KARDEŞLİĞİN MES’ÛLİYETİ ve GERÇEK BAYRAM
YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi
YARINA NE HAZIRLADIK?
Dünya hayatı, insanoğlu için bir imtihan dershânesidir. Her insanı; meçhullerle dolu bir son nefes geçidi, ardından uzun bir kabir âlemi, akabinde de muazzam bir kıyâmet sabahı beklemekte… Çok uzak gibi görünse de hepsi yarın kadar yakın… Cenâb-ı Hak âkıbetimiz hakkında îkaz buyurur:
يَاۤ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَلْتَنْظُرْ نَفْسٌ مَا قَدَّمَتْ لِغَدٍ وَاتَّقُوا اللّٰهَ اِنَّ اللّٰهَ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18)
Alıp vermekte olduğumuz her nefes, vâdesi meçhul olan son nefese hazırlık mâhiyetinde… Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz!..” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)
Diriliş de rûhânî hayatımıza göre tecellî edecek. Cenâb-ı Hak buyurur:
“Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır.” (el-Kıyâme, 22)
“Yüzler de vardır ki, o gün buruşacaktır.” (el-Kıyâme, 24)
Âhiretteki sîmâlarımız ve bedenlerimiz, dünyadaki mânevî yapımıza göre teşekkül edecek. Kıyâmette yaratılışımız dünyadaki rûhânî yaşayışımıza göre… Cenâb-ı Hak, sâlih kimselerin sîmâlarını ve bedenlerini rûhânî güzelliklerine göre ihsân edecek. Onların; mutlu, huzurlu, ışıl ışıl çehreleri olacak. Fâsıkların ise sîmâları, çirkin ve iğrenç olacak!
Bu bakımdan;
Hayat dâimâ son nefes ve âhiret endişesi içinde yaşanmalı, yani unutmamalı… Yukarıdaki âyetin devamındaki âyette de Allâh’ı unutmamak îkāzı vardır:
“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)
Kul, hayatın hiçbir ânında Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak. Bu şekilde büyük bir huzur bulacak.
O’nun nimetlerini unutmayacak, şükür hâlinde yaşayacak.
O’nun va‘dettiği mükâfatları unutmayacak, onlara lâyık olabilmek için gayret edecek. Dâimâ teşekkür edâsı içinde yaşayacak.
O’nun azametini, celâlini, gazabını unutmayacak; O’nun rahmetine sığınacak. O’nun sevmediği hâl ve fiillerden uzak duracak, takvâ ve istikamet üzere yaşayacak.
O’nun cemâlî sıfatlarını unutmayacak; kalben Allah ile beraber olabilmek için cemâlî sıfatlarla vasıflanacak, ahlâkı ise bir ihtişam sergileyecek.
Yarına hazırlanmanın birinci şartı, Allâh’ı unutmamak. İkinci şartı da ölümü unutmamak.
Çünkü kul Rabbini ve ölümü unuttuğu zaman günah işlemeye başlar. Ona ibâdetler ağır gelmeye başlar. Bir günah işlediği zaman; «Bir daha yapmayacağım!» der fakat sebat edemez yine yanlışa düşer. Zamanla da günahlar, ona bir mûsıkî gibi hoş gelmeye başlar, pişmanlık yerine; «Allah gafurdur!» diye aldanışa sürüklenir ki, bu da, hüsrânın en acı tuzağıdır.
Demek ki;
Hayat boyu esas maharet, gafleti yıkabilmek. Dâimâ gönlü gafletten koruyabilmek…
Cenâb-ı Hak; kuluna gaflete düşmemesi, düştü ise kalkması ve takvâda dereceler kazanması için hayatın her safhasında yardımcı olmakta. Deverân eden zaman dilimlerinin içinde kimisi muayyen kimisi sırlı bir şekilde saklı rahmet tecellîleri ikram etmekte.
