Hayat Yolculuğunda UNUTAMADIĞIM KARELER -7-

YAZAR : Mehmet MENCET

mehmet_mencet-yuzakidergisi-agustos2015

MORİTANYALI ABDULLAH EFENDİ

Moritanyalı Abdullah Efendi Kozan’da yaşayan bir Hak dostu idi. Kozanlılar gider, duâsını alır, kendisine hürmet duyarlardı. Babası da Allah dostu idi. Savaş yıllarında gelip Türkiye’ye yerleşmişler, kabri de Kozan’daydı.

Abdullah Efendi’nin sohbeti güzeldi, insanları uzlaştırıcı bir üslûbu vardı.

Bir arkadaşımın çocuğu olmuyordu;

“Bir de onun duâsını alın.” dediler. Hanımı da rica etti. Arkadaş da gitmek istiyor ama biraz çekiniyordu. Çünkü her gün biraz alkol alıyordu, o vaziyette gitmemek için de hep;

“Yarın gideriz.” diyordu.

Bir gün;

“Bu defa kesin gideceğiz!” dedik. Yine duramamış bira içmiş. Utanarak geldi, ziyarete gittik. Mübârek;

“Buyurun!” dedi. Hâlimizi, hatırımızı sordu ve bize şöyle bir hâtıra anlattı:

Rahmetli babam zamanında başka memleketlerden otobüslerle ziyarete gelirlerdi. Yine iki otobüs geldi, bahçeye minderler yayıldı, sofralar kuruldu. Şoförler; kime, nereye geldiklerinin şuurunda değildiler. Uzakta bir ağacın altında oturup yemeklerini yerlerken yanlarında getirdikleri alkolden almışlar.

Bu arada sohbet başladı, bir müddet dinledikten sonra birisi demiş ki:

“–Gel yakına gidip biz de dinleyelim. Biz müslüman değil miyiz, niye burada uzaktayız?” Alkolün tesiriyle bir alınganlık içinde ayağa kalkmış.

Öbürü de;

“–Bu hâlimizle mi?” demiş.

Diğeri;

“–Ne varmış, ben giderim.” deyip kalkıp babamın yanına geldi. Etrafındakiler duruma müdahale etmek isteseler de;

“Bırakın, gel evlâdım.” diye yanında yer verdi, sohbetine devam etti. Sarhoş şoför başını Hak dostunun dizine koyup uykuya daldı, uyanıp kendine gelince kimin dizinde yattığının farkına vardı. Hemen kendine gelip tövbe etti. Gözyaşları içinde elini öpüp talebesi oldu.

Abdullah Efendi; «Biz günahkâra değil, günahlara düşmanız.» diye kısaca ikaz etti, incitmeden…

EL ELE

Bir yaz gecesi, yatsı namazı için evden çıktım. Camiye giderken bahçe kapısının biraz ilerisinde yerde bir karaltı gördüm. İnsan mı başka bir şey mi pek belli değildi; gitsem, baksam mı diye tereddüt ettim. Geri döndüm, yanına geldim; bir de baktım ki komşu hanım yerde baygın yatıyor. En yakın komşum; karşımızda bahçeli evi olan imam-hatip Mahmut Bey -Allah rahmet eylesin- hemen ona koştum. Arabasıyla hastahâneye götürsün diye kapısını çaldım. Tekrar kadıncağızın yanına giderken karanlık ve telâşla kapının demir parmaklıklarını görmedim. Alnıma demirin batmasıyla başımdan kanlar akmaya başladı. O sırada hanımın beyi olan arkadaşım; «Allah cezasını versin!» diye söylenerek yanıma geldi; eli-yüzü tırnak çizikleri içindeydi. O da komşunun bahçesine girdi, kapısını çaldığım Mahmut Bey;

“–Buyurun!” dedi ama benim başımdan kan akıyor, onun yüzü-gözü çizik. Yerde yatan biri var…

“–Hayrola komşum ne oldu?” dedi;

“–Bir şey yok, sen bizi hastahâneye götürüver.” dedik.

Hastahânede doktorlar geldi. Herkes tanıyor;

“–Ne oldu size?” diyorlar çekinerek. Ama bir türlü anlam veremiyorlardı. Bunlar kavga etmiş olsa beraber gelmez, birbiriyle konuşmaz. Bir de ortada baygın bir hanım var; çöz çözebilirsen. İşte insan, olaylar karşısında hemen hüküm vermemeli. Her türlü senaryo yazarsan yazılabilir. Benim alnıma dikiş attılar, arkadaşı pansuman ettiler, hanıma da iğne yaptılar, derken kendine geldi.

Arkadaşla hanımı tartışmışlar; hanım kendini dışarı atmış, beyi de peşinden kovalamış. Birkaç kez darp edince, hanımı da yüzünü tırnaklamış sonra da bayılmış.

