Buhranlarımızın Devâsı; FETİH RÛHUYLA DİRİLMEK
YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com
Şanlı mâzîmizi taçlandıran Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, dünyanın gidişâtı sömürgeci güçlerin hükümranlığına girdi. Bugün içinde yaşanan zulüm devrinin yolunu açan ve her türlü insânî hassâsiyetten mahrum haçlı ittifakınca yapılan bu ameliye; İngiliz tarihçi Albert Toynbee’nin tesbitiyle, Osmanlı’nın durdurulmasıdır. Mazlumlar coğrafyasının gayr-i ahlâkî bir tarzda paylaşıldığı, terör teşkilâtlarının kıyasıya vuruşturulduğu, işgallerle altüst edildiği bu devirde; hem Orta Doğu’da sınırlar yeniden tanzim ediliyor, hem İslâm âleminden asırlar süren zilletin intikamı alınıyor, hem de nefsânî ihtiraslar uğruna mazlumlar coğrafyasının zenginlikleri iliklerine kadar insafsızca sömürülüyor.
Yaratılmışlara nefsânî nazarla bakan dünyevî zihniyetin tarihi; işgaller, zulümler ve katliâmlarla doludur. Öyle ki; bu ceberûtlardan Roma İmparatoru Neron’un, 64 yılında Roma’yı yaktırıp, çalgı çaldırarak ve şarkı söyleyerek zevkle seyrettiği söylenir. Bu; insanlığa karşı işlenen zulümlerin ne ilki, ne de sonuncusudur.
Mukaddes şehir Kudüs’e 636’da kölesini bindirdiği devesini çekerek giren Halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-; râhibin teklifine rağmen, kendinden sonra gelenlerin, mescide çevirebileceklerini söyleyerek, Kıyâme Kilisesi’nde namaz kılmamıştı. Böyle bir hoşgörü ve adâlet örneği varken; 1099’da şehri işgal eden haçlılar, iki gün içinde, şehirdeki bütün müslüman ve yahudiler olmak üzere, toplam yetmiş binden fazla insanı kılıçtan geçirdiler. Bu katliâm, bir lâtince eserde;
“Burada, o kadar çok kişi öldürülmüştü ki; ölenlerin kanı, katliâma devam eden askerlerimizin ayak bileklerine kadar yükselmişti.” diye tasvir edilir.
Bir diğer batılı tarih kitabında;
“Burada hiç kimse hayatta bırakılmadı. Ne kadınların, ne çocukların hayatlarını bağışladılar.” diye kayıt düşülür.
Bir başkasında da, yüz karası bu vahşet gururla şöyle anlatılır:
“Görülmeye değer harika sahneler gerçekleşti. Adamlarımızın merhametli olan bazıları, düşmanların kafalarını keserken, diğerleri; önce oklarla vurup, sonra canlı canlı ateşe atarak, uzun süre işkence ederek öldürdüler. Şehrin sokakları, kesilmiş kafalar, eller ve ayaklarla doluydu…”
1187’de, Sultan Salâhaddin; Kudüs’ün yağmalanmaması için, şehri barışla almak istemişti. Ancak kendilerine güvenen haçlılar buna yanaşmayınca, kuşatma ile şehri teslim aldı. Sultan, daha önceki kanlı işgalden dolayı asla intikam peşinde olmadı; merhamet ve adâleti elden bırakmadı.
