Hem Saâdet Hem Hüsran Vasıtası; VÂRİYET

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

b_cahit_ozdemir_yuzakidergisi-agustos2016

Tabiatta her varlık; kullanılmasındaki niyete bağlı olarak bir mânâ ifade eder, değer ortaya koyar. Günlük hayatta pek çok işte ihtiyacı karşılayan bir bıçak, bir cânînin elinde korkunç bir suç vasıtası hâline gelir. Kezâ bir silâh, vatan savunmasında bir vecîbeyi karşılarken; bir katilin, bir teröristin elinde huzuru bozan bir cinayet ve ihânet âleti olarak iş görür. Nefsâniyetin girdabına kapılmış bir insan da; cemiyetin, dünyanın başına bir belâ kesilirken; Rabbini bilen, «Ezel Bezmi»nde verdiği söze bağlı kalan bir insan, melekleri geçmeye istîdat kazanır; saâdet devrinin müjdecisi olur.

Vâriyet de, insanın rûhâniyetine bağlı olarak; onu saâdet ufuklarına kanatlandırabileceği gibi, uçurumlara savurarak hüsranlara da dûçâr edebilir.

Batıdan esen dünyevîlik kasırgalarıyla, günümüz insanının ufku karardı; saâdeti vâriyette arar hâle geldi; hem de bunca içtimâî felâketlerin sebebi olduğu ayan-beyan ortada iken. Şüphesiz; vasfı, rûhâniyetin kazandığı kemâlât seviyesiyle ortaya çıkan zenginlik ve fakirliğin tek başına iyi veya kötü olduğu, birini diğerine tercih etmek gerektiği söylenemez. Ancak, dünya ve âhiret saâdetinin; Allah Teâlâ’nın taksimine râzı hâlde, ihsan buyurulan nimetlerin, O’nun rızâsı istikametinde kullanılarak kazanılabileceği muhakkaktır.

Vâriyet; fakir için de zengin için de, onun rûhânî dokusunu ortaya çıkaran ve sonunda iki cihan saâdeti olan bir imtihan vesilesidir. İnsan; çalışmakla, rızkını temin etmekle mükelleftir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Hayırlınız; âhiret için dünyasını, dünya için de âhiretini terk etmeyen ve insanlara yük olmayandır.” (Deylemî) buyurur.

Nitekim; Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir köşede boş boş oturan bir topluluğa; «ne yaptıklarını» sorar. Onlar; «tevekkül ettiklerini» söyleyince;

“Siz tevekkül ehli değil, teekkül (başkalarına yük olan) ehlisiniz! Gidip çalışın!” diyerek onları azarlar.

Zenginlik; zemmedilen bir vasıf olmayıp, «emânetin sahibi»nin rızâsını gözetmek kaydıyla, gıpta edilecek bir durumdur. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Mal, sâlih kimse için ne güzeldir.” (İbn-i Hanbel, IV, 202) buyuruyor. Nitekim vâriyetleriyle bilinen İbrahim -aleyhisselâm- ve Süleyman -aleyhisselâm- teslîmiyet ve Hakk’ın rızâsını gözetmekle; «Ne güzel kul ve Hâlîlullah» methine mazhar olmuşlardır.

Aşere-i mübeşşereden, Zübeyr bin Avvâm -radıyallâhu anh-; çeşitli beldelerde mülkleri, geniş arazileri ve bin civarında hizmetçisi olup, bütün gelirini infak eden bir zengindi. Yine tüccar olan ve nerede ihtiyaç olsa oraya koşan Osman -radıyallâhu anh-; Tebük Seferi’nde, on bin altın ve mal yüklü bin deve hîbe etmişti. Yine Ebû Talhâ -radıyallâhu anh-;

“Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, siz birre eremezsiniz…” (Âl-i İmrân, 92) âyet-i kerîmesi beyan buyurulunca; hemen, en sevdiği hurma bahçesinden vazgeçerek, bu emre uymuştu.

Vâriyete, lâyığından farklı değer atfedip kalbini açmak; insanı hüsrana sürükleyen bir hâldir. Yûnus Emre Hazretleri;

Gönül Çalab’ın tahtı,
Çalab gönüle baktı.

der. Kur’ân-ı Kerim’de;

“Kendi nefsinin arzusunu, kendisine ilâh edineni gördün mü!..” (el-Furkān, 43) buyurulur. Bu ulvî makama dünya malını yerleştirmek; onu güzel bir vasıta olmaktan çıkarıp, gaye hâline getirir, -hâşâ- ilâhlaştırır; şahsı Allah Teâlâ’dan uzaklaştırır. Her nimetin şükrü kendi cinsindendir; servetin şükrü de, onu ihsan buyuran Allah Teâlâ’nın rızâsına uygun şekilde kullanmak, harcamaktır. Sahip olunan şey, Allah -celle celâlühû-’ya götürdüğü nisbette makbuldür.

