225 MEHMET
YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com
–Murat Hoca geliyor! Murat Hoca geliyor! Herkes yerine beyler!
–Selâmün aleyküm delikanlılar!
–Ve aleyküm selâm!
–Buyurun oturun yerlerinize. Evet, başkan efendi, gel de yoklamayı al bakalım.
–213 Salih, 217 Ahmet, 221 Yusuf, 225 Mehmet… 225 Mehmet!
–Hocam, Mehmet yine gelmemiş.
–Bu delikanlı da ya geç geliyor ya da hiç gelmiyor! Ne olacak bunun hâli böyle?
–Hocam çok da hırçınlaştı arkadaşımız. Herkese tavır alıyor, kimseyle konuşmuyor.
–Hayırlısı. Ben Müdür Beyle bir görüşürüm.
Tam bu sırada Mehmet bir karış suratla sınıfa girdi:
–Hocam geç kaldığım için özür dilerim. Derse girebilir miyim?
–Evlâdım bu kaçıncı ha? Bu kaçıncı? Velinle görüşmek istiyorum senin. Geç otur yerine!
Mehmet, başını önüne eğdi ve hiç sesini çıkarmadan yerine oturdu. Murat Hoca çocuğun bu müdânâsız tavrına çok sinir olmuştu. Birden patladı:
–Oğlum senin velin toplantıya gelmedi, bir kere olsun okula geldiğini de hatırlamıyorum. Hiç mi merak etmez senin durumunu?
Mehmet’ten gene ses yoktu. Hoca iyice sinir olmuştu:
–Hiç mi utanman yok senin be! Bir cevap vermeye dahî tenezzül etmiyorsun!
–Öyle demeseniz hocam!
–Bak! Bak! Neyi, nasıl diyeceğimizi de senden öğreneceğiz öyle mi?
–Özür dilerim hocam, nasıl isterseniz…
Murat Hoca, daha fazla dayanamadı:
–Düş önüme! Yeter be! Burada sırf eğitim almak için gelen arkadaşlarının hakkını gasp etmene müsaade etmeyeceğim senin! Daha ölmedik oğlum! Düş önüme! Düş! Düş!
Murat Hoca, bir hışımla soluğu Müdür Beyin odasında aldı:
–Sayın müdürüm! 8-D sınıfından Mehmet! Şikâyetçiyim!
–Murat Hocam sakin ol. Otur, bir soluklan hele. Bu ne sinir!
–Nasıl sinirlenmeyeyim hocam? Bu haylaz; derse ilgisiz, vakitlere riâyetsiz, üstüne üstlük bir de müdânâsız… Tepemin tası attı vallâhi!
Müdür Bey, Mehmet’e dışarıda beklemesini söyledi:
–Tamam hocam, sakin olun! Şimdi ne yapmamı istiyorsunuz, onu söyleyin.
–Bu çocuğun kişi dosyası nerede? Velisi ile görüşmek istiyorum!
–Hocam malûmunuz okulumuzun yeni oluşu sebebiyle kadrosu da yeni teşekkül ediyor. Rehberlik hocamız henüz atanmadı; ama geçen seneki okulundaki bilgilere ulaşabilirim sanırım. Öğrencilerin çoğunu ben de pek tanımıyorum.
–Tamam hocam.
–Buyurun numarası. Çocuk hakkında da; babasının durumu iyiymiş, anne ev hanımı. Geçen seneki notları da çok iyi. Takdir almış. Yaptığınız şikâyetler ile pek uymuyor ama…
–Al işte, ne babasının ne de annesinin telefonu açık! Çocuğun başına bir şey gelse… Şaşırmamak lâzım tabiî. Nasıl birileri olduğunu anlamak için çok uzağa gitmeye gerek yok. Yetiştirdikleri ortada.
