VATAN SEVGİSİ ÎMANDANDIR

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

b_c_ozdemir_yuzakidergisi_mart2016

Şehirleşmek mânâsına gelen medeniyet; bir değerler manzûmesinin içtimâî hayatın her sahasında tecessüm ederek, cemiyetin hususiyetlerini belirlemesi, kimliğini ortaya koymasıdır. Kimliği teşkil eden hususiyetlerin, cemiyetin bütün hücrelerine sinmesi için de, göçebelikten çıkıp yerleşik hâle gelmek, şehirleşmek zarureti vardır ki; burada da sınırları belirsiz bir coğrafya yerine, belirli bir mekâna, bir vatana sahip olmak bahis mevzuudur. «Vatan sevgisi îmandan» olup, bu mukaddes mekân; alâmeti olan bayrak ve milletin bir hükûmet idaresinde teşkilâtlanmış yapısı olan devletle var olur.

Fikir adamlarımızdan Profesör Remzi Oğuz ARIK, vatan mefhumu ile ilgili olarak şöyle yazar:

“İnsanların ilk yerleştikleri yerler, başlangıçta bir coğrafya parçasıdır. Zamanla insanlar o coğrafyayla bütünleşir, kaynaşır. O topraklara kendi isimlerini verirler veya onların isimlerini alırlar. İşte bundan sonra, coğrafya parçası bir vatan olmuştur. Çiğnenen şey baş tâcı olmuştur. Cansız ve tarafsız coğrafya, vatan olmuştur. Millet adına lâyık hiçbir cemiyet, yurdunu gönül rızâsıyla bırakmamıştır, bırakmaz. Vatan, bu derece milletle beraberdir.”*

Yahya Kemal BEYATLI, vatan hasretinin yürek dağlayan sızısını;

Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor;
Lâkin vatandan ayrılışın ızdırâbı zor.
Hiç dönmemek ölüm gecesinden bu sâhile;
Bitmez bir özleyiştir, ölümden beter bile.
diye terennüm eder. Milletlerin edebiyatında en hüzünlü ağıtlar, vatandan ayrılmak veya onu kaybetmek dolayısıyla yakılır. Hiçbir bedel bu acıyı telâfi edemez. “Bülbülü altın kafese koymuşlar; «Ah vatanım!» diye inlemiş.” atasözümüzün kastettiği, asla kapanmayan bu gönül yarasıdır. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, hicret için Kâbe’yi tavaf edip, ayrılırken söylediği şu sözler, mübârek gönlündeki matemin ve hasretin bir ifadesi olsa gerektir:

“Ey Mekke, sen Allah katında yeryüzünün en hayırlı ve bana en sevimli yerisin. Eğer çıkmak zorunda bırakılmasaydım, senden ayrılmazdım.”

Vatanı koruma; içtimâî yapıyı ilâhî değerler manzûmesi çerçevesinde tanzim edip güçlendirme ve yüceltmenin en güzel örneği, Âlemlere Rahmet Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Bu sebeple O Varlık Nûru’nun saâdet yolunu aydınlatan mübârek hayatını öğrenmek, ümmetine bıraktığı vasiyetine sahip çıkmak, tâlim ve terbiye usûlünü temessül etmek ve kendilerini «asr-ı saâdet»in huzur iklimini câhiliyye karanlığında kıvranan coğrafyaya yaymaya adayan selef-i sâlihîn hazerâtının ve takipçilerinin izlerini sürmek; her vatandaşın, bilhassa da idarecilerin şiârı olmalıdır. Kur’ân-ı Kerim’de vatanın kudsiyeti ve korunması hususunda;

“Allah; din uğrunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasak eder. Onları sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) çıkarın. (Yani vatanınızı kurtarın.) Kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerdir.” (el-Mümtehine, 9);

“Ey îmân edenler! Siz de düşmanlara gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın ki, sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip de Allâh’ın bildiği diğerlerini korkutasınız. Allah yolunda sarf ettiğiniz her şey, size haksızlık yapılmadan tamamen ödenecektir.” (el-Enfâl, 60)… buyurulur.

Nitekim, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gerçekleştirdiği şahsiyet inkılâbıyla, yeryüzüne barış ve adâleti hâkim kılma dâvâsının fedâîsi olan, bu yüce mefkûre ile coşan nesiller; insanlığı, asırlarca huzura davet eden şanlı bir medeniyetin temsilcileri olmuşlardır.

