ÂHİRET VAR MI?

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

harun_ogmus_yuzakidergisi_ocak2016

11 kişi öldürüldü diye dünyayı ayağa kaldırırken, Suriye’de beş yıldır devam eden ve 400 bine yakın insanın ölüp milyonlarcasının yerinden-yurdundan olduğu büyük felâketi görmezden gelenler; mültecîler kendi ülkelerine akın etmeye başlayınca bu akını önlemek amacıyla paçaları tutuşup ancak o zaman «duyarlı» ve «insanî» görünmeye çalışanlar için âhiret yok.

Suriye’deki felâketi yalnızca kendi menfaatleri açısından görüp değerlendiren, «IŞİD’le mücadele ediyoruz» bahanesiyle Akdeniz’deki varlıklarını tahkim etmek için Esed rejimini ayakta tutmaya çalışarak mevcut felâkete yeni felâketler ekleyenler için de âhiret yok.

Birinciler bütün insanî değerlerini kaybetmiş, vicdanları nasır bağlamış benciller gürûhu…

Elbette Suriyelileri zorbanın zulmünden kurtarmak için savaşa atılmalarını bekleyecek kadar safdil olmadık, olmayız! Ancak «Özgür Suriye Ordusu»nu teçhizatlandırabilirler, -hiç değilse- «Birinci Körfez Savaşı» sonrasında Irak’ın kuzeyinde yaptıkları gibi Suriye’nin kuzeyinde de uçuşa yasak bir bölge ilân edebilirlerdi. Üstelik Türkiye’nin güneyinde patriotlar hazır konuşlandırılmış vaziyette olduğu için, isteseler böyle bir yasağı ekstra bir maliyet olmaksızın gerçekleştirebilirlerdi. Ama bunu bile yapmadılar. Onlar için varsa yoksa zevk u safâ içinde yüzdükleri bu dünya hayatı var. Bütün hedefleri; arzu ve heveslerini tatmin etmek, yani kendilerine tapınmak olduğu için -vehmettiklerinin aksine- onların hürriyet değerine sahip oldukları bile söylenemez! Çünkü onlar dizginlerini nefislerine teslim etmiş, nefisleri ne diyorsa onu yapan, Kur’ân’ın ifadesiyle; «arzu ve heveslerini ilâh edinmiş, bu sebeple kör, sağır ve hissiz hâle gelip yoldan çıkmış» (el-Câsiye, 45/23), «ne olduklarını unutmuş» (el-Haşr, 59/19) kimseler! İnsan kendini düşünür, istediğini yapmaktan hoşlanır, hattâ bunun kendi faydasına olduğunu da zannedebilir; ancak bencillik bazen bu dünyada bile insana en büyük zararı verir, belki de onun sonunu getirir. İşte yukarıda işaret ettiğimiz beş yıllık körlüğün neticesi bile, mültecî akınıyla şimdiden meyvesini vermeye ve hodbinlerin rahatını kaçırmaya başladı…

İkinciler güyâ «ülkelerinin menfaati» için eli kanlı bir zalime destek veriyor, bu sebeple yeni katliâmlara imza atıyorlar. Yani ülkelerinin dünya siyasetindeki ağırlığını artırıyor, sözüm ona «milliyetçilik» yapıyorlar. İnsanî ve ahlâkî değerlerden tamamıyla yoksun bir tarz-ı siyaset, onu takip edenleri dünyanın en büyük sıklet merkezi yapsa ne yazar? En fazla bir süre göğüsleri gururla dolan destekçileri tarafından, el üstünde tutulup alkışlanırlar? Sonra? Sonrası hiç! Tarihin çöplüğünde; böyle mânâsız katliâmlardan, kesik baş piramitlerinden nam salıp kof böbürlenme vesileleri çıkaran o kadar çok örnek var ki… Hiçbiri de hayırla yâd edilmiyor… Milliyetçilik; başkalarının felâketinde saâdet aramaksa, lânet olsun milliyetçiliğe!

Ben de durmuş neler yazıyorum? Kimler adına hangi hayıflanmalarda bulunuyorum? Bu kimselerden, başka ne beklenir ki? Afrika’yı köleleştirenler, dünyayı parselleyip asırlarca sömürenler, parsellemekte anlaşamayınca iki defa savaş çıkarıp milyonlarca insanın ölümüne sebep olanlar birinciler değil mi?