Bizim hanım da; ben camiden gelinceye kadar;

«Üst kattaki teyzeye uğrayıp bir ihtiyacı olup olmadığını sorayım» diye çıkmıştı. Evin kapısını açınca başımda bant, yanımda arkadaşım;

“–Hayrola nedir bu hâl?” dedi;

“–Bir şey yok!” dedim.

Komşu kadıncağız eve gitmek istemiyor. Bizde kalıyor. Bir gün sonra arkadaşım geldi;

“Hanımımla görüşeceğim.” dedi. Hanımı asla kabul etmiyor, eve de dönmüyor;

“Akrabalarına haber verelim.” diyoruz istemiyor.

Buyurun bakalım.

Arkadaş da bana sitem ediyor;

“Beni görüştürmüyorsunuz.” diyor. Ne yapacağımızı şaşırdık. Nihayet hanımın ablasını arayıp haber verdik. Aklı başında bir hanım;

“Böyle olur mu, haydi evine gidelim, ne yapacaksak orada karar verelim!” deyip götürdü. Oysa hanım balkona bile çıkmıyordu; «evimi görmek istemiyorum» diye.

İnsanlar hakkında hemen hüküm vermek doğru değil. Bunlar her gün sabah işe giderken el ele tutuşur, genç sevdalılar gibi hiç ayrı yürümezler; hattâ bazı arkadaşlar derdi ki:

“Seni sever, ağabey bilirler. Sen söyle: Burası küçük bir yer, biraz tuhaf karşılanıyor el ele gezmeleri…”

Eğer bu olayı onlara anlatsanız asla inanmazlardı. İkisi de okumuş, kültürlü insanlardı. Şimdi de birlikteler, sanırım mutlular.

OSMAN ATALAYER AĞABEY

Erbaa’dan Kozan’a hazırlıksız bir şekilde tayinimiz çıkmıştı. Çocukların okul ihtiyaçları ve diğer ihtiyaçlarımız çoğaldı. Kozan’a gelir gelmez; taksitli alışveriş yapmayı sakıncalı bularak, her zaman olduğu gibi Esad PARMAKSIZ Ağabeyi aradım. Adana’da bana yol gösterecek Osman ATALAYER Ağabeye gitmemi söyledi. Bu ağabeyin duvar kâğıdı, matbaa kâğıtları vs. bunların toptancılığını yapan bir dükkânı vardı.

Esas işinin Faruk Ağabeye hizmet olduğunu, bu dükkân işinin göstermelik olduğunu anladım. Şimdi Çamlıca Çilehane yakınlarında oturan bu ağabeye; PTT Müdürlüğünden emekli, muhabbet ehli Kaya YARGICI Ağabeyle gittik. Ben derdimi anlattım. Ağabey hiç oralı olmuyor. Devamlı ikramla ve Musa Efendi Hazretleri’ni anlatmakla meşgul. O zamanlar da taksitli bir şey almak için kefil vs. bir sürü işlem vardı ve her yerde taksit imkânı da yoktu. Ben artık büyük bir mağazaya gidip taksitle ihtiyaçlarımı karşılama telâşındayım;

“Biraz sabret, hâkimsen hâkim gibi davran!” dedi. Kasadan tomar tomar para paketi çıkarınca şaşırdım, ben sadece bana yol göstermesini istemiştim. Almak istemedim. Bu sefer daha da kızdı;

“Madem kardeşiz, bunları alacaksın.” dedi. Bir-iki para destesini önüme bıraktı;

“Yoksa seni Esad Ağabeye şikâyet ederim!” dedi. Mecburen aldım, ihtiyaçlarımı karşıladım. Bir yılda ısrarla ancak ödedim.

Kaya Ağabey de;

“Aman Osman Ağabeyi kızdırma! Bakma onun kuzu gibi olduğuna, o Adana’nın en büyük kabadayısıydı. Şimdi melek gibi. Faruk Ağabeye yıllarca hizmet etti. Esnaflığa da ihtiyacı yok ama o dönem Adana’nın hassaslığı sebebiyle böyle bir yola gittiler.” dedi.

Musa Efendimiz; Adana’ya teşrif edecekler, ama hacda insanlara infak ederken izdihamdan ayağı kırılmış, bu sebeple merdiven çıkamıyordu. Faruk Ağabey yazlığındaki 3 katlı eve bir hafta içinde hemen bir asansör yaptırdı. Biz de Kozan’dan muhabbetli birkaç arkadaşla gittik.

Osman Ağabeyimiz yıllarca Sâmi Efendi Hazretleri’nin aşçılığını yapan Nezihe Hanım Teyzeyi yaşlılığı dolayısıyla kışları İstanbul’a, yazın da Adana yaylalarına götürüp baktı. -Allah kendisinden râzı olsun-

Bazı insanlar hep arka plânda olur kendilerini göstermezler. Zaten Hak katında da makbul olan o değil midir?

Rabbim böyle muhabbetli, hizmet ehli; hizmeti ve muhabbeti paylaşmayı bilen kullarından eylesin. Âmîn…