Murat Hoca çok üst perdeden konuştuğu için Mehmet konuşulanların hepsini duymuştu. Birden yere yığıldı. Koridordaki nöbetçi öğrenci ânında durumu Müdür Beye iletti. Apar topar hemen yakındaki hastahâneye götürdüler delikanlıyı. Doktorlar ilk müdahaleyi yaptıktan sonra hastahânenin başhekimi Müdür Beyle Murat Hocayı odasına çağırdı:
–Hoş geldiniz, buyurun oturun!
Başhekim; ağır başlı, olgun, heybetli bir beyefendi idi.
–Hoş bulduk doktor bey.
–Siz bu delikanlının neyi olursunuz?
–Ben öğretmeniyim.
–Ben de okuduğu okulun müdürü.
–Çok ilgili olmalısınız.
Müdür Bey söz aldı:
–Estağfirullah. Aslında durum biraz farklı. Açıkçası biz de bayılmasının sebebini tam bilmiyoruz.
–Çocuk kaç gündür açmış be! Yaklaşıp da ağzını bir koklasanız anlardınız! Siz ne kadar tanıyorsunuz bu delikanlıyı?
Müdür Beyle Murat Hoca birbirlerine bakıp başlarını önlerine eğdiler. Başhekim, durumun fotoğrafını çekmişti. Telefonla asistanını aradı ve Doktor Mücahid Beyin gelmesini rica etti.
Doktor Bey gelmişti. Başhekimin bir baş onayı ile anlatmaya başladı:
–Mehmet’i ilk kez babaannesinin hastalığı ile tanıdık. Babaannesinin durumu çok ağırdı; önce müşâhedeye daha sonra da yoğun bakıma aldık. Yaşlı kadının Mehmet’ten başka ilgileneni olmadı. Biz ne desek Mehmet âdeta çırpınırcasına hallediyordu. Bir gün Mehmet toz-toprak içinde geldi yanımıza. Babaannesinin eşyalarını teslim etti ve yapabileceği bir şey olup olmadığını sordu. «Duâ…» diyebildim sadece. Ardından koşar adımlarla hastahâneden çıktı. O gün iyice aklıma takıldı bu delikanlı. Derken iş çıkışında yol üstündeki bir inşaatta kamyondan tuğla indirirken gördüm. Dayanamadım ve kendisini takip ettim. Bir kamyon tuğlayı indirmişti. İşinin bittiğini hissettiğim anda, yanına gidip kendisi ile görüşmek istediğimi söyledim.
Sözü uzatmayayım; çok haysiyetli bir genç. Kendisine yardımcı olma konusunda zor ikna ettim; «Borç olarak!» dedi ve öyle râzı oldu. Sonra kendisi ile hususî bir sohbet ortamı oluştu ve olanları anlattı. Ailesini bir trafik kazasında kaybetmiş. Mehmet’in okulun düzenlediği bir programda olması, onu bu kazadan kurtarmış. İki kardeşi, annesi ve babası bu elîm kazada vefât etmiş. Annesi de yetim büyümüş. O yüzden anne tarafını hiç tanımamış. Bir amcası bir de babaannesi varmış. Amcası ile babasının fikir dünyaları zıtmış zaten. Bir babaanne sahip çıkmaya çalışmış. Önceden özel okulda okuyormuş, sonra herhâlde sizin okula gönderilmiş. Yeni bir okulmuş galiba… Birkaç ay sonra o garibimin de ömrü yetmedi. Buraya geldiğinde zaten netice belli idi. Kadıncağız ilgisizlikten iyice bitmiş vaziyette idi. Yalnız babaannesinin vefatından sonra ben de hiç görüşemedim kendisi ile. Kendine bir gelsin, hemşireler önce bir yemek yedirecekler. Serum bağladık. Görüşemediğimiz bu iki hafta süresince ne olup bittiğini ben de bilmiyorum…
Murat Hoca, Doktor Mücahid Beye dönerek sordu:
–Evini biliyor musunuz?