Batılı ülkelerin sömürgelerin paylaşılması, mezheb mücadeleleri, ideolojik çatışmalar… gibi, menfaat hesapları sebebiyle çıkardıkları savaşların son asırlardaki neticesi; yüz milyonlarca insanın ölümü ve ülkelerin harap olmasıdır. İslâm coğrafyasında ise ayrıca; beldeleri tahrip edip bir daha toparlanamaz hâle getirerek haçlı kinini tatmin etmek, kendilerine bağlı kukla idareleri ayakta tutmak, memleketlerin dâhiline fitne-fesat sokarak içtimâî yapıyı ifsad etmek ve enerji kaynaklarına sahip olmak… gibi ahlâk ve insanlık dışı ihtiraslar da bahis mevzuudur. En yakın son iki örnek olan; Irak’ta bir milyondan ve Suriye’de de beş yüz binden fazla masum insan, çoluk-çocuk-kadın-yaşlı demeden haçlı ittifakı ve kuklaları tarafından vahşice katledilmiş; yerleşim sahalarında taş üstünde taş bırakılmamıştır. Katliâmı yürüten sadist ruhlu zalimlerin; bombardımana uğrayan okulların, hastahânelerin, fırınların, çocuk bahçelerinin… enkazında can çekişen bebeklerin, kadınların, yaşlıların feryatlarını, parçalanmış cesetlerini, Neron gibi zevkle, şarkı söyleyerek seyrettikleri muhakkaktır. Kaldı ki, Neron’un vahşette bu kadar ileri gidemediği de bir vâkıadır.
Savaşta asker ve sivillerin mâruz kaldıkları ıstırapları azaltmak, şeref ve haysiyetlerini korumak maksadıyla; 1864 yılında Cenevre’de milletler arası bir konferans toplanarak, bir sözleşme imzalandı. 1949 yılında İkinci Dünya Harbi’nden sonra da, yine Cenevre’de daha önceki tecrübeler ve yeni şartlar dikkate alınarak askerlerin ve yardım teşkilâtlarının uyacakları kaideleri belirleyen yeni bir savaş hukuku beyannamesi üzerinde mutâbık kalındı. Ancak bu anlaşmaya rağmen, savaş suçlarını önlemek hiçbir zaman mümkün olmadı. Sömürgeci ülkelerin bencil anlayışları çerçevesinde, adâlet; «güçlülerin delip geçtikleri, zayıfların ise takılıp kaldıkları bir ağ» mesâbesinde olduğundan; Bosna’da, Azerbaycan’da, Kosova’da, Filistin’de, Irak’ta, Suriye’de… yasaklanmış olan kimyevî silâhlar, fosfor ve misket bombaları kullanıldı; yardım kuruluşları, hastahâneler, okullar, sivil yerleşim yerleri… bombalandı; siviller en ağır işkence ve aşağılamalara mâruz kaldı, katledildi… Beş sömürgeci ülkenin oyuncağı durumundaki Birleşmiş Milletler Teşkilâtı ise, hâlâ devam eden bu barbarlık sahnelerini tamamlayan bir fon mesâbesinde olmaktan ileri gidemiyor.
Savaş hukukuyla ulaşılmak istenen ulvî maksatlar; âlemlere rahmet Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in esaslarını tesbit ettiği, en açık ve şümullü muhtevâ ile, dünyayı asırlarca huzura kavuşturan, adâletle hükmeden şanlı medeniyetimizde gerçekleştirilmiştir. Mahlûkātın en şereflisi olan insanın bu değeri ile ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de;
«Haksız yere bir insanı öldürmenin bütün insanları öldürmek gibi; bir insanı kurtarmanın da bütün insanları kurtarmak gibi olduğu» (el-Mâide, 32) beyan buyurulur.
Bu cümleden olarak, Peygamber Efendimiz;
“Savaşta kadınlara, çocuklara, yaşlılara, manastırlardaki din adamlarına dokunmayın; ağaçları tahrip etmeyin.” ((Ahmed, I, 300; Taberânî, Kebîr, XI, 224/11562;) buyurmuştur.
Nitekim, Mekke’nin fethinde şehre girerken sancağı verdiği Sa‘d bin Ubâde -radıyallâhu anh-’ın;
“–Bugün intikam günüdür, kan akıtmanın helâl olduğu gündür!” diye orduyu savaşmaya teşvik ettiğini gören Rahmet Peygamberi -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz;
“–Hayır! Bugün merhamet günüdür!” (Vâkıdî, Megâzî, II, 821-822) buyurarak, sancağı O’ndan geri aldı.