KULLUĞUMUZ İÇİN İKRAM VAKİTLERİ
◆Gece ve gündüzün deverânı içinde seherler…
Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle muâmelede bulunacağı has kullarının vasıflarını tâdâd eden âyet-i kerîmede;
وَالْمُسْتَغْفِر۪ينَ بِالأَسْحَارِ
“Onlar seherlerde istiğfar edenlerdir.” (Âl-i İmrân, 17) buyuruluyor.
Seherlerde hem gözün hem kalbin uyanabilmesi çok mühim. Çünkü Cenâb-ı Hak seherlerde af kapılarını açıyor. Uyanan bir kalple Cenâb-ı Hak’tan istiğfar dilemek, ne büyük bir fırsat. Kaçırılan her seher vakti, büyük bir kayıp. Yitirilen bir nimet.
«Mârifetullâh»a erenlerden, hakikî mânâda «bilenler»den olabilmek için de seherleri ihyâ etmek elzem. Zira âyet-i kerîmelerde irfâna erişen has kullar;
سَاجِدًا وَقَائِمًا * سُجَّدًا وَقِيَامًا
«Geceleri secde ve kıyâm hâlindedirler» (ez-Zümer, 9; el-Furkān, 64) buyurularak vasfediliyor.
Teheccüd namazları, Rasûlullah Efendimiz’in zor seferlerde bile devam ettiği bir namazdır. Cenâb-ı Hakk’ın büyük rahmetine vesiledir. Aşağıdaki misal bu hâli ne güzel anlatır:
Şeyban bin Cisr, babasından şöyle nakleder:
“(Hazret-i Enes’e 40 sene talebelik yapmış olan) Sâbit el-Bünânî’yi kabrine ben koymuştum. Yanımda başka biri de vardı. Kabrin üstünü tuğlayla örmüştük. O esnada bir tuğla düşüverdi. Bir de ne göreyim Sâbit, kabrinde namaz kılıyordu. Yanımdakine;
«‒Baksana!» dedim. O da;
«‒Sus!» dedi.
Kabrini düzeltip işimizi bitirince Sâbit’in kızına gittik:
«‒Baban hayatta en çok hangi ameli işlerdi?» diye sorduk.
«‒Ne gördünüz?» dedi. Gördüklerimizi anlattık. Bunun üzerine Sâbit’in kızı şunları söyledi:
«‒Babam elli senedir gece kalkıp teheccüd namazı kılar. Seher vakti olunca şu şekilde duâ ederdi:
«–Allâh’ım! Kullarından birine kabirde namaz kılma imkânı bahşettiysen, bunu bana da ihsân eyle!»
Demek ki Cenâb-ı Hak bu duâları reddetmedi!»” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 319; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve, III, 263)
Rahmet ikram edilen zaman dilimlerinden biri de;
◆Haftanın günleri içerisinde, Cumalar…
Âyet-i kerîmede;
“Ey îmân edenler! Cuma günü namaza çağırıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allâh’ı anmaya koşun ve alışverişi bırakın…” (el-Cumâ, 9) buyuruluyor. Mü’minin bayramı olan bu güne, Rabbimiz, duâları kabul ettiği bir müstecâb vakit de gizledi. Ne mutlu cumaları ihyâ edebilenlere…
Senede bir teşrif eden rahmet ikramlarının en büyüklerinden biri de;
◆Ayların içerisinde ilâhî rahmetin tuğyan hâlinde olduğu Ramazân-ı Şerif…
Rabbimiz Ramazân-ı şerîfin kıymetini Kur’ân ile beyan buyurmakta:
“Ramazan ayı; insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’ân’ın indirildiği aydır…” (el-Bakara, 185)
Ramazân-ı şerif öyle bir ikram ki, geceleri arasında bin aydan hayırlı Kadir Gecesi saklı…
Kadir Gecesi diğer peygamberlere bahşedilmeyen, yalnızca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ve O’nun ümmetine ikram edilen muhteşem bir in‘âm-ı ilâhî…
Ramazân-ı şerif evvelâ oruç mevsimi…
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Oruç, oruçluya yakışmayan şeylerle zedelenmedikçe (tutan için) bir kalkandır.” buyurdu.
