ÖLÜMÜ DÜŞÜN ve ONU UNUTMADAN YAŞA

YAZAR : Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com

n_s_cevikoglu_yuzakidergisi_ocak2016

Doğrusu ölümü düşünmemek, gerçeklerden kaçmaktır. Er ya da geç herkes ölüm gerçeğiyle yüz yüze geleceğine göre, ölümü düşünmek akıllı olanların harcıdır. Nasıl ebediyete oranla üç günlük olan şu dünyada doğru dürüst yaşamak için gerekli hazırlıklar yapılıyorsa, elbette âhiret için yani ölüm için de hazırlık yapmak şarttır.

Evet; keyifleri kaçıran, lezzetleri yitiren, şehvetleri bitiren, insanları ayıran ölümü düşünmek gerekiyor. Ölüm kaçınılmaz son, insanın dünya imtihanın en son parçası. Ama aynı zamanda ölüm, yeni bir vâroluş ve diriliş çağrısıdır.

Ölümü her akıl sahibi düşünmeli… Ölüm acaba sadece canın tenden ayrılıp bambaşka âlemlere gitmesi mi? Hayatın bitişi, bir yok oluş mu? Yoksa insanın sahte hayattan kurtuluşu ve gerçek hayatla tüm çıplaklığıyla yüz yüze kalışı mı?

Ölüm dünya hayatının son kapısı, rûhun asıl vatanına dönmesi, insanın mâbûduna ilticâ edişi, hakikî özgürlüğün zirvesi… Hakk’a yöneliş, sükûna eriş, huzura gark oluş ölüm… Tabiî hak edene… Ölüm ile dünya limanından son kez ayrılan insanın, âcizliğinin tüm netliğiyle ortaya konuşu… Şiirlere, şarkılara konu olmuş şu yalan dünyanın gerçekten yalan oluşunun ciddî mânâda ikrârıdır ölüm. Ancak ölüm bir yok oluş değildir, hele hiçlik hiç değildir. Ölüm aslında yeni bir dünyaya uyanıştır.

Ölümü fikretmek, akletmek insanı güçlü kılar, iradesini hesaba kattırır. Hayatı daha derli toplu yaşatır. İnsan ölümü düşünerek; nefsinin isteklerine, şeytanın tuzaklarına, dünyanın aldatmacalarına kanarak yanlışlara meyletmez. Yaşanan hayatın zevklerine, keyiflerine dalmadan insanın davranışlarını hak ölçüler çerçevesinde biçimler. Kişi mü’minse sâlih amellerini çoğaltma gayretinde olur. Böylece; «eli boş gidilmez mutlak gidilecek kapıya» diyerek «âhiret sandığı»nı tıka basa doldurma gayretinde olur.

Allah Teâlâ’nın takdiri ve kesin bir emri olan ölüm hakikatini, bütün netliğiyle kavramak gerekiyor. Bu çizgide insanın, hayatının hesap verilir bir şekilde yaşama gerçeğini göz önünde bulundurması lâzımdır. Bu yönüyle aslında ölüm, insanın fânîlik basamağından ebedîlik basamağına bir geçiş nimeti olarak değerlendirilebilir. Yine insanların; yaşadıkları hayat süreçleri istikametinde, farklı hâl ve boyut değişikliğidir diye de vasfedebiliriz. İnsanın vatan-ı asliyesine intikalidir de denebilir. Dünyada icrâ edilenlerin değer bulduğu müstakîm ruhların vuslat koridoruna girdiği bir firdevs açılımıdır ölüm.

Ölüm;

“Her nefis ölümü tadacaktır.” (el-Ankebût, 57) hakikatine yürümektir. Müslümanların ölüme bakışı son derece duru ve berraktır. Bu cihetle ölüm, «dünya hapishânesinden kurtuluş»tur. Sıkıntılı, problemli, meşakkatli bir hayattan; sıkıntısız, problemsiz ve meşakkatsiz bir âleme geçiştir. Bu kadar güzelliklerini saydığımız ölümden yine de korkulur değil mi? Neden? Çünkü hiç ölmeyecek gibi şu üç kuruş etmez dünyaya öyle bir bağlı yaşıyoruz ki ondan kopamıyoruz? Hâlbuki bu dünyada aynen bir yolcu gibi yaşamalıyız kutsî gerçeğini göz ardı ediyoruz.

Dünyamızı cennete çevirdiğimizden cenneti özleyemiyor, hayal edemiyoruz. Hiç ölmeyecek gibi bu dünyaya çalışırken; yarın ölecek gibi bâkî âlem için çalışmıyor, tezatlar içinde yaşıyoruz. O yüzden ölüm aklımıza gelince uykularımız kaçıyor. Ölüm etrafımızda sıkça gezinirken, nedense kendimize kondurmuyoruz. Hattâ yaşadığımız coğrafyada; her gün onlarca, yüzlerce müslüman kardeşlerimizin ölüm haberleri bile bizi sarsmaya yetmiyor. Ölümün bir gün bizim de kapımızı çalacağını artık düşünmeli değil miyiz?

Ey kardeş! Ölümü düşün ve onu düşünerek hayatını yaşa.

Ölüm hayat üzerinden daha anlamlı yorumlanabilir. Çağdaş düşüncenin en büyük handikaplarından birisidir ölüm. Ölüm herkesin mutlak sonudur, ancak kişilerin kendileri için kabullenmesi ve yakıştırması zor bir kavramdır. Başkalarının ölümleri konuşulur, üzülünür, acılar paylaşılır; fakat kişinin kendisi için olabilecek ölüm hakikatinin yanına yaklaşılmaz. Hakikaten ölüm soğuk bir kavram, ona yaklaşmak ve konuşmak ancak inanç boyutuyla kolaylaşabilir.

