Bir Mü’minin Şahsiyet, Karakter ve Îman Nişânesi: KİTAP ve SÜNNET

YAZARM. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

m_a_esmeli_yuzakidergisi_nisan2016

Allah beyan etti:

“(Öldükten sonra)

•Bize kavuşmayı beklemeyenler,

•Kendilerine,

•Âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman,

Dediler ki:

‒Ya bundan başka bir Kur’ân getir,

‒Ya da bunu değiştir!” (Yûnus, 15)

Hazret-i Peygamber’in yüzüne karşı böyle dediler. Câhiliyye bilgiçleri, daha o zamandan Kur’ân’a -hâşâ- ayar yapmaya kalkıştılar. Cenâb-ı Hak, aynı âyette ferman buyurdu:

“De ki:

‒Onu kendiliğimden değiştirmekliğim,

‒Benim için olacak şey değil.

‒Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam!

‒İsyan ettiğim takdirde,

‒Büyük bir günün azâbından,

‒Hiç şüphesiz ki korkarım…” (Yûnus, 15)

İşte kıyâmete kadar bütün mü’minlerin İslâm’ı yaşarken prensip edineceği yegâne düstur.

Her zaman elzem.

Çünkü; Asr-ı saâdette bile üstelik Hazret-i Peygamber’e rağmen yüce kitabı başkalaştırma ve değiştirme manevraları yapılmaya cesaret edilmiş. Bugünkü müfsid akımların da bilgiç ve cahil cesareti zaman zaman aynı noktada yoğunlaşıyor. İslâm dünyasını parçalamak ve yutmak için özellikle Kitâb-ı Azîmuşşân’a ayrı, sünnet-i Peygamber’e ayrı hücumlar, yığın yığın.

Bu bakımdan en gerekli çare ve dirâyet;

Mü’minlerin ilâhî beyanlara muvâfık bir mâhiyette şuur ve idrak sahibi olması.

İşte ilâhî beyanlar:

“(Hakikat şu):

•Allah,

•(İnsanların) bir kısmına,

•Hidâyet etti.

(Ancak);

•Bir kısmına da,

•Sapıklık,

•Müstehak oldu.

Çünkü;

•Onlar,

•Allâh’ı bıraktılar da,

•Şeytanları dost edindiler.

Buna rağmen (ne tuhaf ki hâlâ);

•Kendilerinin,

•Doğru yolda (hidâyet üzre) olduklarını

•Sanıyorlar!” (el-A‘râf, 30)

“(Ey Rasûlüm!)

De ki:

‒Size,

‒Yaptıkları işler bakımından,

‒En ziyana uğrayanları

‒Bildirelim mi?

•O kimseler,

•Dünya hayatında,

•Bütün gayretleri boşa gidenlerdir. (Fakat ne tuhaf ki);

•Çok güzel işler yaptıklarını sanıyorlar!” (el-Kehf, 103-104)

(İşin aslı);

“Kim,

•Rahmân’ı,

•Zikretmekten,

•Gafil olursa,

Biz de;

•Ona,

•(Öyle) bir şeytan,

•Musallat ederiz ki;

Artık;

•O (şeytan),

•Onun yanından

•Hiç ayrılmaz!

Hiç şüphesiz;

•Bu (tür) şeytanlar,

•Onları,

•Doğru yoldan saptırırlar.

(Yine ne tuhaf ki);

•Onlar (hâlâ),

•Doğru yolda (hidâyet üzre) olduklarını

•Sanırlar!” (ez-Zuhruf, 36-37)

En nihayet;

“(Kıyâmet denilen)

•O gün,

•Allah,

•Onların hepsini,

•Yeniden diriltecek!

Ve;

•Onlar da;

•(Hâlâ kendilerini kurtaracak) bir iş üzerinde olduklarını sanarak,

•Size yemin ettikleri gibi,

•Allâh’a da yemin edecekler!

(Ne çare);

•Dikkat edin;

•Hiç şüphesiz, onlar,

•İşte onlar,

•Yalancılardır!” (el-Mücâdile, 18)

Böyle hüsrana uğrayan insanların hâline düşmemek için Cenâb-ı Hakk’ın gösterdiği yegâne yol ve reçete:

‒Allâh’a ve

‒Peygamber’e hakkıyla bağlılık.

Yani;

Kitap ve Sünnet’e samimiyetle tâbî olmak.

Zira;

Yüce Allah, murad ettiği yaşayışa dair kullarına verdiği her emir, tâlimat ve hikmeti, ancak;

‒Ya kitabının beyanıyla,

‒Ya da Peygamberi’nin uygulamasıyla vermektedir.

