NECÂŞÎ’NİN HUZÛRUNDA

YAZAR : Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

adem_sarac-yuzakidergisi-eylul2015

Bundan önceki yazımızda «İkinci Habeş Hicreti»ne katılan sahâbîlerin adlarını ayrıntılı olarak vermiştik. Hicret edenlerin daha ziyade; köle, zayıf, kimsesiz kişilerden oluştuğu yazılıp anlatılmaktadır. Fakat verdiğimiz ayrıntılı listeye dikkatle baktığımızda, sadece zayıfları değil; birçok önde gelen kişiyi de görürüz. Bu liste, bir nevî muhâcir sahâbîlerin resimleri şeklinde düşünülürse; kimlerin neyi fedâ ederek, nasıl bir yola ve niçin çıktıkları çok daha iyi anlaşılır.

İlk hicrete 15 kişi katılmıştı. Fakat geri dönenlerin sayısı 40 civarında olmuştu. İkinci hicrete 70 kişi katılmıştı. Fakat gittikleri ülkede yaptıkları sayım neticesinde Habeş ülkesine toplam 130 sahâbînin hicret ettiği görüldü.

Bu durum bize, üzerinde dikkatle durmamız ve asla gözden kaçırmamamızı gerektiren çok özel bir oluşumu anlatıyor. Yukarıda belirttiğimiz gibi; hicret yolu açılmıştı, sürekli gidip gelmeler oluyordu. İşte bu durum; Mekke için olduğu kadar, Habeşistan için de çok önemliydi. Sahâbîler; kendi başlarına hareket etmedikleri gibi, sahipsiz de değillerdi. Yani birinci ve ikinci hicret, bir anda olmuş bitmiş bir şey değildi. Gelişen yeni durumlara göre sahâbîler ya Habeş ülkesine gidiyorlar ya da oradan tekrar Mekke’ye dönüyorlardı. Ve bu da belli bir disiplin dâhilinde devam edip gidiyordu.1

Her iki hicrette de, muhâcirler başıboş değillerdi yani. Başlarında sorumluları vardı. Özellikle ikinci hicrette; kral huzûrunda yaşananlar sebebiyle, bu sorumlular ciddî bir şekilde öne çıkmışlardı…

İkinci Habeş Hicreti ile yola çıkanlar; ileride yol boyu katılanlarla beraber, çileli ve zorlu bir yolculuktan sonra, Habeş ülkesine vardılar. Fakat bu sefer, müşrikler peşlerini bırakmamışlardı. Yolda yetişip yakalayamadıkları için, öfkelerinden bağırıp-çağıran Mekke müşrik liderleri; olayı olduğundan çok daha fazla büyüttüler:

–Müslümanlar Mekke’de her geçen gün çoğalıp güçlenmekle beraber, şimdi Mekke dışında da güç kazanacaklar! Habeş ülkesinde ilgi ve itibar gördüler. Bu bizim için çok büyük bir tehlikedir. Eğer zamanında müdahale etmezsek, ileride çok büyük sıkıntılara düşeriz!

–Öyleyse hemen gerekeni yapalım!

–Habeş Necâşîsi Asheme, muhâcirleri himaye etti. Necâşî’nin hem dostu hem de onun yanında itibar sahibi biri olan Amr bin Âs ile Ebû Rebia bin Muğîre’yi hemen Habeş ülkesine gönderelim. Muhâcirleri alıp geri getirsinler.

–Necâşî ve adamları için göz alıcı hediyeler de gönderelim!

–Böylece kaçakları geri vermesi kolay olacak!

Mekke müşrik devleti; Habeş muhâcirlerini geri getirmek için, hediye adını verdikleri bolca rüşvetlerle beraber iki adamını yola çıkardı. Mekke hükûmeti ile Habeş hükûmeti arasında diplomatik, siyasî, hukukî, ticarî ve ekonomik ilişkiler en üst seviyedeydi. Buna güvenerek, dış işleri seviyesinde bir görüşme yapacaklar ve muhâcirleri geri getireceklerdi.2

Diğer yandan, Habeşistan’a varan muhâcirler; daha önce hicret eden diğer muhâcir kardeşleriyle buluştular. Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın temsilcisi sıfatıyla Hazret-i Câfer -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh’ın mektubunu Necâşî’ye takdim ederek, yönetimin onayını almıştı. Fakat daha her şeyleri ile kendilerini anlatmaya fırsat bulamadan, Mekke temsilcileri Habeş ülkesine vardılar.

Necâşî Asheme ile görüşmeden önce, bütün kabinesini hediye adı altında verdikleri rüşvetlerle yanlarına çektiler. Sonra da kral ile görüşüp, hediyelerini takdim ederek, kaçakları istediler:

–Ey hükümdar! Bizden birtakım aklı ermez kişiler Mekke’den kaçarak, gelip sizin ülkenize sığındılar. Onlar bizim dînimizden ayrıldılar. Sizin dîninize de girmediler. Hiç kimsenin bilmediği yepyeni bir din icat ettiler. Bundan dolayı yoldan çıkıp, kaçak olarak buraya geldiler. Bizler onların anne-babaları, akrabaları, komşuları ve kavmimizin üstün insanları tarafından size gönderildik. Onları bize geri vermenizi istiyoruz. Çünkü onları biz sizden daha iyi tanırız. Sizin ülkenizde de bozgunculuk yapmalarına müsaade etmeden, alıp götürelim onları!

