YERDE-GÖKTE SEVİLEN ve ÖVÜLEN

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

a_ziylan_yuzakidergisi_nisan2016

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ilk defa vahiy geldiğinde, Efendimiz çok ürperdi.

Muazzam bir şey…

Cebrâil’in aslî sûretindeki o heybeti.

Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın ilk kez kalbe ilkāsı…

Sonra vazifenin azameti. Allâh’ın Rasûlü olmak!

İnsanları yüzlerce yıldır atalarının gittiği yolu bırakmaya ve kendisine tâbî olmaya çağırmak.

Çok ağır bir vazife, büyük bir mes’ûliyet…

«Müslümanım» diyen herkesçe malûm;

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- titreyerek evine geliyor; «Beni örtün!» diyor.

Bir müddet istirahat ettikten sonra, Hazret-i Hatice Vâlidemiz’e ilk vahyi ve kendisine yüklenen vazifeyi anlatıyor ve endişeyle soruyor:

“–Yâ Hatice! Şimdi bana kim inanır?”

O büyük Annemiz diyor ki:

“–Allâh’a yemin ederim ki, Allah Teâlâ Sen’i hiçbir vakit utandırmaz, mahcup etmez.

Çünkü Sen;

➢ Akrabanı himaye edersin;

➢ İşini görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin;

➢ Fukarâya infak eder, kimsenin yapamayacağı kadar iyilikte bulunursun;

➢ Misafire ikram edersin;

➢ Hak yolunda zuhûr eden hâdiselerde (halka) yardım edersin…

(Kim inanır diye niye endişe ediyorsun?) Ey Allâh’ın Elçisi! Sen’i (evvelâ) ben kabul ve tasdik ederim.”

Hazret-i Hatice Vâlidemiz’in sözünün özü:

İyilik yaparsan iyilik bulursun. Cenâb-ı Hak, ihsana hep ihsan ile mukabelede bulunmuştur çünkü. Âyet-i kerîme de buyuruyor:

“İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?” (er-Rahmân, 60)

Hep dürüst olursan, seni de dürüst kişiler tasdik edecektir. Birileri yalanlasa da ehemmiyeti yok.

Yardım eden, yardım görür. Başta Allah katından, sonra O’nun göndereceği kullar tarafından.

Hakikaten Peygamberimiz’in etrafında pervâne olan sahâbîler; Efendimiz’in o iyiliklerinin, ihsanlarının, şahsiyetinin, doğruluğunun bereketi oldu.

İş hayatının prensipleri; dînî hayattan, siyasî ve idarî hakikatlerden farklı değil. Bunu yazılarımızda, kitaplarımızda dile getirmeye çalışıyoruz. İş ve toplum hayatında da; iyilik, insâniyet, yardımseverlik, fedâkârlık, cömertlik en kıymetli kredi, en kıymetli itibar vesilesi, en kıymetli sermaye…

Bereketi veren Allah nazarında da öyle, vesile kıldığı kulların nazarında da öyle…

İnsan bunları niyet ederek yapmaz, yapamaz. Ama etrafına yardımcı olan kişi; sevilir, sayılır, düşse kaldırılır, tökezlese yardımına koşan çok olur.

Fakat etrafına yardımcı değilse, iyiliksever değilse, şehrine, insanına, akrabasına hayrı yoksa; o kişi sevilmez, zor duruma düşse destekçisi olmaz. Unutulur gider.

Sayısız misal var:

Geçmişte bir işyeri kurdum, sapa bir yerdeydi. Tecrübelerimizden biriydi.

Yakınında bir ciğer kebapçısı vardı. Gecekondu gibi iptidâî bir mekândı. Bazı günlerde öğle yemeklerini orada yerdik. Bize göre yaşlı bir adam işletirdi. Ekmek arası yapardı, yemek yerken sohbet edilir, hâl hatır sorulurdu. Bazen de şakalar yapılırdı. Herkes birbirini tanırdı, samimî bir ortam vardı. Bir gün dükkânı çalıştıran Mahmut Amcaya;

“–Buraya ne kadar kira veriyorsun?” diye sordum.

