HER DÂİM MÜ’MİN KALABİLMEK
YAZAR : Yard. Doç. Dr. Mustafa CANLI canli20@hotmail.com
BİR HADİS:
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ -رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ- :
أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، قَالَ :
«بَادِرُوا بِالأعْمَال فِتَناً كَقِطَعِ اللَّيْلِ الْمُظْلِمِ ،
يُصْبِحُ الرَّجُلُ مُؤْمِنًا وَيُمْسِي كَافِراً
وَيُمْسِي مُؤمِناً ويُصبحُ كَافِراً ،
يَب۪يعُ د۪ينَهُ بعَرَضٍ مِنَ الدُّنْيَا»
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ten rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Gecenin zifirî karanlıklarına benzeyen fitneler ortaya çıkmadan (sâlih) ameller yapmakta acele edin! Zira o zaman kişi mü’min olarak sabaha çıkacak, kâfir olarak akşamlayacak. Mü’min olarak akşamlayacak, kâfir olarak sabaha çıkacak; dünyevî çıkarlar karşılığında dînini satacaktır.” (Müslim, Îmân, 186)
BİR MESAJ: Her dâim îmânını muhafaza et!
Dîn ü îman bünyâdı doğrulukla gerçeklik,
Ol tamâm olmayıcak ne ile dîn çatarsın? (Yûnus Emre)
Serlevha hadîs-i şerîfimizde belirtildiğine göre öyle bir zaman gelecek ki; fitneler baş gösterecek, mü’min kâfir birbirine karışacak, hatta mü’min olan söylediği bir sözden dolayı bir anda kâfir oluverecek. Böyle gelgitler yaşanacak.
İşte o zaman bu zamandır.
Zira yaşadığımız şu hayatta; o kadar savrulmalar, o kadar sapmalar, sapkınlıklar, eğilip bükülmeler oluyor ki böyle bir ortamda mü’minin îmânını koruması, îman yolunda sebat etmesi gerçekten zor bir iş…
İnkâr edilemez bir hakikat ki îman büyük bir nimettir. Her nimetin bir külfeti olduğu gibi îman nimetinin de bir külfeti vardır. Îman nimetini elde tutmak, diri ve zinde tutmak gerçekten zor bir husustur. Bu; «Ben müslümanım.», «Ben îmân ettim.» demekle veya îmânın esaslarını tek tek saymakla yerine getirilebilecek bir husus değildir.
Öyleyse her yerde ve her hâlde îmânımızı korumak, bir başka deyişle her dâim mü’min kalabilmek, îmânımızın bir gereğidir.
Her dâim mü’min kalabilmek, aydınlıkta ve karanlıkta her dâim kararlı bir şekilde îman yoluna devam edebilmektir.
Her dâim mü’min kalabilmek, bollukta ve darlıkta her dâim îman yolunda sebat etmektir.
Her dâim mü’min kalabilmek; «Îmân ettim.» dedikten sonra asla yılmamak, eğilmemek, zoru görünce bükülmemektir.
Her dâim mü’min kalabilmek, her dâim Allah -celle celâlühû-’den ümidini kesmemek, ümitsiz olmamaktır.
Her dâim mü’min kalabilmek, her zaman ve her yerde Allah -celle celâlühû-’yu görmek, her dâim O’nu kalbinde hissetmektir.
Her dâim mü’min kalabilmek; zihinde, dilde ve gönülde her dâim mü’min kalabilmektir.
Zihinde mü’min kalabilmek… Zihin; her yerde O’nu görmeli, O’nu hatırda tutmalı. Zihin; arı, duru ve net bir şekilde îman parıltısını hissetmeli…
Dilde mü’min kalabilmek… Dil doğruyu söylemeli, her dâim hakkı söylemeli, hakkı haykırmalı. Dil, ya hayır konuşmalı ya susmalı. Dil, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir sahâbîye yaptığı;
“Dilin dâima Allâh’ın zikriyle ıslansın (meşgul olsun)!” (Tirmizî, Deavât, 4) duâsında olduğu gibi her dâim Allâh’ın zikriyle meşgul olmalı.
Dil, Allah dedikçe îman nûruyla aydınlanır. İşte bu îmânın dil ile ikrarıdır. Ama gerçek anlamda îmânın tahakkuk etmesi bakımından dil ile ikrar etmek yeterli değildir; kalbin tasdiki, yani her dâim gönülde mü’min kalabilmek gerekmektedir.