Sonra güzergâh üzerinde yavrularını emziren bir köpeği görünce, başına bir nöbetçi dikerek onun rahatsız edilmesini önledi. (Vâkıdî, Megazî, II, 804)
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in devesinin üzerinde, secde vaziyetinde;
“Allâh’ım; esas hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1) sözleriyle tevâzu içinde girdiği şehrin fethi; karanlık müşrik gönüllerin hakikate, nûra açılmasıyla taçlandı; yaptıkları bütün kötülüklere rağmen herkese şâmil olan afla, cemiyet huzur ve barışa kavuştu.
Rahmet Peygamberi -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz, engin merhametiyle cihâdın gayesi sadedinde;
“Ey Ali! Senin elinle bir kişinin hidâyete ermesi, yeryüzünde bulunan ve güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.” (Buhârî, Cuma, 29, Cihâd, 102, 143) buyurur.
Kezâ, Rasûlullah Efendimiz’in kumandanlarına tavsiyelerinden birisi de şudur:
“Onları İslâm’a davet etmeden hücuma geçmeyin. Yerlisiyle, göçebesiyle insanları bana müslüman olarak getirmeniz; erkekleri öldürüp de dul kadınlarını ve yetim çocuklarını getirmenizden daha sevimlidir.”(…)
“(Peygamber Efendimiz) on sene süren bir siyasî faaliyetten sonra, iki milyon kilometre kareye yaklaşan bir sahada kurulu bir devlet idare etmekteydi. Bu geniş saha; harp meydanlarında düşman ordu saflarında maktul düşen, iki yüz elli insana mukabil fethedilmiştir. İnsanlara verilen bu değer, bu hürmetin bir eşine daha insanlık tarihinde rastlanmaz.” (Muhammed Hamîdullah: Hazret-i Peygamber’in Savaşları, s. 20-21)
Medeniyetimizin aslî bir unsuru olan merhameti, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; şöyle izah buyurur:
“Benim kastettiğim merhamet (cennete ulaştıracak merhamet), sizin anladığınız şekilde sadece birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis, bütün mahlûkāta şâmil olan merhamettir. (Evet) bütün mahlûkāta şâmil olan merhamettir.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 185)
Sadece medeniyetimize has bu fazîlet sebebiyle; mazlum gönüllerin mest olup insanların akın akın müslüman olması karşısında, haset etmekten kendini alamayan bir râhibin;
“Ey kılıçtan daha zalim olan (!) merhamet!” diye hayıflandığı kayıtlara geçmiştir…
Medeniyetimiz; i‘lâ-yı kelimetullah yolunda, savaş hukukuna riâyetin, sâlih kulluğun destânî örnekleriyle doludur.
Yavuz Sultan Selim Han, Mısır Seferi’ne çıkarken bağlık-bahçelik bir arazi geçilince; orduyu durdurup, bütün askerlerin eşyalarının yoklanmasını emreder. Askerlerin yol boyunca hiç bir şeye el uzatmadıklarını öğrenince; şükredip;
“Eğer, bir askerin heybesinden bir ekşi elma çıksaydı, bu seferden vazgeçerdim.” der.
Yine; Kanunî Sultan Süleyman Han’ın bir Avrupa seferinde, ordu Macar ovalarından geçtikten sonra mola verir. Karargâha gelen bir Macar köylüsü; askerlerin bağdan kopardıkları üzümlerin parasını, asma dalına bağlamış oldukları için, şükranlarını arz etmek ister. O askerleri huzûruna getirten Sultan; onları ordudan çıkarır. Takdir beklerken bu cezaya hayret eden köylüye, Sultan şu derin mânâlı cevabı verir:
“Meyveleri, sahibinden izinsiz aldıkları için bu cezayı aldılar; eğer parasını bırakmasalardı, hırsızlık suçundan daha ağır şekilde cezalandırılırlardı.”
Savaş hukukuyla ilgili olarak, Bosna’nın efsânevî lideri, dâvâ adamı merhum Aliya İZZETBEGOVİÇ’in savaş sırasında askerlerine yaptığı şu konuşma da, bahis mevzuu hususun bir teyididir:
“Askerlerim! Bugün Allah Teâlâ’nın zor bir imtihanı ile karşı karşıyayız. Düşman, kadınlarımızı, çocuklarımızı tahkir ediyor, öldürüyor; siz onların kadın ve çocuklarına dokunamazsınız. Düşman, camilerimizi yıkıyor; siz onların kiliselerine dokunamazsınız. Düşman, askerlerimize işkence yapıyor; siz yapamazsınız.