“–Ne kirası?” dedi.

“–Nasıl olur, hiç kira vermiyor musun?” dedim. Dükkânı, işyerlerinin olduğu site gibi bir yerdeydi. Başladı anlatmaya:

“–Bu yerlerin sahibi Mahmut BAHAROĞLU (Tanpocu Mahmut), benim adım da Mahmut. Buralar onundur. Çocukluk arkadaşımdır. Gittim yanına. Dedim ki:

«Benim işlerim kötü gitti; ekmek paramı çıkaramıyorum. Ne yapayım?»

«Gel» dedi. «Sana gecekondu gibi bir yer yapayım, orada ciğer kebabı yapıp satarsın, ekmeğini çıkarırsın.» dedi burayı yaptı bana verdi, kirası falan da yok.”

Adamı tebrik ettik:

“–Yahu ne güzel yapmış!”

Sormaya devam ettim. Adam, bu iyiliğe karşı nasıl hisler içindeydi merak ettim:

“–O arkadaşın da yemek yemeğe geliyor mu buraya?”

“–Gelmez olur mu?”

“–Peki para alıyor musun ondan?”

“–Ben almak istemiyorum ama o mutlaka iki katını bırakır.”

Ben de;

“–Ne iyi adammış desene!” dedim.

Adam oturduğu yerden ayağa fırladı:

“–Kötü adam diyen varsa söylesin. Onu şöyle ederim, böyle ederim!”

Kazârâ biri ters bir söz söylese dövecek. İnsan kendisini müdafaa etsin diye para ile adam tutsa bu kadar içten, samimî sahip çıkmaz. Adama toz kondurmuyor.

İyilik böyle bir şey. Sahip çıkmak, destek olmak. Sadece Allah için.

“Problemini çözdüğünüz kişi, sizindir.” demişler. O size gönül bağıyla bağlanıyor. Sizden ayrılmıyor, size medyûn olduğu için, elinden geldiğince destekçiniz oluyor.

“İnsanlar, ihsanın kölesidir.” demişler. Aynı mânâ.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; kendisine hediye edilen kölesi genç Zeyd’i âzâd ediyor, serbest bırakıyor. Ama o gitmiyor yanından. Babası geliyor, amcası geliyor, yine gitmiyor. İhsan böyle sevdirir, böyle bağlar.

O sayın Mahmut BAHAROĞLU isimli adam;

“Ben ne yapayım, arkadaş!” deyip adaşını başından defetseydi; «Bana ne!» deseydi; hem bu sevabı kaçırmış olurdu, hem de böyle bir dostluğu kaybetmiş olurdu.

İşin mânevî tarafını da düşünelim. O Mahmut’un başına hakikaten bir şey gelse, bu yaşlı adamcağızın desteği, yardımı da hiçbir şey ifade etmeyebilir. Fakat bir mazlumun, bir muhtacın, bir kimsesizin hayır duâsı var ya, işte o «En Güçlü, En Zengin, En Cömert Zât»ın, yani Allâh’ın dergâhına ulaşıyor.

O duâlar, nice belâlara kalkan oluyor. Nice musîbet ihtimallerini daha gelmeden uzaklaştırıyor. İşin asıl mânevî tarafı da bu. Sadakalar belâları def ediyor, duâlar hayrı celbediyor. Ve Allah severse bir kulu, kullarına da sevdiriyor.

İyilikleri insanların takdir etmesi, esas ölçü değildir.

“İyilik yap denize at, balık bilmese de Hâlık elbette bilir.” İnsanlar bilsin diye hayır yapmak, yardım etmek zaten riyâdır. Allah katında hiçbir değeri yoktur.

Fakat toplum açısından; insanların takdiri de mühimdir. Sıhhatli bir toplumda, iyiler sevilir, takdir edilir, methedilir. Böylece kitleler, yeni nesiller; kimi örnek alacaklarını doğru bir şekilde seçerler.

