-ı Hakk’ı lâyıkıyla tanıyabilmektir.

Mârifetullah, insanın dünya hayatındaki imtihanının bir parçasıdır.

Mârifetullah, bilmektir; Allâh’ı bilmek, kâinâtı bilmek, kendini bilmek…

Onun için mârifetullah kendini bilmektir. İnsan kendini bilirse, hârikulâde yaratılışının farkına varırsa, Rabbini bilir. İmam Gazâlî Hazretleri şöyle der:

“Kendin üzerindeki padişahlığını nasıl yürüttüğünü bilmezsen, kâinâtın padişahının hükmünü nasıl yürüttüğünü nasıl bileceksin?”

Bu bakımdan kendini bilmek, Allah Teâlâ’yı bilmenin bir anahtarıdır.

Mârifetullah, «muhabbetullâh»a götürür. Çünkü insan bildiğini sever. O’nun azametini, kudretini idrak edebilirsen, O’nu seversin. Ve O, sevilmeye en lâyık varlıktır.

Onun için mârifetullah, haşyettir. Mü’min Rabbini tanıyıp bildikçe; O’ndan daha çok korkar, ürperir, haşyet duyar. Nitekim Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

“Ben Allâh’ı en iyi bileniniz ve O’ndan en çok korkanınızım.” (Buhârî, Edeb, 72) Demek ki bilmek, haşyeti ilzam ediyor.

Mârifetullah, hiçliğini itiraf etmektir. Mü’min; Âlemlerin Rabbi olan Allah -celle celâlühû-’nün azametini, kudretini tanıdıkça; kendisinin âcizliğini, zavallılığını, kısacası hiçliğini itiraf eder, idrak eder. Öyle ki sonunda; «Sübhânallah!» demekten kendini alıkoyamaz.

Mârifetullah, takvâdır. O’nu bildikçe, O’nu tanıdıkça; O’ndan daha çok sakınırsın. Meselâ; sen O’nu göremesen bile, O’nun her an seni gördüğünü idrak ettiğinde; yalnız da olsan, kalabalık içinde de olsan O’ndan sakınırsın, günah işleyemezsin. Demek ki mârifetullah, takvâ üzere yaşamanın da anahtarıdır.

Mârifetullah; teyakkuz hâlinde olmaktır, uyanıklıktır. Cenâb-ı Hakk’ı hatırından çıkarmamaktır. Mârifetullah, gafletin panzehridir; mârifetullah, gafleti çıkarır atar gönülden.

Allah Teâlâ’yı bilme, anlama yeri, kalb-i mânevîdir. Bu bakımdan mârifetullah; evvelâ gönülde hâsıl olur, lisâna gelir ve en sonunda hayata yansır.

Bu sebeple mârifetullah; huzurdur, mutluluktur. İnsanın mutluluğu, Allah Teâlâ’yı bilmektedir.

Mârifetullah, seyr u sülûkun en önemli köşe taşlarından biridir. Bu yolda olana, mârifet yolcusu denir. Bu yol, gerçekten cefâlı bir yoldur. Onun için mârifet yolunun büyükleri, mârifet yolunda olanlara şöyle seslenir:

“Ey mârifet yolcusu! Bu yolda; sabırsızlığı sabırla; unutkanlığı zikirle; nankörlüğü şükürle; isyanı taatla; cimriliği cömertlikle; şüpheyi yakîn ile; riyâyı ihlâs ile; yalanı doğrulukla; gafleti tefekkürle değiştirmedikçe mesafe alamazsın!”

Hâl böyle iken; mârifetullah güneşi, gerçek mânâda gönlümüzde bir türlü parıldamadı. Ne hazin bir durumdur ki O’nu hakkıyla tanıyamadık. O bizim Rabbimiz: Allah -celle celâlühû-.

O kâinâtın Rabbi, Allah -celle celâlühû-.

En güzel isimler O’nundur. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyurulur:

“Allah; kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayandır, en güzel isimler O’nundur.” (Tâhâ, 20/8)

“Allah birdir, hiçbir şeye muhtaç değildir, fakat her şey O’na muhtaçtır; O doğurmamış ve doğmamıştır. O’nun bir dengi de yoktur.” (İhlâs Sûresi)

Gerçekten kul olarak O’nu hakkıyla tanıyamadık. Allah -celle celâlühû-.

En başta O’nu hakkıyla sevemedik. Onu sevdik, bunu sevdik, evimizi sevdik, eşimizi, ana-babamızı sevdik, her türlü sevgiyi gönlümüze yerleştirdik. Ama Âlemlerin Rabbi olan, her şeyi yaratan; hattâ sevginin merkezi olan kalbi yaratan ve sevilmeye en lâyık olan Allah -celle celâlühû-’yu hakkıyla sevemedik, O’nun sevgisini tam bir şekilde gönlümüze yerleştiremedik.

Velhâsıl O’nu hakkıyla tanıyamadık.

Dolayısıyla O’na hakkıyla şükredemedik. Yaşadığımız hayatta bize en ufak bir yardımı dokunan kişilere teşekkür ettik; ama bize sonsuz lutuflarda bulunan, sayısız nimetlerle bizi donatan Rabbimiz’e teşekkür edemedik, şükredemedik. Hattâ şükür kabîlinden, teşekkür kabîlinden; günde beş vakit namazı bile dosdoğru kılamadık.

Hâlbuki ömrümüz boyunca alnımızı secdeden kaldırmasak, O’nun bize olan lütuflarından; sadece göz nimetinin karşılığını verebilir miydik acaba?

Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir gece Hazret-i Âişe Annemiz’e şöyle seslenmişti:

“–Ey Âişe! İzin verirsen kalkıp bu gece Rabbime ibâdet edeyim.”