Ashâb-ı kiram;
“–(Oruçlu) onu ne ile zedeler?” diye sorunca Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Yalan ve gıybetle…” cevabını verdiler. (Nesâî, Sıyâm, 43)
Nasıl bir oruç, cehenneme kalkan olur?
Zedelenmeyen bir oruç…
Sadece mideye değil, göze de tutturulan bir oruç… Kulağa da tutturulan bir oruç… Âzâlarımızın kıyâmette şahitlik edeceğini unutmadan, onlara hüsn-i şahâdet ettirecek mâhiyette bir oruç…
Gözümüzün şeytan vitrinlerini terk ettiği, kulağımızın gıybetten, mâlâyânîden ebediyyen uzaklaştığı bir oruç…
Abdullah Dehlevî Hazretleri bir yerden geçiyordu. Gıybet ediliyordu. Hazret;
“–Eyvah, orucumuz bozuldu!” buyurdu.
Bir talebesi;
“–Efendim, siz gıybet etmediniz ki!” dediğinde ise;
“–Evet, biz gıybet etmedik, ama işittik. Gıybette, söyleyen de dinleyen de aynıdır. Bize de bu günahın in‘ikâsı oldu.” buyurdu.
Bu kuyumcu terazisi hassâsiyetinde tutulan bir oruç…
Kalbimize ve niyetlerimize de oruç tutturmalıyız. Midemize oruçlu iken bir şey girmesine izin vermediğimiz gibi; kalbimize de, kalbimizin kıvâmını bozacak duyguları yaklaştırmamalıyız.
Oruç şu hasletleri bize kazandırmalı:
ORUCUN RÛHÂNÎ HİKMETLERİ
1. Nimetlerin kadrini bildirmektedir.
Yarım gün oruç tutuyoruz, tâkatten düşüyoruz. Âcizliği tadıyoruz. Alışkanlık hâlinde içinde yüzdüğümüz nimetlerin farkına, onlardan muvakkaten uzak kalınca varıyoruz. Cenâb-ı Hak bize devamlı ikram ediyor. Su ne büyük nimet! Meyveler, sebzeler, istifademize sunulan mahlûkat… Hepsi bizim için… Rabbimiz’in ne büyük ikrâmı ve lutfu!
2. Oruç, şükran hisleri uyandırmaktadır.
Bir bardak su ikram edene vicdânen teşekkür etmek ihtiyacı hissediyoruz. Bize bu kadar ihsanda bulunan Rabbimiz’e nasıl şükredeceğiz?
Hamd, şükür, teşekkür, zikir hâlinde olacağız.
3. Oruç nefsânî arzu ve temâyülleri bertarâf etmektedir.
Oruç, içimizdeki nefis ve enâniyet canavarını zabt u rabt altına alan ve böylelikle insanın derûnundaki merhamet ve şefkat duygularının inkişâfını sağlayan rûhî bir disiplindir.
Merhamet ve şefkatimizi bütün fânî sevdaların üzerine yükseltemez isek kendimize yazık etmiş oluruz.
4. Oruç, bizi maddenin esâretinden kurtarıp «sabır» denilen en yüksek ahlâkî meziyete eriştirmektedir.
Sabır; tahammülü güçlendirir, stresleri bertarâf eder.
Asr-ı saâdette stresli, bunalımlı kimse yoktu. O devirde psikiyatrik rahatsızlıklar mevcut değildi. Çünkü sahâbî her türlü sıkıntı karşısında; «Secde et ve yaklaş!» emrine uyarak secdelerle Rabbine ilticâ ediyordu. «Sahibim var!» diyerek Yaratanına sığınıyordu. Her teselliyi Cenâb-ı Hak’ta buluyordu.
Ayrıca fazîletler içinde yaşanan kardeşlik hukuku sayesinde zekât, sadaka ve infâk ile her mü’min birbirine istinadgâh idi. Veren alana teşekkür, alan da verene duâ hâlindeydi.
5. Oruç, mazlumların ve muhtaçların; «Acıyın bize!» diye yükselen sessiz feryatlarının en güzel tercümânıdır.
Merhamet ve şefkatimizi bütün fânî sevdâların üzerine yükseltemez isek, kendimize yazık etmiş oluruz.
