CİHAD

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

harun_ogmus_yuzakidergisi-agustos2015

Cihad, «bir işte ciddiyet göstermek ve gayret etmek» anlamındaki «cehd» kökünden gelir ve; «Düşmanı engellemek için kişinin bütün gücünü ortaya koyması» şeklinde tarif edilir.1 Bu tarif daha çok silâhlı savaşı akla getirse de; kelime, kökünde bulunan «çabalamak, gayret etmek» anlamıyla bağını koparmamıştır. Aksine bizâtihî şerîatte nefs ve şeytanla yapılan mücadele de cihad olarak isimlendirilmiştir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir gazve dönüşünde;

“Küçük cihaddan büyük cihâda dönüyoruz.” buyurması ve nefsle olan cihâdı büyük cihad olarak isimlendirmesi meşhurdur. Nefsle cihâdın «büyük cihad» olarak isimlendirilmesinin gerekçesi gayet vazıhtır. Çünkü kendisini yenemeyen, zaaflarına mânî olamayan kişinin düşmanla savaşırken karşılaşacağı zorluklara dayanamayacağı bedîhîdir. Zaaflarını giderip bu konuda yeterli idmana sahip olmayan bir asker, savaşta başkalarının da paniklemesine yol açar. Câlût’la savaşmaya giden Tâlût’un, askerlerini yolları üstündeki bir nehirden -bir avuç dışında- su içmemekle imtihan etmesi ve içenleri ordusundan çıkarması (Bkz. el-Bakara, 2/249), nefse hâkim olmanın düşmanla savaşın öncelikli şartı olduğunu gösteren en güzel örnektir.

Demek ki cihad, -günümüzde anlaşılanın aksine- yalnızca «silâhlı mücadele» anlamında değildir.

Mekke’de inen Ankebût Sûresi’nde yer alan;

“Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbet kendi yollarımıza eriştireceğiz.” (el-Ankebût, 29/69) mealindeki âyette olduğu gibi Mekke’de inen sûrelerde cihâdın zikredilmesi bunun en büyük delilidir. Çünkü silâhlı mücadele izni Mekke’den Medine’ye hicretten ancak bir müddet sonra çıkmıştır. (el-Hacc, 22/39) Öyleyse Mekke’de bahsi edilen cihad, silâhlı mücadele olamaz. Bu da cihâdın savaştan çok daha geniş bir mânâya sahip olduğunu; «kişinin başta nefsi ve şeytan olmak üzere Allah düşmanlarına karşı mücadele vermesi, buna paralel olarak Allah uğrunda gösterdiği her türlü çaba ve gayret» şeklinde anlaşılması gerektiğini gösterir.

Cihâdın yalnızca silâhlı mücadele olmadığını söylemek, onun içinde silâhlı mücadelenin hiç yer almadığı anlamına gelmez. Zaten yalnızca silâhlı mücadele olmadığını söylemek, bir kısmının da silâhlı mücadele olduğunu söylemektir. Kaldı ki, cihad kelimesine silâhlı mücadeleden tamamıyla soyutlanmış bir anlam yüklense bile -XIX. asırda Hindistan’da ortaya çıkan İngiliz destekçisi bazı anlayışlarda görüldüğü üzere- savaş karşıtı insanî (!) bir İslâm yine de elde edilemez. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de cihad dışında bi-zâtihî -kıtâl (savaş) kelimesi kullanılarak- savaş emri verilen âyetler vardır. Bu âyetlerde aşağıdaki kimselere karşı silâhlı mücadele verilmesi emredilmiştir:

1. Müslümanlarla dinleri ve yurtları konusunda savaşan, onları yurtlarından çıkaran veya çıkaranlara destek olanlar. (el-Mümtehıne, 60/9) Hadislerde; canını, malını ve namusunu korurken ölen kişinin şehid olduğu belirtildiğine göre bunlar da din ve vatan gibidir. O hâlde İslâm’da savaşın sebeplerinden biri, makāsıdu’ş-şerîa (şerîatın temel amaçları) adı verilen din, can, mal, namus gibi cihanşümul değerlerin korunmasıdır.