Modern düşüncenin ölümü en sıkıntılı bir mesele olarak görmesi; hayat ile ölüm arasında bağ kurmaktan çok, zıtlık üzerinden değerlendirmesinden kaynaklanıyor. Modern hayatta; yaşadığın sürece dünyanın nimetlerinden her şekilde faydalanmalı, hevesler tatmin edilmeli, mümkün olan en iyi şeylerden istifade etmeli fikri hâkimdir. Çünkü insan en sonunda ölüm ile yok olacaktır. Ölüm yokluk demek olduğuna göre; madem yaşıyorsun, o hâlde hayatı ölüm fikri ile zorlaştırma. Böyleleri dünyanın hakkını vermek adına, ölüm düşmanlığı üzerinden kendilerine geniş bir varlık alanı açmaya çalışırlar. Hayat ile ölüm arasındaki bu farklılık; zaman içinde aşırı uçlara kayarak, hayat ile varlık ve ölüm ile yokluk arasında anlam birlikteliği sağlanmaya çalışılır. Hâlbuki ölüm ile yokluk kavramlarının beraber telâffuzu anlamsız bir kofluktur. Kişiyi rûhî boyutlu hiçliğe sürükler. İnsan her türlü güzelliğiyle, faydalı artılarıyla, fazîletli davranışlarıyla hem hayatı anlamlı hâle getirebilir hem de ölümü rûhunda öldürebilir. Ölümün yok oluş iddiası; insanın düşünce dünyasına bir şey kazandırmaz, aksine hayatı hiçe saydırır.

Bir de meseleye şu açıdan bakalım:

Ölenler, ölmekle yok olmazlar. «Ölenle ölünmez!» sözü de yanlış anlaşılmıştır. Ölenler arkalarında acı-üzüntü-gözyaşı bırakırlar ama hatırlanırlar, yâd edilirler; bazıları bıraktıkları ölümsüz eserleriyle aramızda hâlâ yaşamaya devam ederler. Yani kişiler ölseler dahî dünyada bize kendilerini unutturmazlar. O hâlde ölümle insan; dünyasını değiştirir, asla yok olmaz. Kişi ölse bile dünyada bıraktıklarıyla; varlığını dünyada devam ettirirken, nasıl toprağa girince yok olur? Bu sebeple ölüm, yokluk düşüncesiyle bağdaşmaz. Ayrıca insan aklının hakikat sınırları, yokluk düşüncesini idrak etmekten âcizdir. Her insan varlık hayatını ve ölüm gerçeğini aslına uygun bir şekilde kafasına ve gönlüne indirmeli ve sindirmelidir.

Kadîm düşüncede ölüm; insanın varoluş hâllerinden birisi olarak görülürdü ki bu bakış, hayat ile ölümü birleştiren bir görüştür. İnsanlar ölüm hakikatiyle iç içe yaşarlar, hattâ kabristanlar dahî eskiden şehirlerin tam tamına içinde idi. Şimdiki gibi kabristanlar şehrin dışında değildi. Bunun sebebi, insanlar gelip geçerken ölüm gerçeğinden uzaklaşmasınlar istenirdi. Bugün insanlar her ne kadar ölüm gerçeğinden uzak dursalar da, bir gün kendilerinin de öleceğini biliyorlar. Madem bu sondan kaçış yok; o zaman çağdaş insan, ölüm bilgisi ile mutlak bir ilişki kurmalı ve bu bilgiyi aklının değil gönlünün önemli bir yerine koymalıdır kanaatini taşıyoruz. Ama bugünün insanı; bilmek ile inanmak arasında birbirini besleyen ve destekleyen düşünce ufkundan çok, bu bağlantıyı yok edecek tezlerle kendini boşa yoruyor. Ne yazık ki bu keskinlik, insanı bugün yokluk ve hiçlik uçurumuna yuvarlıyor

Sanki bilgiyi öğrenmek, onu yok etmek için kullanılıyor. Çağdaş hayat, ölümü bildiğini zannediyor ve ölüm gerçeği ile ölüm bilgisini kendinden hep uzak tutuyor. Bunun neticesinde inançsızlık düşüncesi gelişiyor. Oysaki inanmak, hayat sürekliliğinin en olumlu ve pozitif yanını teşkil eder. İnançsızlık; her türlü yanlışı, kötülüğü, hukuksuzluğu hattâ cinneti de beraberinde getirir.

İnançsızlık; insanın rûhî melekelerini köreltiyor, duygudan çok yaşanan hayat önceleniyor ve hayat istenen düzeyde gitmiyorsa, kişi kendini helâk ediyor. Sabır, tahammül, dayanma, râzı olma, tevekkül, kanaat erdemleri; inançla birlikte kişiyi hayatın sıkıntılarını aşacak fazîletli erdemliler olarak ölümü unutmadan yaşamamızı sağlar ve insanı hayata bağlar.

Her güzel davranış; hesabı verilebilir her gün ölümü kolaylaştıran pek önemli değerlerdir. Ölümle gün gelip karşılaşmadan önce, ölümü hayat ve bilgi gündemimize bir an önce almalıyız kanaatindeyiz. Böyle devam edilirse, başkalarının üzerinden ölümü konuşmaya devam etmekle kalacağız. Hâlbuki insan her an ölümle karşılaşabilir. O hâlde bugün, ölümü ölümsüzleştirecek fazîletli erdemleri hayata koyma zamanıdır.

Yüce Rab Teâlâ; hayatı en doğru bir şekilde değerlendirip, ölüm hakikatine göre, ömrümüze biçim verebilmemizi nasip etsin.