İlâhî yasaklarda da aynı düstur mevzubahistir:

‒Ya Kur’ân beyanı,

‒Ya Peygamber beyanı.

Çünkü dîn-i mübîni, Cenâb-ı Hak, bu iki temel üzerinde inşa etti. Açıkça buyurdu:

“(Ey mü’minler!)

•Peygamber,

‒Size, ne verdiyse,

‒Onu alın!

•O;

‒Size, ne yasakladıysa,

‒Ondan da sakının!

(Bu hususta);

‒Allah’tan korkun, (Allâh’ın bu emrini samimiyetle dinleyin! Buna muhalefetten çekinin!)

Çünkü;

‒Allâh’ın azâbı,

‒Çetindir.” (el-Haşr, 7)

Çok bariz;

Hazret-i Allah, Kitap ve Sünnet’i, Hazret-i Kur’ân ve Hazret-i Peygamber ekseninde bir bütün hâlinde takdim ediyor. Çünkü din ve onun yaşayışı böyle tamam olmakta. Yoksa bir kanadı kopuk olur ki, o zaman insan, ilâhî dairenin dışına düşer. Bu bakımdan Yüce Mevlâ, o dairenin içinde dîni hâlis ve tam kılmak için Kur’ân’ı te’yîden Hazret-i Peygamber’in beyan ve sünnetlerini de âyetle tasdik ediyor ve hepsini ilâhî mühür ve tuğra ile fermanlaştırıyor.

Çünkü Hazret-i Peygamber’in beyan ve sünnetleri, Kur’ân’ın hayat olmuş şeklidir.

Çünkü dînin o hayat olmuş şekli olmazsa kendisi olmaz. İşte ibret: Bütün muharref dinler, ilâhî ölçüye göre gerçek mânâda bir îtikad ve hayat olma vasfını kaybettikleri için devre dışı kalmışlardır.

Onun için;

Hazret-i Peygamber’i bi-zâtihî Cenâb-ı Hak, üsve-i hasene bir hayat olmuş yönüyle bilhassa takdim eder:

“Nitekim;

•Kendi içinizden;

‒Size âyetlerimizi okuyan,

‒Sizi her kötülükten arındıran,

‒Size Kitap ve hikmeti öğreten,

‒Size bilmediklerinizi de öğreten,

•Bir peygamber gönderdik.” (el-Bakara, 151)

“(Malûm);

•Daha önce,

•Apaçık bir sapıklık içinde idiler.

(Fakat) andolsun ki;

•Allah,

•Mü’minlere,

•Kendi içlerinden;

‒Onlara âyetlerini okuyan,

‒Onları arıtıp tertemiz yapan,

‒Onlara Kitap ve hikmeti öğreten

•Bir peygamber göndermekle,

•Büyük bir lütufta bulunmuştur.” (Âl-i İmrân, 164 ve bkz. el-Cuma, 2)

Görüldüğü üzere;

Cenâb-ı Hak, kendisini ve Peygamberi’ni birbirinden ayırmıyor hiç. Yani Kitap ve Sünnet’i birbirinden asla koparmıyor. İkisini bir bütün hâlinde göndermiş olmasını, kendi katından verdiği büyük bir lütuf olarak ifade buyuruyor. Bu hususta şeytanî bir şekilde sağdan yaklaşarak üstelik şirk gibi mefhumların arkasına da gizlenerek Allah ile Peygamber’in, Kitap ile Sünnet’in arasını ayırmaya, yani âdeta Kitab’ı sünnetsiz, dîni peygambersiz bırakmaya çalışanlara da Kur’ânî cevabı, çok açık ve azap dolu:

“Hiç şüphesiz;

•Allâh’ı ve

•Peygamberlerini,

•İnkâr edenler!

Ve;

•ALLAH İLE,

•PEYGAMBERLERİNİ,

•BİRBİRİNDEN AYIRMAK İSTEYENLER!

Ve;

•Bir kısmına îmân ederiz,

•Ama,

•Bir kısmına inanmayız, diyenler!

Ve;

•Bunlar arasında,

•(Îmân ile küfrün ortasında)

•Bir yol tutturmak isteyenler!

İşte;

•Onlar,

•Gerçekten,

•Kâfirlerdir!

Ve;

•Biz de,

•(Bu) kâfirlere,

•Alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” (en-Nisâ, 150-151)

Dolayısıyla;

“(Ancak);

•Allâh’a ve

•Peygamberlerine

•Îmân edenler!

Ve;

•ONLARDAN (ALLAH VE PEYGAMBERLERDEN),

•HİÇBİRİNİ,

•BİRBİRLERİNDEN AYIRMAYANLAR!

İşte;

•Onlara,

•Allah,

•Mükâfatlarını verecektir.

