HAYAT ve TASAVVUF

YAZAR : Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com

nurten_selma_cevikoglu_yuzakidergisi_aralık2015

Modernitenin hâkim olduğu global dünyada; insanlara en mükemmel hayat tarzı diye sunulan, dîni hayatın kıyısına iten, ilâhî erdemleri öteleyen sistemler, insanlığı buhrana sürüklemiştir. Daldıkları dünya câzibesi içinde kaybolan insanların, şahsiyet ve kişilikleri bozulmuştur. Bugün insanın gündeminde, maddeyi hedefleyen dünya eksenli bir hayat tarzı mevcuttur.

19. yüzyılın sonlarında başlayıp 20. yüzyılı tamamıyla kuşatan materyalist dünya görüşünün temelinde; «Allah’sız kâinat, ruhsuz insan ve cevhersiz eşya» ile Auguste Comte’un fikri yatar. Bu çapsız ve hadsiz görüşe göre; insanın kâinâta, dünyaya ve olaylara bakışı şekillenmiştir. Comte’un görüşünün insan ve eşya realitesinden ne kadar uzak olduğu açıktır. Âlemleri vâr edeni yok sayan böylesi çatlak fikirler; elbette insanın rûhunu ve eşyanın tabiat-ı asliyesindeki cevheri göremeyecek kadar kalpleri, gözleri, kulakları perdelilerden çıkıyor. Hâlbuki Hazret-i Mevlânâ; eşyanın cevherinde «Hak» diye dönen elektronları görünce, başlar kendisi de «Hak» diye dönmeye… Pek tabiî ki bu bir idrak meselesidir.

Büyük umutlarla insanlığa takdim edilen modern hayat; hiçbir mukaddesi tanımayan, fert merkezli, hevâ ve heveslere sınırsız hürriyet getiren bir sistemdi. Bu sistem, dünyayı insana cennet olarak tasarlamıştı ve nihayetinde insanın hedefi yalnızca bu dünya idi. İnsan dünyaya bir defa geliyordu, bir daha gelmeyeceği için yasak olsun-olmasın, ahlâkî kāidelere uysun-uymasın, kişilerin canı ne istiyorsa yerine gelmeliydi. İşte bu hengâmede; her türlü ailevî-içtimâî baskıya boyun eğmeyen sınırsız bir özgürlük anlayışıyla hareket eden insan, böylesi ilâhî ve sosyal kural dışı bir hayat tarzı içinde kimliğini de, kişiliği de kaybetti.

Tabiî bu sınır tanımayan hürriyet, peşi sıra pek çok ahlâkî problemi de beraberinde getirdi. Doyumsuz, şükürsüz, kanaatsiz, bencilce bir hayat tarzı; insanları mutluluk yerine huzursuzluğa sürükledi. Modern hayatla insan iradesi zaafa uğramış, kişiler kimlik ve şahsiyet problemleriyle yüz yüze kalmışlardır. Nefis zaten kötülüğe meyilli iken bir de önüne set çekilmeyince yani başıboş bırakılınca; insanlarda, hakka-hukuka-bedene tecavüzler başlamış, her çeşit ahlâkî konuda insanlar dizginlenemez bir hâle gelmişlerdir.

Hâlbuki hayat; iyilik-kötülük, güzellik-çirkinlik, sevap-günah düsturlarıyla şekillenir. İnsanlar arası uyum ve geçim için de aynı ölçüler kāimdir. Bu dengeyi bulmada ve kurmada insan iradesi en önemli âmildir. İnsan ancak aklıyla ve iradesiyle, fıtrata ters olumsuzlukların üstesinden gelebilir. Doğrusu aklın da yolu birdir. O daima Hak’tan geçer. Hakk’ı bilmeyenler, ömürlerinde Hak’tan yana olmayanlar; hem bu dünyada hem de mutlak vâr olduğuna inandığımız ukbâda perişanlıktan kurtulamayacaklardır.

Materyalizmin peşi sıra gelen seküler sistem; her şeyi akla ve mantığa bağladığından, insanların kalp ve ruh dünyalarını, mânevî hayatlarını onlara bazı yaftalar vurarak (din bir safsatadan ibarettir gibi) devre dışı bırakmıştır. Dînin va‘dettiği cenneti akıllarıyla dünyaya taşıyan, bu kendilerini akıllı zanneden zavallılar; ne yazık ki insanlığı, ruh dünyası bunalımlı bir mecrâya sürüklemiştir. Bu sebeple batı insanı, müthiş bir mânevî açlık içindedir. Ne yapacaklarını bilmez vaziyetteki bu insanlar, bugün gönül dünyalarındaki korkunç ihmal ile Hakk’ı ve hakikati aramaya koyulmuşlardır.