Günümüzde mânevî sıhhatini kaybeden toplumumuzda; halkın, kalabalıkların sevip saydığı, el üstünde tuttuğu insanlar, maalesef sadece şarkıcı, sporcu, sinemacı ve sâir kesimler oluyor. Bunlar da çoğu kez; iyilikleri, hayırları, yardımlarıyla değil, sadece performansları, şöhretleri, kazandıkları para, aldıkları araba ve benzeri şeylerle gündeme geliyorlar. Gençler ben de çok alkışlanan bir şarkıcı olayım, ben de çok kazanan bir futbolcu olayım diye buna hevesleniyor.

Hele bu gibi medyatik kişilerden kimisi; bazen de uyuşturucu, ahlâksızlık ve benzeri şeylerle çok kötü mevzularla gündeme gelebiliyorlar. Bunların gençlere örnek olması, milletimizin istikbâli için hiç iyi olmuyor.

İşte sıhhatli bir toplumda, eşraf denilen kişiler olmalı. Şehrin eşrafı ne demek? Önde gelenleri, şerefli bir vazifede ve vaziyette olan kişiler. Bunlar da hep hayırları, iyilikleri, yardımseverlikleri, güzel ahlâkları, tevâzuları ve dürüstlükleri ile bilinmeli. Herkese güzel örnek olmalı.

Bu vasıfları taşımayanları ise, halk tespit eder ve ayıplar. Normalde ayıplamak kötü bir şey. Fakat insanlar, bu değerlendirmeyi otomatik olarak yaparlar. Mâni olamazsınız.

Bu hususta bir hâtıram var:

Mahallemizde bir arkadaşımız vardı. Bir de kardeşi vardı. İkisinin de bakkal dükkânı var. Birisi çok cömert, diğeri öyle değil. Cömert olan normal, diğeri zengin.

Bir gün kahvede oturuyoruz. O cömert olanın etrafında dört-beş kişi var ve onu övüyorlar:

“–Tahir Efendi bak! Seni mahallede sevmeyen yok. Şu kardeşin Ali’yi de seven yok. Allah senden râzı olsun, sen şöylesin, sen böylesin…”

Ama Tahir’in bu duruma canı sıkıldı, müdahale etti:

“–Allah aşkına! Sizin şikâyet ettiğiniz adam benim öz kardeşim. Ne kadar beni övmüşseniz, onu da o kadar yerin dibine batırıyorsunuz. Kardeşim olması sebebiyle bu da benim hoşuma gitmiyor.

Bana söyler misiniz?!. Kardeşim kimi dolandırmış? Kime kötülük etmiş? Kimin ırzına göz dikmiş? Adam mı öldürmüş? Hırsızlık mı yapmış?..”

Gerçek de öyle.

Kimse bir şey söyleyemedi. Fakat ben bir açıklama yapmak ihtiyacı hissettim:

“–Tahir Efendi! Sen dediklerinde haklısın ama ben sana bir soru sorayım. Bu senin kardeşin, mahallenin bakkalı. Zengin sayılıyor mu, varlıklı mı?”

“–Evet.”

“–Halk da bunu biliyor mu?”

“–Biliyor.”

“–Söyler misin bana; bu zamana kadar kime bir yemek yedirdi? Bir çay içirdi? Kime borç para verdi? Kime yardım etti? Fakir fukarâyı kollayıp gözetti mi? Bir yetim başı okşadı mı?”

“–Hayır.”

“–Varlıklıdan demek ki herkesin beklentisi var.

Bu senin kardeşin herkesin beklentisini karşılayıp kendisini sevdirememiş. Herkesin kendine düşeni yapması, olduğu gibi görünmesi göründüğü gibi olması lâzım.

