DÜNYADA DA ve ÂHİRETTE DE İYİLİK

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

h_kubra_ergin_yuzakidergisi_ocak2016

Mekke devrindeydi. Sahâbeden Habbâb İbnu’l-Eret -radıyallâhu anh-, îman şerefini tatmış bir demirciydi. İslâm düşmanlarından Âs bin Vâil es-Sehmî’ye bir kılıç yapmıştı. Alacağını istemeye gittiğinde bu fırsatı değerlendirerek onu dîninden döndürmek isteyen Âs bin Vâil;

“–Hayır, sen Muhammed’i inkâr etmedikçe vermeyeceğim!” dedi. Habbâb -radıyallâhu anh-;

“–Asla! Sen ölüp, Allah seni yeniden diriltinceye kadar ebediyyen O’nu inkâr etmeyeceğim!” dedi. Muhatabı âhirete inanmadığı için onun bu sözünü alayla karşıladı ve;

“–Yani ben, öldükten sonra tekrar dirileceğim ha! Öyleyse bırak beni, öleyim de yeniden dirileyim. Bana orada da bol mal ve evlât verilecek. O zaman sana olan borcumu öderim.” dedi.

Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:

“(Ey Rasûlü’m!) Âyetlerimizi inkâr eden ve; «Bana elbette mal ve çocuk verilecektir!» diyeni gördün mü?

O görülmeyeni mi biliyor yoksa Rahmân katından bir söz mü almıştır?

Hayır, söylediğini yazacağız ve onun azabını uzattıkça uzatacağız.

Bahsettikleri şeyler Biz’e kalacaktır. Kendisi Biz’e tek başına gelecektir.” (Meryem, 77-80) (Buhârî, Tefsir, Meryem, 3, 4, 6)

Kur’ân-ı Kerim’de inkârcıların zihin yapılarını ele veren birçok âyet-i kerîme görürüz. Bunlarda sanki asıl maksat; onları kötülemekten ziyade, mü’minleri, inkârcıların şahsında onların bu kötü sıfatlarından sakındırmaktır. Meselâ onların dünya hayatı ile râzı olup yetinmesi, Allâh’a ve âhirete rağbet etmemesi pek çok âyette çeşitli misallerle yerilir:

“Onlar âhirete karşılık dünya hayatını satın almışlardır. Bu alışverişlerinden dolayı kendilerinden azap kaldırılıp hafifletilmez ve onlara yardım da edilmez.” (el-Bakara, 86)

Allah Teâlâ o zamanın müşriklerini bir misal yaparak bütün zamanlardaki insanların psiko-sosyal durumuna dikkat çekiyor. Dünya nimetleri, insanların önüne serildiği zaman, insan Rabbine karşı kendini müstağnî zannediyor. (el-Alak, 6-7)

Zannediyor ki, bu kazanç ona kendi bilgi ve becerisi sayesinde geliyor ve her zaman da gelecek. Hâlbuki dünya bir sebepler âlemidir. O sebeplerin de Hâlık’ı olan Rabbimiz, sebepler perdesi arkasından nimetleri vererek bizi imtihandan geçirmektedir.

Bu dünya bir yolculuk, bize verilenler de dönüşte hesabı sorulacak bir yol azığı ve sermayedir. Sahibimiz, asıl yurdumuza döndüğümüzde bize harçlık olarak verdiği imkânlardan mutlaka hesap soracaktır. İster az olsun, ister çok olsun; dünya avunmaya değmez.

“… Onlar dünya hayatı ile ferahlanmaktalar. Oysa dünya hayatı âhiret hayatının yanında bir yol azığından ibarettir.” (er-Ra‘d, 26)

İnsan âhireti inkâr etmekle, kendisini bu dünyada «hür» saymakla gerçekten hür olabilir mi? Zaman bizi ölüme doğru adım adım götürürken, ondan ötesine dair haberlere hiç aldırış etmeden bu dünya ile yetinmek ne tuhaf bir hâldir…

Zaman ne kadar değişse de îmân edenlerle inkârcıların durumu çok fazla değişmiyor. Nasıl ki Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; insanları İslâm’a davet ettiğinde zenginlerden çok azı îmân ettiyse, günümüzde de maddî imkânlara sahip olanlar, onca araştırma imkânına rağmen, hidâyeti arayıp bulmak istemiyorlar.

Çoğu zaman inkârcıların dünya hayatına bakıldığında; insana câzip gelen, bolluk, rahatlık ve serbestlik göze çarpıyor. İslâm’ın bidâyetinde ilk îmân edenlerin birçoğu, fakir gençler ve kölelerdi. Önceden zengin olan bir kısım mü’minler de kendilerine uygulanan boykot ve eziyet sebebiyle rahatça ticaret yapamıyordu. İşkence gören mü’min köleleri satın alıp âzâd etmek ve fakir kardeşlerine infak etmek sebebiyle de yoksul düşmüşlerdi. Müşrikler ise rahatça ticaret seferlerini yaparak kâr elde ediyorlardı. Belki de bu manzara karşısında gönülleri mahzun oluyordu. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“İnkâr edenlerin refah içinde diyar diyar gezip dolaşmaları seni aldatmasın… Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir!” (Âl-i İmrân, 196-197)