Gönülde mü’min kalabilmek… Kalp, en ufak bir şek ve şüphe olmaksızın Allâh’a îmân edecek. Kalp sarayında Allah’tan başka düşüncelere yer olmayacak. Dilin ikrar ettiğini, kalp tasdik edecek. Mü’min, diliyle; «Allah!» derken diliyle zikrettiği yüce Allâh’ı gönlünün derinliklerinde de büyük bir huşû ile zikredecek.
İşte öyle îmân edeceksin ki zihninde, dilinde ve gönlünde yeşerttiğin îmânını; hayata yansıtacaksın, aksiyona dönüştüreceksin. Evde, iş yerinde, çarşıda-pazarda, kısacası her yerde îmânın hayata yansıyacak, her dâim mü’min kalacaksın.
Her dâim mü’min kalacaksın; doğru söyleyeceksin, yalan söylemeyeceksin. Dilinden îmânını, îtikādını zedeleyen elfâz-ı küfr türünden sözler çıkmayacak.
Her dâim mü’min kalacaksın; dilini çirkin sözlerden, gözünü haram bakışlardan, mideni haramların girmesinden koruyacaksın.
Her dâim mü’min kalacaksın, hadîs-i şerifte belirtildiği üzere ufak dünyalık menfaatler uğruna dînini satmayacaksın.
Her dâim mümin kalacaksın; «daha kârlı bir alışveriş» diye veya; «mecbur kaldım» diyerek Allâh’ın haram kıldığı fâizi yemeyeceksin, eğilmeyecek, bükülmeyeceksin.
Her dâim mü’min kalacaksın; bir anlık gaflet ile nefsinin kurbanı olmayacaksın, şehvetine kapılmayacaksın; paranın, makamın, şan ve şöhretin kurbanı olmayacaksın. Her dâim mü’min kalacaksın…
Her dâim mü’min kalacaksın. Issız çöllerde Hacer Vâlidemiz’i yapayalnız bırakıp giderken onun;
“–Bizi böyle kime emânet edip bırakıp gidiyorsun?” sözüne karşılık;
“–Allâh’a emânet ediyorum.” diyen Hazret-i İbrahim gibi; «Acaba?» demeden, arkana bakmadan, hiç tereddüt göstermeden îman yoluna devam edeceksin. Hazret-i İbrahim’in bu cevabı karşısında;
“–Öyle ise, Allah -celle celâlühû- bize yeter. O bizi zâyî etmez, himayesiz bırakmaz!” diyen Hazret-i Hacer gibi teslîmiyet göstereceksin.
Zira îmânın belki de en önemli unsuru, teslîmiyettir. «Îmân ettim!» dedikten sonra âlemlerin Rabbine teslim olacaksın. Acabalar, şüpheler, ümitsizlikler olmayacak hayatında.
İşte her dâim mü’min kalacaksın. O’na güvenecek, O’na dayanacak, O’na sonsuz bir şekilde teslim olacaksın. Azlık, azınlıkta olma, yokluk, darlık, endişe, makam, para, şehvet, senin dengeni bozmayacak; kişiliğinden taviz verdirmeyecek. Bunlardan biri veya hepsi seni yolundan alıkoyamayacak, îmânını zedelemeyecek.
Artık;
«Îmân ettim!» dediğin andan itibaren müstakîm olacaksın, dosdoğru olacaksın. Zira; «Îmân ettim!» dediğin andan itibaren imtihan başlar. Canınla, malınla, evlâdınla imtihan olursun. Büyük bir sınanma yeridir îman. İşte îman, bütün bu imtihanlarda kırılmadan, bükülmeden dimdik ayakta kalabilmektir.
Onun için her dâim mü’min kalacaksın. Tâat ve ibâdetlerle îman ateşini taze tutacaksın. İbâdetler; yanmakta olan mum ateşini rüzgârdan, esintilerden koruyan fânus gibidir. Bu bakımdan ibâdetlerle îmânımızı korumak, pekiştirmek, güçlendirmek gerek.
Her dâim mü’min kalacaksın. Her sabah namazı vakti geldiğinde; tembel tembel değil, lütfen değil; «Rabbim’i anma vakti geldi!» diyerek aşk ile vecd ile yatağından tabir câizse fırlayacaksın.
Her dâim mü’min kalacaksın, hayâ ve edep sahibi olacaksın. Zira Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“Hayâ da îmânın bir şûbesidir.” buyurmaktadır. (Müslim, Îmân, 58)
Her dâim mü’min kalacaksın, sağa-sola bakıp; «Kimse yokmuş.» deyip günahlar işlemeyeceksin. Zira îmân ettiğin Allah -celle celâlühû-, aydınlıkta da karanlıkta da; kalabalıkta da yalnızken de seni görür. Kalbinin derinliklerinden çıkan sesleri işitir. Zaten îman dediğimiz de budur. Yani O’nun; gücünü, kudretini, sıfatlarını, vasıflarını bilerek, idrâk ederek îmân etmek.