Çünkü biz, Peygamberimiz’den böyle öğrendik; atalarımızdan, Osmanlı’dan böyle gördük.”
Savaşın mahiyeti ve gayesi ile ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de;
“Allah; mü’minlerden, canlarını ve mallarını; kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır; Allah yolunda çarpışacaklar; öldürecekler ve öldürülecekler…” (et-Tevbe, 111) buyuruluyor. Kâinâta Hâlık’ın nazarıyla bakılan İslâm’ın hükümran olduğu yerde, barış ve huzuru tesis etmek esastır. Ancak, tehdit ve tehlike bahis mevzuu olduğunda; zulmü kaldırıp adâleti yerleştirmek maksadıyla silâha başvurulur.
Din adına cihad ettikleri iddiasıyla masum sivilleri en acımasız bir tarzda katleden terör hiziplerinden kimlerin faydalandığına bakarak; bu din maskeli gürûhun, cemiyeti barış ve huzura kavuşturmaya değil, kargaşaya dûçâr ederek sömürgeci devletlerin istekleri doğrultusunda sömürülmeye hazır hâle getirmeye memur oldukları açık bir şekilde görülür.
«Açmak» mânâsına gelen fetih; «i‘lâ-yı kelimetullah» yani ilâhî mükellefiyet olan adâleti hâkim kılmak, barışı ve huzuru sağlamak gayesiyle yapılan cihad neticesinde nâil olunan bir lütuftur. Burada asıl olan, toprak kazanmak olmayıp; kurumuş, çoraklaşmış gönülleri güzelliklere açmak, gülistan hâline getirmektir. Vatanlaşan toprak, bu ulvîleşmeye bir vesile, bir mekândır. Osmanlı Devleti’nde, alınan kararların, «nizâm-ı âlem» için olduğunun belirtilmesi de, bu gayeye yöneliktir.
Fetih rûhuyla coşan Ârif Nihat ASYA, nesillerimizi de aynı ruhla şöyle coşturuyor:
Yüzüne çarpmak gerek zamânenin fendini…
Göster! Kabaran sular nasıl yıkar bendini!
Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini…
Şu kırık âbideyi yükseltecek taştasın;
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.
Fetihler; kendilerini, önce kendinden, sonra ailesinden, beldesinden, milletinden, nihayette de bütün dünyadan mes’ul görerek, ilâhî değerler manzûmesi çerçevesinde düzeltmeyi dâvâ edinen; kâinâta rahmet nazarıyla bakan, barış ve adâleti hâkim kılma gayesindeki şahsiyetlerle mümkün olur. Aksi takdirde, sömürgeci devletlerin yaptıkları gibi; bir zulüm girdabında mazlumların can çekiştiği işgal ve istîlâdan öteye geçemez.
Nurettin TOPÇU;
“Milletleri fetihler yüceltir. Ruhlara aydınlık getirmeyen fetihler, gerçekte yıkılıştır. Kendimizi sık sık fethetmeliyiz. Nefse teslim oluş, Rabbe ihânettir.” diyor. Bugün sömürgeci zalimlerin oyun sahası hâline gelen İslâm âlemi, zillet içinde kıvranıyor. Bu gidişâtı tersine çevirmeye namzet görünen ülkemiz; durumu devam ettirmek isteyen «yeni düzen»in kurucuları tarafından, içerideki ve dışarıdaki maşaları kullanılarak çökertilmek isteniyor. İlâhî murâda aykırı olan; bu buhranlardan kurtulup selâmete çıkışın, rahmet iklimini hâle hâle yayarak dünyayı barışa kavuşturmanın, Fatih Sultan Mehmed Han gibi çağ değiştirmenin tek çaresi; insanı sâlih kul hâline getiren fetih rûhuyla diriltmek, fıtratında kendini bulmaktır.