Hediye adı altında rüşvet alan bütün yetkililer de, Mekkelileri desteklediler:

–Kaçakların ve bozguncuların bizim ülkemizde ne işleri var! Verelim gitsin hepsini!

Necâşî ise, her şeye rağmen olaya daha ciddî yaklaşım sergiledi:

–Önce bir dinleyelim, bakalım onlar ne diyorlar!3

Muhâcirlerin çağrılıp dinlenmemeleri için araya giren yönetici kadro, ne yaptıysa da engel olamadı. Necâşî, kararlı ve etkili biriydi.

Ardından da muhâcirleri huzûruna çağırttı. Kabul salonuna giren muhâcirlerin hiçbiri, kral önünde eğilmediler. Mekke müşrik temsilcileri Amr bin Âs ile Ebû Rebiâ bin Muğîre, Habeşliler gibi yerlere kadar eğilmişlerdi. Bu durum Necâşî’nin de dikkatlerinden kaçmadı:

–Ey muhâcirler! Buradaki bütün herkes huzûrumda eğilirken, siz neden eğilmediniz?

Necâşî’nin bu haklı gibi görünen sorusuna, Hazret-i Câfer -radıyallâhu anh- cevap verdi:

–Biz Allah’tan başkasının önünde eğilmeyiz!

–Allâh’ın Rasûlü dediğiniz zâtın önünde de eğilmiyor musunuz?

–Rasûlullah -aleyhisselâm-, kulun kula secdesini yasakladı. Allâh’ın emri budur çünkü!

–Şunları tanıyor musunuz ey muhâcirler?

–Evet, tanıyoruz. Mekke’nin en önde gelenlerinden olup, söz sahibi kişilerdir?

–Sizi alıp götürmeye gelmişler!

–Biz onlarla gitmeyiz!

–Ey muhâcirler! Söyleyin bakalım, ülkeme neden geldiniz?”

Hazret-i Câfer -radıyallâhu anh-, çok akıllı ve pratik zekâlı biriydi. Önce kim olduklarını ortaya koymayı düşündü. Kendinden emin bir şekilde söze başladı:

–Ey hükümdar! Huzûrunuza kabul edildiğimde, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın mektubunu size takdim ederek, ülkenize niçin geldiğimi söylemiştim!

–Mekke elçileri sizin kaçaklar olduğunuzu ve ülkemi karıştırmak için geldiğinizi söylüyorlar!

–Ey hükümdar! İzin verirseniz, bizi geri götürmek için gelen bu elçilere, birkaç soru sormak istiyorum.

–Sorabilirsin.

–Söyleyin bakalım ey elçiler, biz köle miyiz ki bizi alıp geri götüreceksiniz?

–Hayır.

–Biz katil miyiz ki, götürüp ceza vereceksiniz?

–Hayır.

–Biz hırsız mıyız ki, mallarınızı geri almak için götüreceksiniz?

–Hayır.

–Yoksa sizlere borcumuz var da, onu almak için mi bizi götürmeye geldiniz?

–Hayır.

–Ey hükümdar! Siz de görüyorsunuz ki, bunların bizi alıp götürecek hiçbir haklı gerekçeleri yok. Şimdi de siz sorar mısınız, bizden ne istiyorlar?4

–Söyleyin ey elçiler! Bunlar köle, katil, hırsız ve borçlu değillerken, siz bunlardan ne istiyorsunuz?

Elçiler fena hâlde telâşlandılar. Amr bin Âs, kıvrak zekâsını çalıştırdı yine:

–Bunların hepsi bozgunculardır ey hükümdar. Putlarımızı terk ettiler. Sizin dîninize de girmediler! Yeni bir din ortaya attılar!

–Bunu daha önce de söylemiştin ey Amr!

Müşrik heyeti tedirginlik yaşarken, müslümanlar kendilerinden emin bir duruş sergiliyorlardı. Necâşî, bunun da farkındaydı.

Muhâcir-sığınmacı olarak buraya geldikleri hâlde, Mekkelilerin bu takibatı neticesinde, Habeşistan’a hicret eden bu muhâcirler, protokol seviyesinde görüşmelere kadar yükselmiş oluyorlardı. Mekkeliler ne yaptıklarının farkında bile değillerdi! Hazret-i Câfer -radıyallâhu anh-, bu durumu da çok güzel bir şekilde değerlendirmek için, yine söz istedi:

–Ey hükümdar! Ülkenize neden geldiğimizi, dînimizin nasıl bir din olduğunu ve müşriklerden çektiklerinizi anlatmamıza müsaade eder misiniz?

Yönetici kadro; hediye adındaki rüşvetleri sebebiyle, buna izin verilmemesi gerektiğini ileri sürseler de, Necâşî muhâcirlere yeni bir söz hakkı daha verdi:

–Anlatın, sizi dinliyorum!

