Dünyadan Maksat ÂHİRETİ KAZANMAK
YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com
Bir bebeğin etrafını tanımaya çalışması misali; insan da, donatıldığı hâssalar mûcibince, kendisine lutfedilen hayatın mahiyetini anlayabilme gayretinde olmuş ve istîdâdı nisbetinde de, birtakım sonuçlara ulaşmıştır. Tabiî, bu fikirler şüphesiz; Âdem -aleyhisselâm-’dan itibaren her kavme gönderilen yüz yirmi dört bin küsur peygamberân -aleyhimüsselâm- hazerâtınca tebliğ buyurulan ilâhî beyanlardan kalan izleri de aksettirmektedir. Bu cümleden olarak; böyle muhteşem bir nizam içinde bulunan insan, her şeyin bir ölümle yok oluverecek kadar basit olmaması gerektiğinin idrakiyle, tefekkürün bir semeresi olarak «âhiret» vâkıasına ulaşmıştır. Tarih; en eski olanlardan başlayarak, bütün cemiyetlerin, birbirlerinden farklı da olsa, ölümden sonraki bir hayata inandıklarını ve orada rahata kavuşmak için, önceden birtakım tedbirler aldıklarını kaydediyor.
Eski Yunan filozoflarından Eflâtun; insanlık âlemini, bir mağara içinde, yüzleri duvara bakan esirler gibi telâkki eder. Bunlar sadece; içeriye sızan ışığın duvara yansıttığı, dışarıdaki varlıkların gölgelerini görebilirler. Esirlerden birisi dışarı çıkıp; yansıyan gölgelerin asıllarını görerek, bunların çok daha farklı olduklarını söylese de kimse inanmaz. Filozof, hulâsa olarak; insan için, birisi sadece yansıyan gölgelerden ibaret geçici dünyanın; diğeri de asıl gerçeklerin bulunduğu ebediyet âleminin varlığı kanaatindedir.
“Ana karnındaki çocuğa; «Dışarıda çok güzel bir dünya olduğu; kendisinin ise karanlık bir hapishânede bulunduğu» söylense; onun buna inanmayacağını” söyleyen Anadolu’muzun gönül sultanlarından Mevlânâ -kuddise sirruhû- da; vahyin muktezâsınca, asıl hayatın âhirette olduğunu belirterek; bu dünyada kaybedilenlerden dolayı «yanılıp, yakınılmaması» hususunda ikaz buyurur.
Dünya hayatı ile ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de;
“Allah inkârcılara; «Yeryüzünde ne kadar kaldınız?» diye sorar. «Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık…» derler.” (el-Mü’minûn, 112-113)
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;
“Bir insanoğlu, bir parmağını denize daldırmış olsa, ondan ne kadar su alabilir ki? İşte deniz suyuna nisbetle bu parmaktaki ıslaklık ne ise, âhiret hayatına nisbetle dünya hayatı da odur. Yazık o kimselere ki; (…) yine de kalplerini mal, mülk ve dünya sevgisiyle dolduruyorlar.” (Müslim, Cennet, 55) buyurduğu gibi; ömür ne kadar da uzun olursa olsun, ebedî hayatın yanında bir «hiç» mesâbesindedir.
Bugün dünyevî cereyanların istîlâsıyla çoraklaşan zihinler; cemiyetleri uyuşturduğu, atâlete sürüklediği, geri bıraktığı… gibi vehimlerle, «âhiret» mefhumunu insanın hayatından, hattâ fikrinden çıkarmak gayretindeler. Âhiret hesabı olmayan insanın nasıl canavarlaştığı, dünyayı nasıl kan ve ateş deryâsında yaşanamaz hâle getirdiği ortada iken; ilim ve teknik yönünde ilerlemenin, ancak meçhul bir geleceği nazar-ı itibare alarak değil, müşahhas dünyaya yönelerek mümkün olabileceği iddia ediliyor. Bilgi çağı denilen bir zamanda, çağlar öncesinin de gerisinde kalan, muhakeme ve tefekkürden mahrum bu zihniyet; dinle alâka kurduğu bütün tasarılara karşı çıkarak, engellemeye çalışarak, cemiyeti asırlar boyu dünyayı adâletin gölgesinde huzur ve barışla buluşturan bir medeniyetin rûhundan tecrit etmeye gayret ediyor.
Nefsâniyet; tabiatı icabı, va‘dedileni değil, peşin verileni tercihe meyillidir.
“Hevâsını kendine ilâh edinen” (el-Furkān, 43) modern (!) zamanların zihniyeti, cenneti -hâşâ- dünyada gerçekleştirmek iddiasıyla, insanlığı âdeta cehennem hayatına mahkûm etti. Farz-ı muhal bu hayal gerçekleşse bile, fânîliği hasebiyle yine de bir hiç mesâbesinde olan bu kuruntu, zaten insanı huzurun kıyısına bile yaklaştıramamıştır. «Ben» merkezli bir zihniyetten, saâdete yol alan «biz» merkezli bir gelişme beklemek, şüphesiz imkân dâhilinde olamaz. Nitekim, «Tarihin Sonu» teziyle, insanlığı huzura kavuşturacak bir sonuç bekleyenler hüsrana uğramış; dünya, maddeten gelişmiş ülkeler de dâhil olmak üzere, topyekûn içtimâî bir cinnetin girdabında karanlıklara gömülmüştür. Bu; Mısırlı mütefekkir Muhammed Kutub’un tavsifiyle, «Modern Câhiliyye»dir.
Akl-ı selîm; müddetleri kıyaslanamayacak kadar farklı olmakla beraber, dünya ve âhiret insana mekân olarak tayin buyurulduğuna göre, her ikisinin de ağırlıklarına göre hakkını vermeyi gerektirir. Kur’ân-ı Kerim’de bu hususta;
“Allâh’ın sana verdiğinden O’nun yolunda harcayarak âhiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasibini unutma…” (el-Kasas, 77) buyurulur.
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, bu hassas dengenin ölçüsü ile ilgili olarak;
“Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış; yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol.” (Taberânî, Câmiu’s-Sağîr, c. 2, s. 12, Hadis No: 1201) buyurur.
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; fethedilen Mekke-i Mükerreme’ye girerken, bir an bile baş başa kalmaktan yüce Rabbine sığındığı nefse bir pay biçmeden, devesinin üzerinde secdeye varmış bir vaziyette, tevâzu ile;
“Ey Allâh’ım; esas hayat ancak âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Cihâd, 110) buyuruyordu. Arapların hikmetli bir sözünde;
“Her gelecek, yakındır.” denilir. Kudretin zirvesinde, iktidarda olanlara uzak görünen ölüm, aslında pek yakındır. Nefsin vahşî bir at misali şâha kalkmak üzere olduğu bir anda, onu âhiret gerçeği ile teskin etmek, durultmak sâlih kulluğa talip olanların şiârıdır.
Üstad Necip Fazıl, hayatın iki keskin vâkıası için;
Her şey akar; su, tarih, yıldız insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nûr akar, birinden kir.
diyor. Kur’ân-ı Kerim’de;
“Allah; mü’minlerden mallarını ve canlarını, onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111) buyuruluyor.
«Karınca ile cırcır böceği» meselindeki, yazı saz çalmakla geçiren cırcır böceğinin, çalışmakla geçiren karınca karşısında düştüğü pişmanlığı yaşamamak için; aklın yolu, hayatını Allah Teâlâ’nın rızâsı istikametinde tanzim etmek, nur akan oluktan feyz alıp, ebedî hayatın şu biricik sermayesini en güzel şekilde değerlendirmek, âhireti kazanmaktır.