6. Oruç sayesinde helâllerden bile el çekmek, haram ve şüphelilere karşı daha güçlü bir şekilde mukavemet edebilecek sağlam bir iradenin inşasına yardımcı olur.
7. Oruç, yoksulların ve çaresizlerin hâlinden anlama şuûru kazandırmaktadır.
Yani oruç bize kardeşlik hukukumuzu hatırlatmakta. Bizi bencillikten çıkarıp diğergâm hâle getirmekte.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ
“Mü’minler ancak kardeştirler…” (el-Hucurât, 10)
Bu kardeşliğin bir hukuku vardır. Evvelâ kalp, mü’min kardeşiyle beraber olacak. Sadece dille, gönülle kardeşlik ifadesi yetmez, kardeşlik hukukunun muktezâsı ve ispatı şunlardır:
KARDEŞLİK HUKUKU
◆Kardeşinin iyi zamanında sevincine iştirak etmek,
◆Zor zamanında kardeşinin dert ortağı olabilmek, yanı başında bulunmak,
◆Fedâkârlık gösterip kardeşini kendisine tercih edebilmek.
Böyle bir kardeşliğin mükâfâtı da, o meçhullerle dolu kıyâmette felâha kavuşmaktır. Zira hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde Arş’ın altında gölgelenecek yedi zümreden biri de, Allah için kardeş olanlar, kardeşlik hukukunu yaşayanlardır.
Bir mü’min, kardeşlik hukukunu yerine getirebilmek için dâimâ arayış ve çırpınış içinde olmalı. Hazret-i Ömer mâtemlerin civarında dolaşırdı dâimâ.
Şeyh Sâdî der ki:
“Hak dostları kimsenin alışveriş yapmadığı dükkânlardan alışveriş yaparlar.” Kim yardıma muhtaç diye ararlar.
İslâm bizden zarif bir mü’min olmamızı istiyor. Yağmur damlası gibi şeffaf, nâdîde çiçeklerden daha zarif bir gönül âlemi istiyor. İşte bu;
Gönlün bir dergâh hâline gelebilmesi. Bütün insanlığı, bütün mahlûkātı o dergâhın içine alabilmek.
Unutmayalım ki bu ay, başkalarının dert ve sıkıntısına ortak olma ayıdır. Bu, mü’minin rızkının artırıldığı bir aydır.
Bugün önümüzde zulme dûçâr olup bize sığınan Suriyeli ve Iraklı kardeşlerimiz var. Ateşin altından yetimler, dullar, yaşlılar geldi. Biz de ensar ve muhâcirlerin hâli ile karşı karşıyayız. Kardeşliğimiz imtihan geçiriyor.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, vefatı ânının zor zamanlarında bile iki şeyi tembih hâlinde idi:
• Namaz, namaz, namaz!
• Elinizin altındakilerin, yani yetimlerin ve dulların hukukuna riâyet!
Hazret-i Peygamber’in bu iki talimatı günümüzde de bütün canlılığıyla hepimizin mes’ûliyeti. Çünkü kendi memleketimizdeki dullarımız ve yetimlerimizin yanında bugün bir de Suriyeli ve Iraklı mü’min kardeşlerimiz, oradan gelen yetimlerimiz ve dullarımız da bize zimmetli. Belki bu Ramazân-ı şerif; bize, diğer aylardan daha fazla infak yarışı ve yardımlaşma mes’ûliyeti yüklemektedir.
Hazret-i Âişe validemizden şu misal ne güzel bir fedakârlığı ifade eder:
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anha-, oruçlu olduğu bir gün bir yoksul gelip kendisinden yiyecek istedi. Hazret-i Âişe’nin evinde bir somundan başka bir şey yoktu. Hizmetçisine;
“–Ekmeği ona ver!” dedi.
“–Akşam iftar edeceğiniz başka bir şey yok!”
