İç Âlemimizde; MADDE-MÂNÂ İLİŞKİSİ
YAZAR : Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com
İçinde yaşadığımız sancılı süreç ülkemiz tarihinde yeni değildir. Türkiye tarihi, nice sıkıntılı süreçlerden geçmiştir. Yüzyıllardır vatan toprakları ne entrikalara ne hazin âkıbetlere sahne olmuştur. Bu aziz milletin aziz evlâtları; mayalarındaki asil değerleriyle, hepsinden de alnının akıyla çıkmayı başarmıştır. Bugün de ülkemiz ve insanımız aynı kararlılıkla ve aynı azimle her türlü sıkıntının üstesinden gelecektir yüce Rabbimiz’in izni ve inâyetiyle inşâallah…
Yaşanan sıkıntıları ve yine gelecekte tekrar yaşanabilecek olanları göğüsleyebilecek olan, insanın ta kendisidir. Ancak uzun yıllardır oluşturulan sun‘î gündem problemleriyle boğuşan insanın, psikolojik boyutu ihmal edilmiştir. Aslında bazı şer kesimlerin menfî maksatlarının başında, insanın psikolojisinin bozulması gelmektedir. O şer maksatlar peşinde; yaratılmışların en şereflisi insanı bayağılaştırmak, basit ve süflî şeylerin peşinden koşturmak ve onların ardından sürüklemek için elden ne gelirse icrâ etmekteler. Hâlbuki insanla oynamak, vebal gerektiren tehlikeli bir iştir.
Hep şikâyet edilir; “İnsan kişiliği zayıfladı, karakterler bozuldu, düşünce hayatı fakirleşti, nefsî istekler öncelendi, ruhlar örselendi…” diye. Hakikaten hislerinin esiri olan bencil insanlar ortalığı kapladı. İnsana yalnızca dünya merkezli bir hayat anlayışı tavsiye edildi. İlim ve irfan birbirinden ayrıldı; kuru ilim, çağdaşlık modeli olarak sunuldu. Bütün bu sebeplerden kültür-medeniyet dengesi altüst oldu. Bu çarpık zihniyetin neticesinde, insanların psikolojisi bozuldu. Şurası unutulmasın ki mânen kaybedenler er geç maddeten de kaybedenlerdir.
İnsanı mânen yıkanlar onu maddeten de rahatlıkla çökertirler. Yakın zamanda; insanlar geleceğe dair plânlar yapamıyor, hedefler koyamıyor, zararlar karşısında tepki gösteremiyorsa bu insanın çözülmüşlüğüdür ve bunun peşi sıra her yönlü savrulan insanlar gelir. Bencilliklerden oluşan şahsiyetler; toplumda mevcut olan istikrarın kalıcı olmasında hissiz davranırlar, hattâ toplumu selâmete götürme hususunda hiçbir yapıcı, akla uygun katkı sağlamazlar. Onları sadece kendi menfaatleri alâkadar eder. Bu yoz mantık insana hâkimse; elbette ki, o toplumdan erdem ve hakkāniyet anlayışı beklenemez.
Aslında bugün insanoğlunun insanlığının önündeki tek engel, aklî olmaktan çok kalbîdir. İnsanın iç âlem tellerinin akordu bozulup da iç iletişim hataları sıklaştıkça, o dengeli davranışlar sergileyemez. İç kıvamdaki madde-mânâ dengesi sarsıldıkça, insan; doğru fikir, müsbet düşünce üretemez. Ve insan; kendi içinde oluşturduğu bencil, sığ, ufku olmayan kısır düşüncelerin kıskacından kurtulamaz. İnsan dış çevresinde de, nasıl bir ortam içindeyse onun baskısından kendini sıyıramaz. Eğer akıl-irade-şuur-inanç âhengi sağlanamaz ise; nefis, insanın en tepesine hâkim olur ve hep menfaati ölçüsünde hareket eder. Hattâ böyle bir hâldeki insan veya insanlar; her türlü istismâra açık hâle gelir, yoldan çıkmalar, sapkınlıklar sâdır olur. İşte insanlar iç âlemlerindeki böyle sıkıntıları çözmeden müsbet bir hayat yaşayamazlar. Oysa hakikî inanan kişi; hayra anahtar, şerre kilit olur. Ama iç âlemi göçen insan bunu nasıl başarabilsin?
