Ehl-i Îmânın Başta Gelen Hasleti: YARDIMLAŞMAK
İnsan sosyal bir varlıktır. Hemcinsine ihtiyaç duyar. Konu komşuya, kardeşe, arkadaşa ve dosta muhtaç yaşar. «Yalnızlık Allâh’a mahsustur.» denir. Bu sebeple; tarih boyunca insanlar bir arada yaşamışlar, ihtiyaç hâlinde birbirlerinin yardımına koşmuşlardır.
Yardımlaşma sayesinde zenginle fakir arasındaki uçurum kalktığı gibi; aralarında sevgi, ülfet ve muhabbet de oluşur. Tok olanlar açların hâlinden anlar ve kendilerini onların yerine koyarak daha fazla yardım etme duygusu geliştirirler.
Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; hicretten sonra Mekkeli muhâcirlerle Medineli ensârı kardeş yapmış ve onları kucaklaştırarak, yardımlaşma ve dayanışmanın en güzel örneğini vermiştir. Zira yardımlaşma ve dayanışma, birlik ve beraberliğin anahtarıdır. Cenâb-ı Hak da;
“Hepiniz birden Allâh’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanmayın.” (Âl-i İmrân, 103) buyurmaktadır.
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“Komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir.” (Hâkim, II, 15; Heysemî, VIII, 167)
“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez ve onu düşmana teslim etmez…” (Buhârî, Mezâlim, 3) hadisleriyle müslümanlarla yardımlaşmanın en güzel şifrelerini vermiştir.
Muhtaç birisine yardım etmek ve ihtiyacını gidermek, aç birisini doyurmak, çıplak birisini giydirmek, düşen birisini kaldırmak, ağlayan birisini güldürmek, insanı mutlu etmeye yeten ne kadar güzel davranışlardır.
Hazret-i Hatice -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz, çok fedâkâr bir İslâm kadını idi. Hayatında yardımlaşma ve dayanışmanın en güzel nümûnesini göstermişti. O, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hanımı idi. Eşi, Hirâ Mağarası’nda günlerce mânâ âleminde Rabbi ile yaşarken; o Ebû Kubeys Tepesi’nde meraklı gözlerle efendisinin yollarını gözlüyordu. O’na erzak hazırlayarak, Nur Dağı’nın eteklerindeki «İcâbe Mescidi»nin olduğu yere getiriyor ve Hirâ Mağarası’ndan inen efendisine teslim edip Mekke’ye dönüyordu. O, İslâm’ın ilk günlerindeki çileli devri, nice meşakkatlere katlanarak hüzün içinde yaşadı. Ömrü hicrete erişemedi ve Medine’deki «Gül Devri»ni göremedi.
Hazret-i Nebî’ye İslâm’a davet görevi verildiğinde; hanımı Hazret-i Hatice Vâlidemiz’e sormuştu:
“–Yâ Hatice bana kim inanır?”
O mübârek Anamız zerre kadar tereddüt göstermeden;
“–Ben yâ Rasûlâllah! Ben Sana inanırım!” demiş ve İslâm defterinin ilk sahifesine kaydını yaptırmıştı. Mekke’nin eşrafından ve en zenginlerindendi.
Mekkeli müşriklerin müslümanlara uyguladığı üç yıllık ambargo esnasında, tüm varlığını müslümanlara dağıtmıştı. Ömrünün son günlerini Benî Hâşim Mahallesi’nin sırtlarında kurulan bir çadırda, yoksulluk içinde geçirdi. Allah Rasûlü; onun o hâlini görünce, İslâm uğruna onun yaptıklarını düşünmüş ve gözyaşlarını ondan saklamıştı…
Milletimiz de İslâm kültüründen aldığı güçle her zaman, özellikle de felâket zamanlarında; yardımlaşma ve dayanışmanın en güzel örneklerini sergilemektedir. Depremlerde, göçüklerde, âfetlerde bütün milletimiz yekvücut mağdurun yanında yer almaktadır.
Yardımlaşma ve dayanışma ile zorluklar kolay hâle gelir. Yardım alan da yardım eden de mutlu olur. Acılar paylaşıldıkça azalırmış. Sevinçler de paylaşıldıkça çoğalırmış.
Biz dayanışma içinde olmasaydık, birlik ve beraberlik içinde bulunmasaydık; Söğüt’ten Viyana’ya ulaşabilir miydik? Malazgirt’i, Çanakkale’yi, Millî Mücadele’yi kazanabilir miydik?