Kendinden emin duruşu ve çok güzel hitâbeti ile Hazret-i Câfer -radıyallâhu anh-, tane tane konuştu:

–Ey hükümdar! Biz cahiliyyet içinde yaşayan bir millettik. Putlara tapar, ölü eti bile yerdik. Kötülüklerin hepsini yapar, akrabalarımızla ilgi ve alâkayı keserdik. Komşuluğu kötü görür, kuvvetli olanımız zayıflarımız ezerdi. Yüce Allah bize içimizden bir Rasûl gönderinceye kadar, böyle bir kötülük içinde yaşıyorduk. Rasûlullah -aleyhisselâm-, bizi Hakk’a davet edinceye kadar bizler bu hâldeydik yani…

Hazret-i Câfer -radıyallâhu anh-; öyle bir giriş yaptı ki, bundan sonrasındaki konuşma, karşılıklı diyalog şeklinde devam etti:

–Allâh’ın Rasûlü dediğiniz zât, sizi neye davet etti?

–Rasûlullah -aleyhisselâm- bizi; Allâh’ın birliğine inanmaya, kendisinin de Allâh’ın Rasûlü olduğunu tasdik etmeye, bütün putlardan uzak durmaya davet etti.

–Neleri emretti size?

–Bize; doğru sözlü olmayı, emânetleri yerine getirmeyi, akrabalara ilgi göstermeyi, komşularımızla iyi geçinmeyi, haramlardan uzak durmayı ve namaz kılmamızı emretti.

–Neleri yasakladı peki?

–Her türlü çirkin, yüz kızartıcı söz ve işleri, yalan söylemeyi ve yalan yere şahitlik yapmayı, fuhuş yapmayı ve namuslu kadınlara iftira atmayı, yetim malı yemeyi, haksız kazanç sağlamayı yasakladı.

–Bu durumda siz ne yaptınız?

–Biz de O’na ve getirdiklerine îmân ettik. O’nun gösterdiği yolda yürümeye başladık. Rasûlullâh’ın helâl dediği şeyleri helâl, haram dediği şeyleri haram olarak bildik ve buna göre yaşamaya çalıştık.

–Kavminizin tepkisi ne oldu?

–Allah ve Rasûlü’ne îmân edince, kavmimiz düşman kesildi bize. Bizi dînimizden putperestliğe döndürmek için baskı yapıp, işkence ettiler. Dayanılamayacak işkence ve eziyetlerde bulundular. Öyle ki, bu işkence ve eziyetlerden ölenlerimiz bile oldu. Rasûlullah -aleyhisselâm- da bizi size, sizin ülkenize gönderdi?

–Neden bize gönderdi peki?

–Çünkü sizin âdil bir kral olduğunuzu ve bize iyi muamele edeceğinizi biliyordu. Onun için biz de sizi tercih edip, ülkenize geldik.

–Peki, Allâh’ın Rasûlü dediğiniz zâta gelen vahiyden, yanınızda veya ezberinizde bir şey var mı?

–Var ey kral. Hem ezberimizde var, hem de yanımızda yazılı olarak da getirdik!

–Doğrusu çok merak ettim!

–İzin verirseniz okuyalım, ey hükümdar!

–Okuyun bakalım!

Biraz daha öne çıkıp, salonun ortasına ve kralın karşısına geçen Hazret-i Câfer -radıyallâhu anh-, ezberinden Meryem Sûresi’nin ilk 15 âyetini okudu.5

Necâşî, okunan âyetler karşısında kendini tutamadı ve gözleri doldu. Sonra da şöyle demekten kendini alamadı:

–Vallâhî bu aynı kandilden fışkıran bir nurdur! Sizinki ile bizimkinin getirdiği şeyler, aynı kaynaktan geliyor!

–Muhammed -aleyhisselâm- ile Îsa -aleyhisselâm- değil mi ey kral?

–Evet ey muhâcirler!

Müslüman muhâcirleri ve okunan âyetleri dinleyen kral, Mekke heyetine döndü:

–Benim gördüğümü siz nasıl göremezsiniz? Bunlar sözün en güzelini söylüyorlar. Yolun en güzeline girmişler. Ben böylesine güzelliklerle donanmış ve bana sığınmış olanları size teslim etmem! Hediye adı altında verdiğiniz rüşvetlerinizi alın ve hemen ülkemi terk edin!

Müslümanların istikrarı, Necâşî’nin idaresi ve Mekkelilerin mağlûbiyeti ile bu ilk büyük oturum kapanmış oldu. Müslümanlar kurtulmuşlardı. Mekke elçileri ise, seslerini bile çıkaramamışlardı… Onlar, Peygamber Efendimiz’in tedrisâtından geçmişlerdi öyle ya…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

_________________

1 Zehebî, Târîhu’l-İslâm, s. 191-192.
2 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 1, s. 357.
3 Ebû’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 72-75.
4 Diyarbekrî, Târîhu’l-Hâmis fî Ahvâl-i Enfüsî Nafis, c. 1, 290-291.
5 Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Tarihi, c. 2, s. 40-43.