Her çağda mü’minler için dünya hayatı; kısıtlamalarla, sıkıntılarla geçiyor. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in buyurduğu gibi:

“Dünya mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir.” (Müslim, Zühd, 1; Tirmizî, Zühd, 16)

Mü’minlerin dünya hayatında maddî ve mânevî kısıtlamalar, sıkıntılar, mallardan ve canlardan eksilme ile imtihanlar eksik olmaz. Bugün İslâm coğrafyasında yaşanan sıkıntılar ve maruz kalınan korkular inşâallah îmânımızın tescilidir. Çünkü;

“Mü’min erkek ve kadının nefsinde, çocuğunda, malında belâ eksik olmaz. Tâ ki hatasız olarak Allâh’a kavuşsun.” (Tirmizî, Zühd, 57)

Mü’min için dünyanın zindan gibi olması; mutlaka katlanılması çok zor sıkıntılarla geçecek, hiçbir nimet olmayacak mânâsına da değildir. Aksine en büyük nimet olan îman nimeti sayesinde, mü’minin dünya hayatı da «Hayât-ı Tayyibe» olarak geçer.

Allah Teâlâ buyuruyor:

“Erkek olsun, kadın olsun; mü’min olarak kim amel-i sâlih işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.” (en-Nahl, 97)

Belki bir mü’min, dünya menfaat ve zevklerine sınır tanımazcasına dalamaz, dînî hükümler onu sınırlandırır; ama o sınırlar sayesinde şükrün lezzetine varır. Hak din; îmân eden insanın gözüne öyle bir gözlük takar ki, bu gözlük sayesinde dünyadaki her şey mânevî bir değere kavuşarak ebediyete dair bir müjde hâline gelir. Meselâ; görünüşte helâl ve haramı ayıran hükümler, mü’minin yoluna çizgiler çizip hareket alanını sınırlandırır, ama helâl kısmı ilâhî bir ikram, bir hediye hâline getirir. Meselâ hayatı boyunca, çekinmeden zina eden bir kişi; helâl kılınmış evliliğin kıymetini bilemez.

Allah için farz veya nâfile ameller işlemek üzere dünyevî rahatımızdan ferâgat etmenin de böyle bir mükâfatı vardır. Meselâ insan; haftada birkaç gün oruç tuttuğu zaman, oruç tutmaya ara verdiği günlerdeki kahvaltı ona büyük bir nimet gibi gelir.

Bunun yanında sâlih ameller de âhiretten önce, dünyada da büyük bir nimettir. Bir insan parasını infak etse; infak edecek parası olduğu için, onu infak etmeye vesile bulduğu ve kendinde bunu yapacak mânevî gücü gördüğü için Allâh’a şükreder. Bunların hepsinin Allâh’ın hibesi olduğunu hisseder ve öte âlemde daha nice nimetlere kavuşacağına dair ümidi artar. Artık bir şeylerin eksikliği veya elinden çıkması da ona dokunmaz, çünkü onlardan sevap ummanın sevinci çok daha büyüktür.

Bugün sekülerizm denilen dünya görüşü; dünyayı profan yani mukaddessiz, kuralsız, alabildiğine maddî bir çehreye büründürürken; insanın madde üzerinde mânevî tecrübe yaşayarak kurduğu en güçlü mâneviyat bağını, kopardı attı. Bu sebeple bugün batıda, mânevî bir tecrübe yaşamak için kendilerini zorlayan hayat tarzlarına yöneliyorlar. Hâlbuki mü’minler; hayatın içindeyken yaptıkları tercihlerle, sürekli Allah ile alışveriş içinde olabiliyorlar.

Peygamber Efendimiz’in sünneti; hayatın her sahasına dair edeplerle, meselâ yemek yerken; «Besmele ile ve sağ elle yemeyi» dahî sevap vesilesi kılıyor. Haram-helâl çizgisinden edeplere kadar gittikçe incelen bu kaideler, hem dünya hayatı içindeyken kalbimizin mânevî bağlarını koparmasını engelliyor hem de dünya hayatını sürekli bereketli bir alışveriş hâline getiriyor.

Allâh’ı ve âhireti unutmadıktan sonra, dünya işleriyle meşgul olması mü’mine zarar vermiyor. Yeter ki kalbinin asıl maksadı hâline getirmesin. O zaman insanın dünyada da bir hasene, âhirette de bir hasene istemesinin bir sakıncası olmuyor. Hattâ kulluk edebi, afiyet istemeyi ve Allâh’ın cömertliğinden ümidi kesmemeyi gerektiriyor.

“Bazı kimseler;

«Rabbimiz, bize vereceğini bu dünyada ver!» derler.

Bunların âhirette nasipleri yoktur. Bazıları da;

«Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver ve bizi cehennem ateşinden koru!» derler.

İşte bunlar, kazandıkları şeylerin hayır ve bereketlerini fazlasıyla bulurlar. Allah, hesabı çok çabuk görür.” (el-Bakara, 200-202)