Yani nasıl iyilik sever kişiyi takdir etmek otomatik oluyorsa, bu tür tenkitler de otomatik olarak ortaya çıkıyor. Kimse bunu özellikle tezgâhlamıyor. İnsanlar ahlâklarının, davranışlarının bedeli olarak bunu yaşıyorlar.

Çünkü toplumda insanların; varlıklı ve imkân sahibi insanlardan bir beklentisi vardır.”

Dînimizde; “Mal emânet, mevkî emânet…” diyoruz ya. “Herkes birbirine zimmetli…” diyoruz ya. İşte tam bu hakikat.

Bir yörede, bir mahallede, bir şehirde, bir ülkede; oranın imkân sahibi, varlık sahibi, makam-mevkî sahibi kişileri, artık topluma faydalı şeyler yapmak zorundadır.

“Bir kavmin efendisi, o kavmin hizmetkârıdır.” (Deylemî, II, 324) hadîs-i şerîfi de bunu anlatıyor.

O, serveti elde edecek ama kimseye faydası dokunmayacak. O zaman insanlar bunu yadırgıyor ve aleyhinde bulunuyor. Kıyaslıyor. «Falanca, şehrimize şu katkıda bulundu; fakat filânca zenginimiz bulunmadı!» diyor.

Sadece para, yardım meselesi değil.

«Şehrimizin filânca milletvekili; birçok hizmete vesile oldu, ilgilendi, alâka gösterdi, ama filânca milletvekili hiç oralı olmadı!» diyor.

Bunlar sosyal hayatta çok mühim değerlendirmeler. Bugün PR diyorlar. Yani halkla ilişkiler… Toplumda bir şekilde sivrilen kişi, bu noktaya dikkat etmeli.

Ama işin mânevî tarafına inanan kişiler, zaten Allah için koşturuyor. Mes’ûliyet duygusuyla yapıyor. Duâ almak için yapıyor. Sadaka-i câriye olsun diye yapıyor. Sadece Allah bilsin diye saklı saklı yapıyor. Fakat onlar gizlese bile halk da fark ediyor; asıl Hâlık biliyor, kulunu sevdiriyor.

Sevmek kadar sevilmek de bir vazife. Yûnus Emre Hazretleri ne güzel demiş:

Sevelim sevilelim,

Dünya kimseye kalmaz.

«Dünya bana kalsın dersen, sevilmek mümkün değil.» Dünyadan vazgeç, o zaman sevilirsin. Bir hadîs-i şerif bu hakikati ne güzel ifade etmiş:

“Dünyada zâhid ol, Allah seni sevsin; halkın elindekilerden yüz çevir, insanlar seni sevsin!..” (İbn-i Mâce, Zühd, 1)

Sevilmek diye bir dert yoksa, işte o; ne halkın dediğini umursar, ne Cenâb-ı Hakk’ın hesabını umursar. Çünkü her hakikatin başı ahlâk… Ahlâkın da en mühim maddesi: Muhabbet.

Muhabbet varsa; merhamet, şefkat, yardımseverlik, cömertlik, fedâkârlık hepsi ardı ardına gelir.

Peygamber Efendimiz, peygamberlikten önce ulaşabildiği kişilere yardım ediyordu. Peygamberlik gelince âlemlere rahmet oldu. Bütün varlıklara sevgi ve şefkati yaydı. Hepimize en büyük örnek O. En güzel O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…

O’nu diller hep salât ü selâm ile zikrediyor. Adı bile «Muhammed»; hep övülen, yerde gökte medh ü senâ ve hamd edilen demek. Anlattığımız kıssadaki «Mahmud» da aynı mânâda. Efendimiz’in sıfatı…

Şairin sözüyle bitirelim:

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!..

Hak’tan bize sultân-ı müeyyedsin Efendim!..

Cenâb-ı Hak, bizleri O’nun sünnetinde dâim eylesin. Kendisini Allâh’a da kullarına da sevdirebilen, ulaştığı nimetlerden rûz-i mahşerde hesabını kolay verebilen kullarından eylesin.

Âmîn…