Sıcak denizlere inmek hülyasıyla üç asırdır uğraş veren; bunun için Kazan, Astrahan, Kafkasya, Kırım, Afganistan ve bütün Türkistan’ı işgal eden, bu uğurda Balkan milletlerini ve Anadolu Ermenilerini iğvâ eden ikinciler değil mi?

Onlar dün olduğu gibi bugün de tıynetlerinin gereğini yapıyorlar. Peki, asırlardır bütün bu yapılanların en birinci hedefi olmuş ve hâlen olmakta olan biz müslümanlar ne yapıyoruz?

Asıl önemli olan budur!

Kendi elimizle ürettiğimiz bir kısım gerekçe ve bahaneleri başkalarının eline vermesek coğrafyamızda bu yıkımlar yaşanır mı? Kitâbımız’da geçtiği gibi; mü’minler olarak birbirimizi kardeş bilsek (el-Hucurât, 49/10), «müslüman» kimliğiyle yetinsek ve saygı duymakla birlikte hiçbir kimliği onun önüne geçirip birbirimizi ötekileştirmesek, coğrafyamızı kasıp kavuran zulüm ve fesâdı önlesek, başkaları gelip tepemizde boza pişirebilir mi? Hâlbuki şu anda en önemli değerlerimizi hebâ eden kör bir taassup içindeyiz? Dînimizin en önde gelen amaçlarından biri yaşama hakkının muhafazası iken; asırlarca önce ölüp kemikleri çürüyüp gitmiş insanların türbelerini korumak adına, müslüman canına kıymayı en mukaddes vazife biliyor bir kısmımız. Onların gövdelerini siper ettiği türbeleri yıkmak ise, diğer bir kısmımızın can attığı yüce bir iş olmuş! Ne oluyoruz? Nefis muhasebesi yapacağımız bir vakit hâlâ gelmedi mi? Afganistan’da düğün yapmakta iken «terörist» oldukları zannıyla öldürülen insanlar hakkında; «Kaza oldu!» denilip geçilir; kitle imhâ silâhları olduğu iddiasıyla işgal edilen Irak’ta 1 milyondan fazla insanın öldürülmesi, iddianın yalanlanmasından sonra bile gündem olmazken; «Paris’te 11 kişinin öldürülmesi dünyanın önde gelen liderlerinin katıldığı bir yürüyüşle kınanmaya değer bulunacak kadar neden önemsenir?» diye soracağımız zaman hâlâ gelmedi mi? Bu soru, elbette 11 kişinin öldürülmesini önemsiz görmek değildir.

“Bir cana kıyan bütün insanlığa kıymış gibidir.” (el-Mâide, 5/32) diyen Kitâbımız’a göre, bir tek masumun öldürülmesi bile hoş görülemez! Bizim dikkat çekmek istediğimiz husus, bir kısım ölüler çok değerli görülürken, diğerlerinin -sayıca nisbet kabul etmeyecek kadar fazla olmasına rağmen- gündeme alınmaya bile değer bulunmamalarıdır! En esef verici olan ise; bu durumu, bizim bile artık tabiî görüp kanıksamaya başlamamızdır. Özellikle Suriye’de beş senedir işlenmekte olan katliâm haberleri; neredeyse cinayeti sıradanlaştırmış, her gün Suriye, Yemen vb. ülkelerde 30-40 kişiden aşağı düşmeyen can kayıpları âdiyattan görülür olmuştur. Belki başlangıçta biraz «Osmanlı hayali» ile hareket etmiş olsa bile; 2,5 milyon mültecîyi bağrına basmak sûretiyle hiçbir hesap yapmadan, tamamıyla insanî değerler çerçevesinde bir siyaset gözettiğini ispatlayan yegâne dünya ülkesinin vatandaşları olarak, bizlerin bile bu duruma gelişi hakikaten şâyân-ı hayret ve teessüftür!

Yazımızın başında işaret ettiğimiz kimseler için âhiret yok. Hem yaşadıkları hayatta âhiret diye bir kaygıları olmaması anlamında yok, hem de böyle yaşamaları sebebiyle gerçek anlamda yok. Çünkü cehennemde devam edecek bir âhiret hayatı, onu yaşayanlar için yok hükmündedir. Hattâ ondan da beter! Çünkü içinde bulunacakları felâket sebebiyle defalarca yok olmak isteyecekler, ancak o bile kendilerinden esirgenecek… (el-Furkān, 25/14) Asıl önemli olan âhiretin bizim için olup olmadığı… Yoksa -maâzallah- bizim için de mi yok?