Modern toplumlarda, genel tarafından kabul görmüş sağlam değerler yoktur. Bunlar tarafından, «değersizlik değer olarak görülüyor» dersek zannediyoruz ki abartı olmaz. Ancak haklara saldırı olduğunda hukuk devreye girer. Her yere de hukuk yetişemeyeceğine göre, her kafadan çıkan seslerle ortalığı karmaşa kaplar. Hâlbuki dînî ve içtimâî ahlâkîlik, doğruyu ve yanlışı görme ve göstermede önümüze kurallar koyar. Kuralsız hayat, sınır tanımayan hürriyet, insanları buhranlara dûçar kılar. Duyguları hiç frenlemeden ortaya dökme, öfkeyi kontrol etmeden etrafa saldırma, her çeşit haksızlığa hemen karşı çıkma sonuçta hep travmalara yol açar. Ferdî ve içtimâî huzuru sağlamada ahlâkî kāideler, vazgeçilemez temel değerlerdir. Dolayısıyla ahlâkîliği sağlamada elimizde veriler olmalıdır.

Ahlâk din kaynaklı olmalıdır. Bugün en son din İslâm’dır. O zaman insanlar mutluluk içerisinde huzurla yaşamak istiyorlarsa, İslâm’ın temel ahlâkî talimatlarından mutlaka yararlanmak zorundalar. Batılılar; kural tanımazlığı, sınırsız özgürlük anlayışını, ahlâksızlığı, dinsizliği insanlığa yayarken; doğuda ise tüm insanlığa en kâmil insan olma ve en mükemmel toplum olma anlayışını bizzat yaşantılarıyla sunan pek çok mütefekkir, çok değerli görüşlerini insanlık yararına serdediyorlardı. Ahmed Yesevîler, İbn-i Arabîler, Sadreddin Konevîler, Mevlânâlar, Yûnus Emreler… fertlerin kalp dünyalarına hitap ederek, insanlığın ıslahında çok etkili çalışmalar yapmış, böylece de insanların gönüllerine taht kurmuşlardır.

Hâsılı âdeta insanlık bataklığına dönüşmüş yanlışlıklardan ve çirkinliklerden kurtulmak isteyenler, önce kendi nefislerini tanımalı sonra da onun sahibini idrak etmelidir. İslâmî literatürde;

«Kendini bilen Rabbini bilir.» hakikatinden yola çıkılarak; insan, önce doyumsuz hevâ ve heveslerini bilip onları kontrol altına almalıdır. Eğer içimizdeki bitmek bilmeyen arzu ve isteklerimize bir sınır koyulmazsa, bunalım ve sıkıntılardan kurtulamayız. Ama tabiî bu bir eğitim işidir ve tek başına başarılamaz. İşte tam bu sırada tasavvuf devreye girer.

Tasavvuf; kişinin kendisini ve ait olduğu toplumu salâha kavuşturmak adına, dâima ıslah edici bir rol oynar. Aklın ve nefsin hükümranlığından bunalan-daralan ruhlara, İslâm’ın özünü bir ferahlatıcı şebnem olarak sunan tasavvuf; insanlara cezayı ve ceza gününün gerçeklerini hatırlatmak yerine, daha yumuşak tarzda şefkat ve merhametle yüreklere hitap eder.

Şahsiyette, benlikte, fazîletli erdemlerde, ahlâkta, insan ilişkilerinde müthiş savrulmalar yaşayan insanlara ve topluluklara; tasavvufun bereketli ve feyizli yolu hep iyilikler ve güzellikler sunmuştur. Çünkü tasavvuf, insanların görüntüleriyle değil gönülleriyle ilgilenir. Madde yerine mânâyı, bencillik yerine diğergâmlığı, kibir yerine tevâzuyu, husûmet yerine muhabbeti, karşılıksız vermeyi, menfaatsiz hayatı, sade yaşayışı, daima tebessümlü olmayı telkin eden tasavvuf; bu yönüyle kişileri ve toplumu ihyâ eder.

Tasavvuf, fert fert insanların içindeki kötü duygu ve düşünceleri çeşitli mânevî tekniklerle yok edip yerine daha olumlusunu ve daha güzelini koyabilme sanatıdır. Tasavvuf bu güzellikleri, yürekleri «Hak» zikriyle besleyip o mahalli sırf Hazret-i Allâh’a ait kılana kadar görevini icra eder. İslâm büyükleri tasavvuf için;

«Kalbi Allâh’a has kılma yoludur.» derler. Bugün insanlardaki o beğenmediğimiz savruluşlarda, hep ihmal edilen kalp âlemi vardır. Kalp çözüldüğü zaman, insanı olumlu erdemlere yönlendirmek kolaylaşır. Kalbin çözülmesi ile o mahal; her çeşit kirlilikten tevbe ve istiğfarla arındırılıp, temizlenir. Sonrasında temizlenen mekâna; yüce Allâh’ın ismi nakış nakış işlenerek, kişinin kalbine Cenâb-ı Hakk’ın sevgisi yerleştirilir. Allah sevgisine sahip bir kalpten de O’nun emirlerine aykırı bir davranış sâdır olmaz. Bu sebeple âlimler tasavvufun tarifini, kalp tasfiyesi ve nefs tezkiyesi şeklinde yaparlar.