–Maalesef hayır. Dedim ya çok haysiyetine düşkün bir delikanlı. Birkaç defa evine bırakmak istedim, kabul etmedi.
–Tamam ben o zaman okula kadar gidip arkadaşlarından öğrenip geleyim. Kendine gelinceye kadar burada olurum.
Başhekim, tok sesiyle konuştu:
–Otur bakalım hoca efendi. Daha sonra gidersin. Ben bir yere yetişeceğim. Şimdi beni iyi dinleyecekseniz konuşacağım!
Murat Hoca ve Müdür Bey birbirlerine bakıp sükûtu tercih ettiler.
–Biliyorum, içine düştüğünüz durum hiç de hoşunuza gitmedi. Açık konuşacağım. Önce kendime söylüyorum!
Karşımda idealist iki genç arkadaş görüyorum. Zaten öyle olmasaydınız olay patlak vermezdi. Lâkin söylemeden edemeyeceğim. Bu çocuğun durumu bu noktaya gelinceye kadar neredeydik? Yahu bizim zamanımızda her hoca bir rehber öğretmen gibi değil; âdeta aileden biri gibi neredeyse amca-dayı gibi ilgilenirdi bizimle. Öldülerse mekânları cennet olsun, sağ iseler selâmet içinde olsunlar. Şimdi bakıyorum da bilmem kaç yüz talebelik okul; bir tane rehber öğretmen… Tabiî yetişemeyiz biz bu çocukların gönüllerine. Yeni yeni metotlar, modeller, imtihanlar… Ama o eski talebe-hoca irtibatı kalmadı. Öğrencilere bakıyorum, daha bir arsızlaştılar sanki. Duraklarda, metroda, tramvayda falan; tamamen entel-dantel tipler türedi. Kendi çocuklarımdan da bu mânâda memnun değilim. Yani söze geldi mi yeni eğitim sistemleri, yeniden yapılanmalar deniyor; ama bu iş, ciddî bir ruh ve şuur kaybı yaşıyor gördüğüm kadarıyla. Ben eğitimci biri değilim, öyle bir iddiam da yok; ama bu açığı görmek için de illâ eğitimci olmak gerekmiyor. Kalbinizi kırdıysam özür dilerim. Ama ortada vahim bir durum var. Eğer büyük bir idealimiz varsa, bu işi önce gönüllerde yeşertmeli ve gönülleri hazır hâle getirmeli değil miyiz?
Bakın meselâ; Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’u fethetmeden önce tebdil-i kıyafet camileri gezermiş. Özellikle sabah namazlarında. Bakmış ki camiler, sabah namazında da Cuma namazları gibi dolu. O vakit kanaat getirmiş İstanbul’un fetholunacağına. Çünkü bu başarı, tek başına teknik donanım ile gelmiyor. Bugün okullarımız bir hayli teknik donanımla dolu. Akıllı tahtalar, projeksiyonlar… Ama çocuklarımızın gönülleri yok ortada. Dokunamıyoruz onların gönüllerine. İnşâallah bu olay size de bize de bir ders olsun.
Bu sırada bir hemşire içeri girip, Mehmet’in kendine geldiği haberini verdi.
Başhekim;
“–Karnını doyurdunuz mu?” diye sordu;
“–Evet” cevabını alınca;
“–Tamam; siz odaya üç sandalye daha koyun, biz hep beraber geliyoruz.”
Hep beraber Mehmet’in yanına vardıklarında Murat Hoca çok mahcup bir edâ ile Mehmet’in elini tuttu. Mehmet o sırada kendinden beklenmeyecek bir çeviklikle Murat Hocasının elini öptü:
–Allah sizden râzı olsun Hocam. Siz olmasaydınız, bugün de aç kalacaktım.
Ondaki bu büyüklüğü görünce mahcubiyeti bir kat daha artan Murat Hoca;
“–Hakkını helâl et aslanım!” diye fısıldadı.