Medeniyetimizin «cihad» mefhumunun muhtevâsı, bahis mevzuu bu ulvî dâvâdır. «Nizâm-ı Âlem» fedâîlerinin gönüllerini tutuşturan aşk; fethedilen coğrafyada adâleti tesis edip, Allah Teâlâ’nın kullarını rahmet ikliminde yaşatmak; O -celle celâlühû-’nun rızâsına kavuşmaktır. Nefsâniyetin aradan çıkarıldığı bu cidalde, bu saâdetin berâtı olarak, gazilik veya şehidlik rütbesini kazanabilmektir. Şehâdetle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de;

“Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın. Bilâkis onlar Rableri katında diridirler. Allâh’ın bol nimetinden sevinç içinde rızıklanırlar.” (Âl-i İmrân, 169)

Hazret-i Hâlid -radıyallâhu anh-’ın, bir savaşta karşılaştığı Bizans ordusu komutanının, kendisini;

“–Bizimle savaşmak için, şu zayıf orduna mı güveniyorsun?” diye küçümsemesi üzerine;

“–Biz sizin yaşamayı sevdiğinizden daha çok; ölmeyi, şehid olmayı severiz.” demesi buna bir misaldir. Allâh’ın Kılıcı (Seyfullah) ünvânı ile anılan bu dâhî kumandanın, vefatına yakın;

“Yüz küsur savaşa katıldım; vücudumda yaralanmayan yer kalmadı. Fakat, al kanlar içinde şehid olamadım.” diye hayıflandığı biliniyor.

İngiliz tarihçi Arnold Toynbee; şanlı medeniyetin son temsilcisi Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesini, onun «durdurulması» olarak ifade eder. Bu hazin dönüm noktasından sonra, dünyanın gidişâtına hâkim olan sömürgeci devletlerin işgal ettikleri yerleri iliklerine kadar sömürüp, ihtirasları uğruna dünyayı ateşe verdikleri; her geçen gün daha katlanılamaz hâle getirdikleri, yaşanan bir gerçek. Hâlbuki, yaratılana rahmet nazarıyla bakılan şanlı medeniyetimizde; kazanılan coğrafya vatanlaştırılmış, bir bütünlük içinde insanı mesut kılmaya mâtuf olarak hizmet götürülmüştür. Mehmed Âkif; vatanın değerini, sınırsız bedelini, şöyle belirtir:

Cânı, cânânı, bütün vârımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

Nitekim mukadder âkıbet tecellî edip, talih dönünce; vatanın en uzak noktalarından itibaren, karış karış kan verilerek, müdafaa edilerek merkeze, Anadolu’ya dönülmüştür. Bu hususta; yüklü miktarda altın karşılığında, Filistin’in kendilerine verilmesini teklif eden yahudi lidere;

“Ancak aldığımız fiyata veriririz.” diyen Sultan Abdülhamid Han’ın asil davranışı, ibretâmiz bir misaldir.

Asırlar boyu üç kıtayı rahmet iklimiyle kucaklayan şanlı medeniyetimizin hükümran olduğu vatan coğrafyamız; bütün katliâm, tahribat ve işaretleri silme gayretlerine rağmen, hâlâ o muhteşem mâzîden izler, hâtıralar taşıyor; ecdâdımıza minnet ve hasret duygularıyla yaşıyor. Ancak ne yazık ki; bugün, sıkışıp kaldığımız son bir avuç vatan toprağımız da, sömürgeci güçler tarafından çok görülüyor; hâin plânlarla tuzaklar kuruluyor. Bölgenin siyonizmin hükümranlığına hazırlanması çerçevesinde; bir taraftan vatanımız düşman bir cephe ile kuşatılmaya çalışılırken, diğer taraftan kavmî asabiyetle çıldırtılmış ve «mankurt»laşmış terör fırkaları ile içten çökertilmek, parçalanmak isteniyor. Ülkemiz; ağır şartları nazar-ı itibare alındığında, âdeta yeni bir Çanakkale Savaşı’nı yaşıyor. Gün geçmiyor ki; vatan toprağımız, kalleşçe vurulan emniyet kuvvetlerimizin kanlarıyla sulanmasın, şehidlerimiz toprağa düşmesin. Bu mücadelenin erleri de, Mehmed Âkif’in, Çanakkale şehidleri için;

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber;
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
diye müjdelediği saâdet makamına lâyıklar; vatan onlara minnettardır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“İki göz vardır ki, onları cehennem ateşi yakmayacaktır. Biri Allah korkusundan dolayı ağlayan, diğeri de Allah rızâsı için gece nöbet bekleyen göz.” (Riyâzü’s-Sâlihîn, c. 2, s. 544) buyuruyor. Elimizde kalan son vatan parçasını muhafaza edip güçlendirerek, ecdâdımızın bıraktığı «İ‘lâ-yı kelimetullah» dâvâsı mûcibince yeni bir medeniyet hamlesinin merkezi yapmak, onunla nimetlenenlerin boyunlarına borçtur. Mehmed Âkif’in;

Sâhipsiz olan memleketin batması haktır,
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.
dediği gibi.
_______________________________
* Prof. Dr. Remzi Oğuz ARIK, Coğrafyadan Vatana, Kültür Bakanlığı Yay., No: 538, s. 12 vd.