Zira îmanda önce mârifet olmalı. Îmân ettiğin Allâh’ın gücünü, kudretini tanımalısın önce.
Sonraki adım muhabbet. Bütün sıfatlarıyla tanıdığın, bildiğin Allâh’ı sevmek. Öyle bir sevgi ki bütün kalbini saran bir sevgi… Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Davud -aleyhisselâm-’ın şöyle duâ ettiğini bildirmektedir:
“Allâh’ım! Sen’den Sen’i sevmeyi, Sen’i seven kişiyi sevmeyi, Sen’in sevgine ulaştıran ameli isterim.
Allâh’ım! Sen’in sevgini, bana; kendimden, ailemden ve soğuk sudan daha sevimli eyle.” (Tirmizî, Deavât, 72)
Allah için sevmek, Allah için nefret etmek de îmandandır. Zira Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır:
“Amellerin en fazîletlisi Allah için sevmek ve Allah için nefret etmektir.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 2)
Onun için mü’min, mü’mini Allah için sevmeli. Şu hadîs-i şerifte mü’mini sevmek ile îmân arasında bir bağ kurulmaktadır:
“Îmân etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de îmân etmiş olmazsınız.” (Müslim, Îmân, 93) Bu bakımdan; ırkı, benzi, ülkesi, cemaati, tarîkatı, siyasî görüşü ne olursa olsun mü’min mü’mini sevmeli, Cenâb-ı Hakk’ın;
“Muhakkak ki bütün mü’minler kardeştir.” (el-Hucurât, 49/10) fermanına uygun hareket etmeli.
Yine mü’min Allah için küfre buğzetmeli. Kâfire karşı insan olarak saygı duymalı, gerektiğinde yardım etmeli ama asla muhabbet beslememelidir. Bu da îmandan olan bir husustur.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i sevmek de îmandandır. Zira bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:
“Hiçbiriniz beni; babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe kâmil mü’min olamaz.” (Buhârî, Îmân, 8)
Aslında şu hadîs-i şerif bütün bu söylenenleri özetlemektedir:
“Şu üç özellik kimde bulunursa o kişi îmânın tadına erer:
1. Allah ve Rasûlü’nü herkesten çok sevmek;
2. Sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmek;
3. Îmandan sonra küfre dönmekten, ateşe atılmaktan çekindiği gibi çekinmek.” (Buhârî, Îmân, 9)
İşin özü şudur ki; mârifet ve muhabbet olmadan îman gerçek anlamda tahakkuk etmez.
Her dâim mü’min kalacaksın. Yaşadığın hayatta; zoru gördüğünde eğilmeyeceksin, bükülmeyeceksin. Zihnin, dilin ve kalbin eğrilmeyecek, farklı yollara sapmayacak, kararlı bir şekilde îman yolunda sebat edecek.
Demek ki kalp eğriliyor, kalp geziyor, kalp hemen kayabiliyor. Hikmet ehli kalbi bukalemuna benzetir. Bu canlı, konduğu yerin rengine bürünürmüş. Beyazsa beyaz, siyahsa siyah olurmuş. Kalbin de bulunduğu ortamdan hemen etkilenen bir yapısı vardır.
Zira îmânın, kalbin kaymasına hiç tahammülü yoktur. Kalp kayarsa, kalp eğilir bükülürse, îman büyük bir yara alır. Onun için îmânımızı koruma hususunda; kalbimizin nerelerde, kimlerle olduğuna çok dikkat etmeliyiz.
Allah korusun! Kalbimizdeki en ufak bir şüphe, dilimizden çıkan bir söz, îmânımızı alır götürür.
Onun için dilimizden çıkan sözlere, zihnimizden ve kalbimizden geçirdiğimiz düşüncelere çok dikkat etmeliyiz. Îmânımıza halel getirecek hususlardan onları uzak tutmalıyız.
Velhâsıl öyle bir îman ki; tavizsiz, katıksız, acabasız, şüphesiz bir îman. Mârifet ve muhabbeti içinde barındıran yakînî bir îman… Kısacası aşk ile yaşanan bir îman…
Cenâb-ı Hak, cümlemize böyle bir îman nasip ve müyesser eylesin.
Cenâb-ı Hak; «Îmân ettim!» dedikten sonra, îmânında sebat eden, zoru gördüğünde eğilmeyen, bükülmeyen mü’min kullar zümresine bizleri ilhâk eylesin.
Cenâb-ı Hak; îmânımızı her türlü şer ve kötü sözlerden, düşüncelerden muhafaza eylesin.
Âmîn…