2. İnanç üzerinde baskı oluşturan ve İslâm’ın tanınıp benimsenmesini engelleyenler. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allâh’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” (el-Enfâl, 8/39) Şu anda dilimizde yaygınlaşmış olan «kargaşa» anlamının aksine fitne kelimesi aslında; «hâlisini kalpından ayırmak için altını ateşe sokmak» demektir.2 Dîninden döndürülmek için baskıya uğrayan kimseler, karşılaştıkları baskılar karşısında dinlerinde sebat edip edememeleri bakımından hâlisiyle kalpı ayırılmak üzere ateşe atılan altına benzerler. Bu itibarla inanç konusunda baskıya maruz kalmak Kur’ân-ı Kerim’de fitne olarak nitelenmiş ve fitnenin ölümden beter olduğu belirtilmiştir. (el-Bakara, 2/217) Yukarıda geçen âyete göre, savaşın sebeplerinden biri de bu şekilde inanç üzerinde oluşturulan baskıları kaldırmak ve insanların İslâm’a girmesini engelleyenleri bertaraf etmektir.

3. İçlerinde yaşayan müslümanlara eziyet eden gayr-i müslim topluluklar. Böyle toplumlar içinde yaşayan müslümanlar, İslâm toplumundan yardım isterse, müslümanların -o gayr-i müslim toplulukla varsa anlaşmalarını bozmamak kaydıyla- onlara yardım etmeleri gerekir. (el-Enfâl, 8/72)

4. Savaşan iki müslüman topluluktan haksız olan taraf da müslümanların savaşması emredilen gruplar arasında yer alır. Ancak böyle bir durumda öncelikle iki topluluğun arası sulh yoluyla düzeltilmeye çalışılır. Bunda muvaffak olunamazsa o zaman adâlet gerçekleşene kadar zalim tarafa karşı mazlum taraf desteklenir. (el-Hucurât, 49/9)

Kur’ân-ı Kerîm’e göre savaşa izin verilen durumlar bunlardır. Her ne kadar âyetlerde; Allâh’ın kâfirleri rezil etmesi, müslümanlara zafer vermesi, öç almalarını (et-Tevbe, 9/14-15) ve ganîmet elde etmelerini sağlaması (el-Feth, 48/18-21) vb. başka hususlar da tâdâd edilirse de bunlar savaşa gerekçe olmaktan ziyade, savaşta bir tarafın galip diğer tarafın mağlûp olmasının tabiî neticelerine işaret olmak üzere zikredilmiş, bu yolla özellikle de müslümanların elde edecekleri zaferlere yönelik gaybî beşâretler verilmiştir. Dolayısıyla yukarıda sayılan gerekçeler dışında savaşılmasını İslâm tasvip etmez. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; yalnızca Allah kelimesini yüceltmek için yapılan savaşın cihad olduğunu, ganîmet, asabiyet, şan ve şöhret için savaşılmasının bu kapsamda yer almadığını belirtmiştir. (Nesâî, «el-Cihâd», 20-24; İbn-i Mâce, «Cihâd», 31) Bu durumda en birinci hedefi müslüman kanı dökmek olan Don Kişotlar’ın işledikleri cinayetler, mezhebî ve etnik gayretlerle icra edilen tedhiş hareketleri, bir insanı öldürmenin bütün insanları öldürmek gibi olduğunu (el-Mâide, 5/32) belirten bir dîne mensup olduklarını söyleyen bazılarının nezdinde müslüman canının bir türbe kadar değerinin olmaması ve türbeleri koruma adına binlerce cana kıymaları nasıl izah edilecektir, varın siz kıyas edin!

Bu vesileyle son olarak şu mühim noktayı vurgulayalım:

Savaş birbirinden ayrılmış iki toplum, yani iki devlet arasında olur. Aynı toplumun fertleri arasında olan çatışmalar ise savaştan ziyade fitne, yani kargaşalıktır. Kargaşa ve kaos ise bugün Suriye, Irak, Yemen gibi ülkelerde gördüğümüz üzere en kötü düzenden daha kötüdür. Mekke devrinde müslümanlara savaş müsaadesi çıkmamasının en büyük hikmeti budur. Dolayısıyla başka bir toplum içinde yaşayan müslümanlar baskıya da maruz kalsalar, o toplumdan ayrışmadıkça onlarla savaşmamalıdırlar. Ancak Suriye’de olduğu gibi canlarına ve namuslarına ilişilip de kendilerini savunmaktan başka çarelerinin kalmaması durumu müstesnâdır.

“Rabbimiz! Bizi, inkâr edenler için deneme konusu kılma, bizi bağışla!” (el-Mümtehıne, 60/5)

_________________________

1 Râgıb, Müfredâtu elfâzı’l-Kur’âni’l-Kerîm, «chd».
2 Râgıb, a.g.e., «fitne».