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-;

“–Vallâhi; ben Sana yakın olmayı da, Sen’i sevindirecek şeyi de severim.” dedi.

Fahr-i Âlem Efendimiz kalkıp abdest aldı ve namaza başladı. Sonra gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Mübârek gözyaşları; göğsüne, sakalına hattâ secde ettiği yere damladı. O ara Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh- sabah ezanını okumak üzere geldiğinde Allah Rasûlü’nü o hâlde görünce;

“–Yâ Rasûlâllah! Yüce Allah geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affettiği hâlde niçin ağlıyorsun?” dedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona şu cevabı verdi:

“–Ben Allâh’a şükreden bir kul olmayayım mı?” (İbn-i Hibbân, Sahîh, II, 386)

Bu bakımdan; O’na hakkıyla şükredemedik, O’nu hakkıyla tanıyamadık. Allah -celle celâlühû-.

O’na hakkıyla şükredemediğimiz gibi, O’nu hakkıyla zikredemedik. Hakkını vererek; «Allah!» diyemedik, lâyıkıyla; «Lâ ilâhe illâllah!» diyemedik.

Dolayısıyla; gönlümüze Allah zikrini yerleştiremedik, zikirlerimizi hayatımıza yansıtamadık.

Hakkıyla; «Lâ ilâhe illâllah!» diyebilseydik, hayatımızda O’ndan başka otorite olmayacaktı. O’nun dışındaki; para, şehvet, makam gibi otoriteler ve putlar karşısında iki büklüm olmayacaktık.

Onun için, O’nu hakkıyla zikredemedik, O’nun zikrini hayatımıza taşıyamadık, O’nu hakkıyla tanıyamadık. Allah -celle celâlühû-.

O’nu hakkıyla tanıyamadık, O’na hakkıyla tevekkül edemedik. O’na teslim olamadık, kendimizi O’na teslim edemedik.

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

“Allah bize yeter! O ne güzel vekildir!” diyemedik. Tevekkül ettiğimizi zannettiğimiz durumlarda bile;

“Şöyle mi olacak, böyle mi olacak?” gibi kaygı ve endişelerden sıyrılamadık.

Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Siz; Allâh’a gerçek biçimde tevekkül edip güvenip dayansaydınız, kuşların rızıklandıkları gibi siz de rızıklandırılırdınız. Çünkü o kuşlar; sabahleyin aç olarak çıkarlar, akşam kursakları dolu olarak dönerler.” (İbn-i Mâce, Zühd, 14)

Neticede kuşlar kadar bile tevekkül edemedik, O’nu hakkıyla tanıyamadık.

O’nu hakkıyla tanıyamadık; O’nun merhametinden, şefkatinden nasibimizi alamadık. Hâlbuki hadîs-i şerifte de buyurulduğu üzere;

“Allah Teâlâ’nın kullarına şefkati, bir annenin süt emzirdiği çocuğuna şefkatinden daha çoktur.” (Müslim, Tevbe, 22)

O’nu hakkıyla tanıyamadık; O’nun azametini, gücünü, kudretini idrak edemedik.

Hâlbuki;

“O, gökleri ve yeri hak (ve hikmet) ile yaratandır. «Ol!» dediği gün, her şey oluverir. O’nun sözü gerçektir. Sûr’a üflendiği gün de hükümranlık O’nundur. Gizliyi ve açığı bilendir, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.” (el-En‘âm, 6/73)

O, öyle bir güce sahiptir ki; karanlıkta da aydınlıkta da O, her şeyi görür. Yerin altındaki karıncanın çıkardığı sesi de, gönlümüzün ta derinliklerinden çıkan sesleri de işitir.

Her ne kadar biz O’nu göremiyorsak bile; O’nun bizi gördüğünü, bize şahdamarından daha yakın olduğunu, yani bize bizden daha yakın olduğunu anlayamadık, hesap edemedik.

O öyle bir güce sahiptir ki:

“O bir şeyi dilediği zaman ona; «Ol!» der ve o da hemen oluverir.” (Yâsîn, 36/82)

Dolayısıyla O’nun her şeye gücünün yettiğini; «Ol!» deyince, zerreden kürreye her şeyin ânında olacağını idrak edemedik.

O’nun gücünü anlayamadık, O’nu hakkıyla tanıyamadık.

O’nu hakkıyla tanıyamadık. O’nun için sevemedik, O’nun için kızamadık. Nefsimize hoş gelen şeyleri sevdik, hoş gelmeyen şeyleri de sevmedik. Yani sevgimiz de buğzumuz da nefsânî oldu.

Allah için sevemedik, Allah için buğzedemedik.

O’nu hakkıyla tanıyamadık. O; affı sevendir, bütün mahlûkatına karşı merhametli olandır, şefkatlidir. O, kullarına karşı çok cömerttir. O; gören, gözeten, işitendir. O’nun varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. O; merhametli olduğu gibi, azabı da şedîd olandır.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede;

“Allâh’ın gücünü, kadrini O’na lâyık olacak bir sûrette hakkıyla takdir edemediler.” buyuruyor. (el-En‘âm, 6/91)

Velhâsıl O’nu hakkıyla tanıyamadık. Allah -celle celâlühû-.

Allâh’ım! Bizleri hakkıyla Sen’i tanıyanlardan eyle!

Allâh’ım! Kalplerimize Sen’in sevgini lutfet!

Allâh’ım! Bizleri hakkıyla Sen’i zikredenlerden ve Sana şükredenlerden eyle!

Sen bizim Rabbimiz’sin, Sen bizim sahibimizsin. Bizler Sen’in âciz kullarınız.

Bu âciz kullarını affet! Zira biz Sen’i hakkıyla tanıyamadık. Azametini, ulûhiyyetini, kudretini bizlere bildir.

Âmîn…