Batılı seyyahlardan Aubry de La Motraye, seyahatnâmesinde ecdadımızın dayanışmasına dair şu bilgileri verir:
“Hayrat ve hasenat yalnız Kur’ân ve Türk imamları tarafından iyice telkin ve teşvik edilmiş olmakla kalmayıp, halk tarafından da sadâkat ve el birliği ile tatbik edilir. Alacaklının tecil (erteleme) kabul etmemesinden dolayı, borçlunun biri hapse atılmışsa hemen zenginler gidip borcunu öder ve onu hapisten kurtarırlar. Bir başkasının evi mi yandı; hayırsever ahali derhâl evin yapımına ve mefruşâtına yardım eder. Hastalığa tutulanlar; ister akraba, ister yabancı olsun terk edilmezler… Bütün Türkiye’de hemen hiçbir dilenciye tesadüf edilmez.”
Bugün de;
Ülkemizdeki maddî ve mânevî güzelliklerin temelinde yatan yegâne iksir, dayanışmadır. İl ve ilçelerimizde bulunan «Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları» çok önemli görevler îfâ etmekte; fakir-fukarâ, garip-gurebânın imdâdına yetişmektedirler. Sivil toplum kuruluşlarımız arasında yardım amaçlı pek çok kültürel dayanışma dernek ve vakıfları vardır. Buralarda mesai mefhumu gözetmeden, sırf Allah rızâsı için gece-gündüz çalışan kardeşlerimizin üstün gayretleri, her türlü takdirin fevkindedir. Allah hepsinden râzı olsun ve hizmet dertlilerinin dertlerini artırsın. Âmîn…
Kardeşler olarak birbirimize yardım etmemiz, yekdiğerimizin derdiyle ile dertlenmemiz ve problemiyle ilgilenmemiz inancımızın gereğidir. Zaten Haiti’den Somali’ye, Bosna’dan Gazze’ye kadar dünyanın neresinde âfet veya savaş olsa, biz millet ve devlet olarak oraların yardımına koşuyoruz.
Dün Afganlılara, Iraklılara, bugün Suriyelilere kucak açtık. Bu yardımlaşma bize atalarımızdan mîrastır. Darda kalanın yardımına sırf Allah rızâsı için koşmak… Bu öyle herkese ve her millete nasip olacak bir özellik değildir.
Herkesin kendini düşündüğü bir toplumda bu güzel duygular gelişmez. Şu kıssayı okuyalım da halkın ne kadar diğergâm olduğunu, ne kadar fedâkâr olduğunu anlayalım:
Fatih Sultan Mehmed Han, zaman zaman tebdîl-i kıyafet eder ve halkın arasına karışırdı. Bir gün yine kılık değiştirerek, rastladığı ilk dükkâna girdi ve bir okka tuz, bir okka şeker ve bir okka da sabun istedi. Dükkân sahibi bir okka tuzu tartıp Fatih’e verdi ve dedi ki:
“Lütfen diğer istediklerinizi de karşıdaki komşumdan alın. Zira komşum henüz sabah siftahını yapmadı.”
Memnun bir edâ ile dükkândan çıkan Fatih, işaret olunan dükkâna girdi ve iki kalem malı ondan istedi. O bakkal da bir okka şekeri tartıp Fatih’e verdi ve dedi ki:
“Diğer istediğinizi de yandaki komşumdan alın. Çünkü o daha siftah yapmadı.”
Yan taraftaki dükkâna giren Fatih’e o satıcı da aynı şekilde davranınca, Fatih’in gözleri dolmuştu. Cenâb-ı Hakk’a şükrederek;
“Ben böyle bir halkla değil İstanbul’u, dünyayı fethederim!” demekten kendini alamadı.
Ey kardeş!
Ne güzel değil mi? Keşke aynı duyguları ve bu güzel esnaf ahlâkını bugün de yaşatabilsek. Tüm gönülleri fethedip insanlara huzurun gelmesi için bu dayanışmayı gösterebilsek… Rabbim cümlemize nasip eylesin.
Osmanlı’da «zimem defterleri» vardı. Borçluların ve borçların yazıldığı defterler. Maddî durumu yerinde olanlar, Ramazan ayında esnafa uğrayarak; «Zimem defterin var mı?» diye sorarlar, esnaf bu defteri çıkarınca da rastgele birkaç sayfa açtırırlar ve borçlu insanların borçlarını öderlerdi. «Allah kabul etsin!» diyerek dükkândan ayrılırlardı. Borçlu şahıs, bu yardımı yapanın kim olduğunu bilmezdi.
“Kim bir kardeşinin ihtiyacını karşılarsa, Allah da onun ihtiyacını karşılar. Kim bir kardeşinin sıkıntısını giderirse, Allah da onun kıyâmet sıkıntılarından birini giderir.” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)
Ne kadar zarif bir davranış değil mi? Allah cümlemize kaybettiğimiz bu güzel değerlere yeniden kavuşmayı nasip eylesin. Âmîn yâ Rabbe’l-âlemîn…
“Neyi kaybettiğini bilmeyen, neyi aradığını bilemez!..” (Gülzâr-ı İrfan)
(Mustafa TURAN, Değerler Eğitimi, s. 116-120’den istifade edilmiştir.)