–Estağfirullah hocam. Siz helâl edin.
–Helâl olsun da. Ne olduğunu şöyle etraflıca bir anlatsan da bizi de daha fazla ateşlere atmasan…
Doktor Mücahid;
–Ben babaannenin vefatına kadar olan biteni bildiğim kadarı ile anlattım.
Mehmet, bir hocalarına bir doktorlara baktı. Birden hıçkırıklara boğuldu. Gözyaşları içinde, elindeki mendile bakarak başladı anlatmaya:
–Babaannem vefat etmeden önce beni yatılı bir kursa yazdırmak istemişti. Ben de; «Kendisine bakacak kimse yok.» diye istememiştim. Ben az da olsa ihtiyacını görmeye çalışıyordum.
“–Eee ne yiyip ne içiyordunuz?” dedi Müdür Bey.
–Ben inşaatlarda tuğla indiriyordum. Tuğla başı para alıyordum. Allah ne verdiyse, o gün elime ne geçtiyse onunla kanaat ediyorduk.
Başhekim;
“–Amcan nerede peki? O hiç sahip çıkmadı mı size?” diye sordu.
–O, babamın vefatından sonra güya bize sahip çıkma niyetiyle kısa bir süre yakınlaştı. Babamdan kalanları zimmetine geçirdikten sonra işler değişti. Babaannemin cenazesinde bile yüzüme bakmadı. Cenazeyi defnettikten sonra mezarlıktan ayrılmış. Eve gelip tâziyeleri bile kabul etmedi. Birkaç gün komşular hâl-hatır sordular. Daha sonra onlar da gelmez oldu. Aslında ben kendimi idare ederdim; ama kış gelince inşaatlar bıçak gibi kesildi. Başka da bir işe hiç el atmadım, henüz anlamıyorum da zaten. En azından şu ortaokulu bitirirsem, liseyi açıktan okur bir işe girerim, diye düşündüm.
Doktor Mücahid Bey söz aldı:
–Peki, yurda gitmeyi neden denemedin?
–Hocam, tek başıma gitsem beni kim kabul eder Allah aşkına? Hırlı mı hırsız mı?
–Sen de haklısın. Peki biz bu mevzuda aracı olsak…
–Çok duâ ederim. En azından okulumu bitirinceye kadar.
Başhekim tekrar söz aldı:
–Peki, bu son on gündür ne yaptın? Son on güne dair bir şey söylemedin! Ne yedin? Ne içtin?
Mehmet derin bir iç çekti. Başhekimin yüzüne baktı ve tekrar başını önüne eğdi.
Durum anlaşılmıştı. Başhekimin müsaade istemesiyle odadan çıkıldı.
Dışarı çıkınca başhekim;
“–Bu delikanlı ile güzelce ilgilenin. Ne gerekiyorsa yapın. Benden habersiz taburcu etmeyin. Yarın sabah tekrar görüşelim. Hocam, Müdür Bey siz de delikanlıya bir yurt bakabilirseniz… Yarın tekrar görüşelim.” dedi.
–Peki, Doktor Bey. O zaman biz de müsaade alalım. Yarın tekrar görüşmek üzere.
Hastahâneden ayrılınca Müdür Bey;
“–Bir ara; «Başhekim bizi herhâlde dövecek.» dedim; ama adam çok dertli biriymiş.” diye konuştu.
–Öyle, sayın müdürüm, adam sonuna kadar haklı. Biz lâfa-söze gelince mangalda kül bırakmıyoruz da işimiz zor. Bugün kendimizi kandırıyoruz, «iş yapıyoruz» diye de; iş neticeye gelince ortalıkta kimse kalmıyor!
–Allah yardımcımız olsun hocam. Bu iş gönül işi, bu iş dertlenip sahip çıkma işi…
–Âmin hocam. İnşâallah biz kazananlardan oluruz.
–İnşâallah.