İnsanın içini boşalttığınızda onu dışarıdan gelebilecek bâdirelere karşı ne koruyacaktır? Bu durumda insan ya zararlı bir odağın kurbanı olacak ya da kişi kendisinin hasmı kesilecektir. Böyle insanların hayatında; ölçüsüzlük, kuralsızlık, sorumsuzluk hâkim olup, çağdaşlık aşkına her türlü nefsî istek meşrû görülür. Bu yoz ahlâk, insanı hislerinin esiri eder ve hayat sıkıntılarının -asıl o zaman- önü alınamaz hâle gelir. Nefse esârette hakikî özgürlük arayanlar, şahsiyetini kaybedenler, iç âlemlerini ihmal edenler artık bu inattan vazgeçmelidirler. İç âlemin yok sayılmasından pek çok menfîlikler ortaya çıkar. Bunlar bugün cereyan ettiği gibi saymakla bitmez, ama her şeyden önemlisi de böyle insanlar ayakta dahî duramazlar.
Bu zihin karmaşasına, iç âlem tahribatına son vermek için; bizi şu âna kadar hep bir arada kardeşçe tutan, insanın haysiyetini dirilten değerlerimize sıkı yapışmamız gerekiyor. Tahribat tahribatla giderilemez. Tahribatlar; olumlu, pozitif, insanı birbirine yaklaştırıcı hoşgörüyü yeniden tesis ederek, yanlışları doğrultarak, eğrilikleri düzelterek, eksiklikleri giderek, yaraları tamir ederek yok edilebilir. Yangına su taşınır, ateş değil. Yazımız da bu amaçlıdır. Özellikle içinden geçtiğimiz her sıkıntılı süreçte; insanlarla olan ilişkilerimizi yeniden bir gözden geçirmeli, hiçbir kişi ya da grup düşmanlığı yaymamalı, insan haysiyetini zedeleyecek konuşmalardan şiddetle kaçınmalıyız. Bazı insanların, bazı grupların, bazı siyasîlerin söyledikleri bizi umutsuzluğa sürüklemesin. Zamanın, günün, hâdiselerin tümüyle ve en ince detaylarına kadar görülüp değerlendirildiği bir ilâhî merciin var olduğu unutulmasın.
Bunca acılı, üzüntülü, sıkıntılı, elemli günlere rağmen bizi şimdiye kadar bir arada tutan şeyler ne idiyse bugün de aynı şeylerle içinde bulunduğumuz sancılı durumları aşabiliriz. Tamam; endişeler, kaygılar görmezden gelinemez ama sürekli düşmanlık pompalamak topluma huzur getirmez. Tam aksine insanlar kaosa sürüklenir. Mâkuliyet ölçülerinde yapıcı bir üslûp ile insanlar ikna edilerek aradaki problemler giderilmelidir. İki yüz yıldır yaşanan onca şuur yaralanmasına rağmen bugün hâlâ dimdik ayakta duruyorsak bunun yegâne sebebi; şimdiye kadar mayamızda var olan, toplum dokularımıza varıncaya dek sinmiş bulunan, ferdî kimlik farklılıklarımız karşısında bugün dahî yaşayan değerlerimizdir, bu inkâr edilemez. Daha yapacak çok işimiz var. Unutulmasın ki bize bizden başkası sahip çıkamaz. Menfaatin öncelendiği bir dünyada, Suriye’de veya dünyanın başka bir tarafında ölen müslüman insanlar kimin umurunda?
Bugüne kadar bizi birbirimize kırdırmayan sarsılmaz inanç ve irademizi yeniden hayata hâkim kılarak, birbirimize güvenerek, birbirimizi anlayarak; insânî, mânevî, mukaddes ortak değerlerimizle yeniden güzel istikballere koşabiliriz.