Vâriyeti bir emânet olarak görüp, ona göre değerlendiren İmâm-ı Âzam -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri’ne ders esnasında bir kişi telâşla gelerek;

“–Efendim! Eşkıyâ, kervanı yolda talan etmiş; sizin mallarınızı da gasbetmiş!” diye haber verir. İmâm-ı Âzam Hazretleri, kısa bir murakabeden sonra;

“–Elhamdülillâh!” diyerek dersine devam eder. Biraz sonra aynı haberci tekrar gelerek, sevinçle;

“–Efendim! Demin verdiğim haber yanlışmış; sizin mallarınız kurtulmuş!” der. İmâm-ı Âzam Hazretleri, yine kısa bir murakabeden sonra;

“–Elhamdülillâh!” diyerek dersine devam eder. Dersin sonunda, her iki hâl için de aynı tavrın sebebi sorulunca;

“Her ikisinde de, kalbimi yokladım; bir üzüntü ve sevinç hissetmediğimi, mal sevgisinin kalbime yerleşmediğini anlayınca, Rabbime şükrettim.” buyurur.

Âyette vâriyetle ilgili olarak;

“Ey îmân edenler! Mal ve çocuklarınız, sizi Allâh’ı anmaktan alıkoymasın; böyle olanlar hüsrana uğrayanlardır.” (el-Münâfikûn, 9) diye îkaz buyurulur. Şükrü edâ edilmeyen servette, hayır yoktur.

Kur’ân-ı Kerim’de;

“(…) Altın ve gümüşü yığıp da, onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu; işte onlara elem verici bir azabı müjdele.” (et-Tevbe, 34) buyurulur. Vâriyet, eğer bu çerçevede mütalâa edilirse ona hükmedilir; aksi takdirde, kalbe yerleşirse onun esiri olunur.

Vâriyeti; cemiyetin faydasına yönlendirmek hususunda, vakıf müesseseleri fevkalâde verimli hizmetlere vesile olmuşlardır. Tarihte ilk vakıf, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın yeniden inşa ettiği Kâbe’dir. Ayrıca Filistin’in Halil şehrinde vakfettiği ve İngilizlerin Filistin’i işgaline kadar faaliyet gösteren, yolculara yemek hizmetinde kullanılan arazi de en eski vakıflardandır. Peygamber Efendimiz de; ümmetine örnek olarak, hurma bahçelerini vakfetmiştir. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in izinden giden ashâb-ı kiram hazerâtının da sadaka-i câriye olarak bıraktıkları vakıflar; şanlı medeniyetimizde, içtimâî güvenlik müesseseleri mahiyetinde başlangıç olmuşlardır. Nitekim rahmet asırlarının son halkasını teşkil eden Osmanlı, tarihî akışta parıltıları ile göz kamaştıran bir vakıf medeniyeti olarak temâyüz etmiştir.
Peygamber Efendimiz; emâneti onu ihsan eden sahibinin rızâsına göre kullanma sadedinde;

«Asıl zenginliğin mal çokluğu ile değil, gönül zenginliği ile» (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 389) ve «kanaatin, bitmez tükenmez bir hazine» (Beyhakî, Kitâbü’z-Zühd, II, 88) olduğunu buyuruyor. Bu iki güzel haslettir ki; vâriyetin şükrünü bi-hakkın edâ edebilmeye vesiledir.

Sâdî Şîrâzî -kuddise sirruhû-;

“Para yığmakla yükseleceğini sanma; duran su fena kokar.” buyurur. Bir hiç mesâbesindeki ömrü, şükrü edâ edilmeyen vâriyete harcayan insan, ancak hüsrana çıkan âkıbetini hazırlar; servetine vâris olanlar dünyada sefâsını sürerken, kendisine de âhirette cefâsı kalır. Dünyevî cereyanların kargaşasında bocalayan ruh hâliyle, saâdeti vâriyette arayan günümüz insanının, bu keyfiyetin ateşten bir gömlek olduğunu bilmesine; asıl saâdetin, takdire râzı olarak şükredebilen bir zengin veya sabredebilen bir fakir olmaktan geçtiğini idrak etmesine ihtiyacı var.