Ve;

•Allah ki,

•Çok bağışlayıcı,

•Çok merhamet edicidir.” (en-Nisâ, 152)

Demek ki;

Bizi Allah katında kurtaracak affa ve merhamete mazhar edecek gerçek bir îmânın hususiyeti, Allah ve Rasûlü’nü birbirinden ayırmamak. Bu itibarla İslâm’a girişin ifadesi olan kelime-i şahâdet de iki kanatlı:

‒Allâh’a şahitlik,

‒Hazret-i Peygamber’e şahitlik.

Yoksa, îman gerçekleşmez.

Tarihten bugüne;

İnsanlık, ne zaman bu iki kanadın ikisinden veya birinden mahrum kaldı, o zaman bağrındaki her şey yine göklerden yere çakıldı. Ruhlar yönünü şaştı. Gidişatlar bozuldu. Dünyayı zulüm ve felâketler doldurdu. Ahlâklar kötürüm oldu. Vicdanlar vahşîleşti. Merhamet, unutuldu. Şefkat, bombalandı. Kitap ve Sünnet’e uzak gönüller, canavar ve cânî oldular. Medeniyetleri bile vahşetle dolu bir mâhiyete dönüştürdüler. Saptılar, saptırdılar. Kalpler ifsâd oldu. Beyinler darmadağın, çareler hüsran oldu.

Dağınık ve şaşkın yolcular, örneksiz ve rehbersiz kaldılar. Yanlış ve tehlikeli koridorlara daldılar. Hiç bilmedikleri yollarda yönlerini bulamadılar. İstikametlerini doğru tayin edemediler.

Nefislerinin zebûnu oldular. Şeytanların oyuncağı oldular. Rezaletlerin âşığı kesildiler. Şifâ ve rahmetten kaçtılar. Hidâyet ve hakikati kötülediler. Şirreti seçtiler. Bilgiçlik uğruna mârifeti terk ettiler. İlim nâmına cehâleti zerk ettiler.

Hiç olmayacak karışımlarla gönül ilâçlarını da zehirleştirdiler.

Cüce oldular.

Fakat; üstünlük kavgasına tutuştular. Unuttular, üstünlüğün sadece takvâda olduğunu ve bunu da insanların değil, sadece Allâh’ın bildiğini.

Unutmadık, diye iddia ettiler. İlâhî beyana karşı tartıştılar.

Cenâb-ı Hakk’ın;

“İşte siz böyle kimselersiniz! Hadi, biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız! Ya hiç bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışıyorsunuz? (Unutmayın, ancak) Allah biliyor, siz bilmiyorsunuz!” (Âl-i İmrân, 66) buyruğunu duysalar da unuttular.

Daha beteri;

Unuttuklarını, kabre girmeden hatırlayamadılar.

Hatırladıklarında ise ellerinde yalnız eyvahlar kaldı.

Yüce Allah da, sonrakilere ölmeden önce ibret olması için onların acı acı pişmanlıklarını şöyle açıkladı:

“(Onlar)

•Yüzleri,

•Ateşte evrilip çevrildiği gün, derler ki:

‒Eyvah bize!

‒Keşke;

‒Allâh’a itaat etseydik,

‒Peygamber’e itaat etseydik!” (el-Ahzâb, 66)

Ne mutlu;

Allâh’a ve Peygamber’e, hem vaktinde hem de olması gerektiği şekilde itaat edenlere!

Ne mutlu, zira;

İnsanlık, ne zaman Kur’ân ve Peygamber, Kitap ve Sünnet denilen iki kanada birlikte sahip oldu ise, rahmet ve hidâyet semâlarında nice erişilmez ufuklara doğru uçtu, uçtu, uçtu. Yedi kat gökleri aştı, mîrâc-ı Hudâ’ya ulaştı. Cennet-i Firdevs’in yolcusu oldu. Yeryüzüne adâlet, huzur ve şefkat hâkim oldu. Gariplerin yüzü güldü. Mazlumların baharı geldi. Yetimler ve kimsesizler, ferahladı. Düşmanlıklar, kardeşliğe dönüştü. Dünya nefes aldı. Cüceler, yüceleşti. Hiçlik hâlinde yaşayışın âhiret saltanatı nasib oldu. Bir an bile Hakk’ı unutmadan yaşandı.

Gönüller, ebedî müjdelerle buluştu. Hele canlı Kur’ân olabilenler, Hazret-i Peygamber’in şefaat sancağı altında bambaşka coştu. Cennet cennet, bütün nimetler, onlara koştu.

Nihayet;

Onlar için mahşer defterinin son cümlesi de:

Sonsuz bir elhamdülillâh oldu.

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmîn…