YEKVÜCUT BİR GAYRET

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

h_k_ergin-yuzakidergisi-agustos2015

Geçtiğimiz aylarda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde bir kınama metni oylamaya sunuldu. Yirminci yıl dönümü münasebetiyle 1995 yılında Sırplar tarafından Bosna-Hersek’in Srebrenitsa kentinde vahşîce katledilen 8 bin 372 Boşnak’ın anılması ve hâdisenin soykırım olarak tescillenmesi amacıyla hazırlanmış bir metindi. Ancak konseyin dâimî üyesi Rusya’nın, metni veto etmesiyle basit bir kınamadan ibaret bir müeyyide dahî uygulamaya geçirilemedi.

Bu kınama güya benzer yeni zulümlerin işlenmemesi maksadıyla uygulanan bir müeyyideydi. Kınamayı veto eden Rusya ve çekimser oy kullanan beş ülkeye «soykırım suçuna göz yumma» suçlaması yöneltildi. Hâlbuki hâlen şu anda müslümanlar katlediliyor ve dünya göz yummaya devam ediyor. İsrail’in, Çin’in, Filipinler’in ve başka birçok ülkenin müslümanlara yaptığı zulümler engellenmiyor. Suriye’de, Mısır’da müslüman halka katliâm yapan diktatörlerin ömürleri uzatılıyor.

Müslümanın; canı, namusu, hak ve hürriyetleri her şeyden daha değersiz. Çünkü müslümanlar birbirinden habersiz, birbirini sahiplenme ve imdâdına yetişme anlayışını kaybetmiş. Hâlbuki Peygamber Efendimiz;

“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58) buyuruyor.

Ne yazık ki bugün müslümanlar, birbirlerine karşı zalimlerle işbirliği yapar hâle gelmiş. Suriye’de müslümanlar, Rusya’nın desteklediği zalim rejimle Amerika’nın desteklediği etnik kavmiyetçilik peşindeki terör örgütlerinin ateşi arasında sıkışıp kalmış.

Ne yazık ki Peygamberimiz’in;

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66) hadîs-i şerîfine tam zıt bir hâl içindeyiz. Müslümanların büyük çoğunluğu hiçbir şey yokmuş gibi günlük hayatını sürdürürken, bir kısmı da güya bir şeyler yapma adına, arkasında ne olduğu belirsiz örgütlere iştirak ediyor. Sadece cihad kelimesi değil, bizzat İslâm’ın adı lekeleniyor. Terörle mücadele adı altında müslümanların hak ve hürriyetleri daha da kısıtlanıyor, müdahale ve zulümlere bahane icat ediliyor. Cihâdın esas maksadı; müslümanların haklarının muhafazası ve İslâmî hizmetlerin yürütülmesinin temini iken, tam tersi bir netice ortaya çıkıyor. Çünkü Allâh’ın kitabını okuduğunu, hükümlerini tatbik ettiğini iddia edenler, aslında âyetler üzerinde derinlemesine tefekkür ederek inceliklerini anlamıyorlar.

Âyet-i kerîmelerin tefsirlerine baktığımız zaman, Allah Teâlâ’nın Mekke devrinden itibaren müslümanların bir cemaat ve cemiyet meydana getirmesine rehberlik ettiğini görüyoruz. Birbiriyle yardımlaşan, hâliyle ilgilenen, yardımına yetişen bir cemiyet meydana getirmenin; aynı zamanda cihâdın da ilk ve en önemli safhası olduğunu anlıyoruz. Meselâ henüz Mekke devrinde nâzil olan âyetlerde Allah Teâlâ müslümanların nasıl bir topluluk teşekkül ettirmesi gerektiğine şöyle işaret ediyor:

“Onlar, Rablerinin davetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında bir istişâre iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar. Ve kendilerine bağy (haklarına tecavüz) vaki’ olduğu vakit birbirleriyle yardımlaşırlar.” (eş-Şûra; 38-39)

“Ve onlar ki Rableri için davete uymakta ve namazı dürüst kılmaktadırlar. Allah îman ve itaat için Peygamber tarafından yapılan davete ashâb-ı kirâmın bey‘atları ve uymaları gibi bey‘at ve dînin direği olan namazı kılmakla cemaat ve toplumu sağlam tutanların işleri de aralarında şûrâ iledir. İşleri, buyrukları; zorbalıkla değil, aralarında danışıkla, görüşlerine başvurma iledir. Kendi işlerine kendileri sahiptir, başkalarının elinde esir değil, aralarında dayanışmasız, toplumsuz, darmadağınık ayrı da değil, toplanıp sözü bir etmesini bilirler. Birbirlerinin görüşlerine başvurmalarının şekli de görüş ileri sürmek yeteneği olan, toplumun görüşlerini temsil edebilecek içtihad sahibi «hall ü akd» erbabının (meseleleri düşünüp çözüme bağlayacak kimselerin) toplanıp müzakere etmesiyledir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “İş hususunda onlarla müşâvere et.” (Âl-i İmran, 3/159) âyetinin mânâsı uyarınca, savaşla ilgili meselelerde müşâvere ederdi. Ondan sonra da ashab gerek onda gerek hükümlere dair meselelerde müşâvere ettiler…

…Şûrâ müzakereleri (görüşmeleri) icmâ meselelerinin aslını teşkil eder. İslâm tarihinde ve fıkıh usulünde (metodoloji) malesef bu «şûrâ» düsturu sahâbe devrinden sonra Kur’ân’ın verdiği bu önem ile uyumlu bir biçimde geliştirilememiştir…

…Ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak da ederler. Belli ki bu infak şûrâ ile verilen kararın yerine getirilmesi için gereken masrafı temin mânâsını anlatmaktadır…

Ve onlar ki kendilerine «bağy» isabet ettiği, yani haklarına saldırı olduğu zaman yine kendileri yardımlaşır, öçlerini alırlar. Haklarını savunur, haksızlığa boyun eğmez, zilletten hoşlanmaz, azgınlık ve saldırıda bulunanın cezasını verirler, aşırı gitmeyerek adâletle öçlerini alırlar. Bunun için başka bir milletin himayesine sığınmazlar, kendi toplum ve milletlerinin bağımsızlığı, izzet ve yardımı, birliği ile zalim ve azgının hakkından gelirler…” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, Şûrâ Sûresi)

Elmalılı merhumun, âyetin siyak sibâkıyla birlikte değerlendirerek yaptığı izahına göre bu âyetler İslâmî hukukun ve siyasetin temelini atan, henüz Mekke’de müşriklerin baskısı, tehdidi ve boykotu ile kuşatılmış oldukları zamanlarda ilk müslümanların kalbine, bu vazifeleri îfâ edecek müesseseleri teşekkül ettirme fikrinin nüvesini eken âyetlerdir. Bugün de müslümanların gönlünde böyle bir şuur, niyet ve gayretin yeşermesi gerekmektedir.

Birlik beraberlik içinde olmak müslümanların en büyük kuvvetidir. Müslümanların, müşrikleri Hudeybiye Musalâhası’na râzı etmesi ve böylece kansız bir fetih gerçekleştirmelerinin ilk adımının atılması, hep birlikte Rıdvan Bey‘atı’na katılarak Peygamberimiz’in etrafında yekvücut olmalarıydı. Allah Teâlâ Rıdvan Bey‘atı’na katılanları övmüş ve Bedir Savaşı için nasıl ki;

“Onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü. Attığın zaman Sen atmadın fakat Allah attı.” (el-Enfâl; 17) buyurarak Allah için fiilî cihâdın önemini ifade etmişse, bu bey‘at için de;

“Şüphe yok ki Sen’inle bey‘atlaşanlar, ancak Allah’la bey‘atlaşmışlardır, Allâh’ın eli, onların ellerinin üstündedir.” (el-Fetih, 10) buyurarak, siyasî cihâdın ehemmiyetine dikkat çekmişti.

Bundan da anlaşılmaktadır ki cihâdın asıl maksadı kan dökmek değil, muhataba müslümanların haklarını kabul ettirmektir. Bunun için uygun metod askerî çarpışma da olabilir, siyasî, diplomatik ve hukukî çalışmalar da olabilir. Kur’ân dilinde, zâhirde bazı tavizler verilmiş bile olsa müslümanların emniyet içinde olup rahatça tebliğde bulunmalarını sağlayan bir anlaşma, fetih olarak tesmiye edilmiştir. Demek ki, mücadelelerde nihaî maksat müslümanların gayelerinin tahakkukudur.

Bugün müslümanların böyle birlik bütünlük içinde, istişâre ederek kararlar alıp uygulayarak, bütün ümmeti diri bir vücut gibi ayakları üstüne kaldırmaları gerekmektedir.