Kalbin her türlü gereksiz şeylerden, kötülüklerden, günahlardan temizlenmesi, lüzumsuzluklardan arındırılması tasavvufun baş hedefidir. Yine içimizde haz eksenli kurguladığımız heves ve arzularımıza sınırlama getirilmesi ve kendi çıkarlarımızın ahlâkî ölçülere tâbî kılınması işinin öğrenilmesi ve öğretilmesi de nefsin tezkiyesi yani terbiyesidir. Hayatın bu en önemli işini çok farklı temrinlerle (alıştırmalar) günlük rutin olarak sâliklerine sunan tasavvuf, bu şekilde insanların ahlâklarında ihyâ edici rol oynar. Eğer bir kişilik; benlikten daha yüksek değerlere yönelmemişse, kişiliğin çürümesi ve ardından da yozlaşmanın gelmesi kaçınılmaz bir gerçektir.

Tasavvuf rûha yönelir. Ruh boşluk kabul etmez. Rûhu neyle beslerseniz ona uygun davranışlar sergiler. Bu görüş halk dilinde;

«Testinin içinde ne varsa dışına o sızar.» sözüyle mâkes bulur. Testinin kalbi temsil ettiği düşünüldüğünde; kalbi çeşitli yol ve yöntemlerle hayır, iyilik ve güzellikle beslersek oradan kötülük, yanlışlık ve eğrilikler çıkmaz. Dolayısıyla tasavvuf, insan rûhunu ele alarak ruhları eğitir. Bugün en çok ihmal edilen şey ruh eğitimidir. Günümüzde hep bedenlere yönelik çalışmalar yapılıyor maalesef, insanın mânâ yönüne ehemmiyet verilmiyor.

Oysa insanı insan yapan mânâ yönü yani iç âlemidir. İç âlem doğruya meylederse ondan erdemli-fazîletli ve ahlâklı davranışlar ortaya çıkar. Bugün maddî kültür, insanların iç âlemlerine hitap etmekte yetersiz kalmıştır. Meselâ kişi okumuş, toplumda en gözde meslek sahibi olmuş, ama baştan aşağı kibir dolu ise işte bu fevkalâde eksik bir eğitimdir. İnsan maddeten donatılırken iç âlemler ihmal edilmemeli, eğitim tek boyutlu yapılmamalıdır. Bilinmelidir ki, tasavvuf insanı, kâmil ahlâk sahibi yapar.

Tasavvufu kaba ölçülerle anlamak zordur. Tasavvuf bir gönül mektebidir. Temelinde sevgi, muhabbet ve merhamet vardır. Tasavvuf âdeta dînin kalbi, hayatın özüdür. Bir meyveyi makbul kılan içindeki özsuyudur. Meselâ cevizi düşünelim. Cevizin içindeki o leziz yiyeceğe ulaşmak için önce yeşil kabuğu çıkaracaksınız sonra kahverengi kabuğu kıracaksınız ve öyle iç meyvesine ulaşacaksınız. Cevizin lezzetli içi temsilen tasavvuftur. İnsan da bu misal gibi benliğindeki dış kabukları yani; yanlışlıkları, çirkinlikleri, havâîlikleri ayıklayarak, kendini onlardan sıyırarak, nefsini kırarak en güzel ahlâka erişecek ve kâmil bir kişiliğe kavuşacaktır.

Bu misallerden yürürsek; tasavvufta kişinin dînî vazifeleri şeklen değil, kalben îfâsı hedeflenir. Tasavvufi terbiyeyle müslümanların dînî vazifelerine kalbî derinlik kazandırılır. Tabiî kalbi bu kıvama ulaştırmak âzamî emek ve gayret işidir. Kişiler istîdat ve kabiliyetleri ölçüsünce mesafe kat ederler. Nefsteki aşırılıkların törpülenip düzeltilmesinde, ahlâkî menfîliklerin giderilerek yerine müsbetlerinin yerleştirilmesinde, tasavvuf değiştirici ve dönüştürücü rol oynar. Ve kendine has teknikleriyle insan şahsiyetini yeniden inşa eder. Tasavvuf, kişiliğin doğru yapılanmasında her insanın istifade edeceği en etkili yoldur. Yoksa içtimâî dayanışmanın aşındığı, günlük hayatın parçalandığı, ahlâkî erdemlerin kaybolduğu şu bozuk ortamdan kurtulmanın başka çaresi görünmüyor.