“–Sen ekmeği ona ver!” dedi. Hizmetçi, hâdisenin devamını şöyle anlatıyor:
Hazret-i Âişe’nin emri üzerine ekmeği o fakire verdim. Akşam olunca birisi bize bir parça pişmiş koyun eti gönderdi. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anha- beni çağırdı ve:
“–Buyur ye, bu, senin ekmeğinden daha lezzetlidir!” dedi. (Muvatta’, Sadaka, 5)
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medine’de -dilese- en müreffeh hayatı yaşayabilirdi. Zira ganîmetlerin beşte biri Allâh’ın emriyle Peygamber Efendimiz’e tahsis edilmişti. Ayrıca kendisine nice hediyeler de gelirdi. Lâkin Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hiçbir mecburiyeti olmadığı hâlde, gelen bu ganîmet ve hediyeleri hemen ashâb-ı suffeye ve muhtaçlara infâk eder, ondan ancak kifâyet miktarını evine ayırırdı. Hattâ evine ayırdığını da, daha sonra gelen bir başka fakire infâk ettiği olurdu. Yüksek mes’ûliyet ve merhameti sebebiyle, ümmeti aç ve muhtaçken kendisi huzur bulamazdı.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anha- Vâlidemiz şöyle nakleder:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aile efradı, Medine’ye geldiği günden vefat ettiği âna kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)
Mü’minin vazifesi çok. İslâm sadece, namaz kılıp oruç tutmaktan ibaret değildir. İslâm; mü’minin her nefesini, her adımını tanzim ediyor. İçtimâî hayatına da nizam veriyor.
Şu kıssayı tefekkür edelim:
KİM VAR?!.
Bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sabah namazını kıldıktan sonra ashâbına dönüp;
“–İçinizde bugün (nâfile olarak) oruçlu olan var mı?” diye sordu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;
“–Yâ Rasûlâllah! Dün gece oruç tutmak aklıma gelmedi, onun için şimdi oruçlu değilim.” dedi.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise;
“–Ben dün gece oruç tutmayı düşündüm ve sabaha oruçlu çıktım.” dedi.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz yine;
“–İçinizde bugün hasta ziyaretinde bulunan var mı?” diye sordu.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;
“–Yâ Rasûlâllah! Sabah namazını yeni kıldık ve yerimizden ayrılmadık, nasıl hasta ziyaret edebilelim ki?” dedi.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise;
“–Duydum ki kardeşim Abdurrahman bin Avf rahatsızlanmış. Mescide gelirken, bakayım durumu nasıl olmuş diye, ona bir uğrayıverdim.” dedi.
Yine Fahr-i Kâinât Efendimiz;
“–İçinizde bugün bir yoksulu doyuran var mı?” diye sordu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;
“–Yâ Rasûlâllah! Sabah namazını yeni kıldık ve henüz yerimizden ayrılmadık.” dedi. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise;
“–Mescide girdiğimde, ihtiyacını arz eden birini gördüm. Oğlum Abdurrahmân’ın elinde bir parça arpa ekmeği vardı. Onu alıp yoksula verdim.” dedi.
Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Seni cennetle müjdelerim (ey Ebûbekir)!” buyurdu.
Hazret-i Ömer derin bir iç çekerek; “Âh cennet!” dedi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun da gönlünü alacak bir söz söyledi ve;
“–Allah Ömer’e rahmet eylesin, Allah Ömer’e rahmet eylesin! Ne zaman bir hayır yapmak istese Ebûbekir muhakkak onu geçer.” buyurdu. (Heysemî, III, 163-164. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Zekât, 36/1670; Hâkim, I, 571/1501)
Kıssayı tefekkür ettiğimizde, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in üç sorusundan birinin ferdî ibâdet hayatı; ikisinin ise, toplumla, kardeşlikle alâkalı olduğu görülür.
Peygamberimiz’in, daha güneş doğmadan bu sualleri sormasının hikmeti; mü’minin her türlü hayra, kardeşlik hukukunu yerine getirmek için her türlü fırsata hazırlıklı olmasını tembih içindir.
İşte Hazret-i Ebûbekir Efendimiz; kardeşlik vazifelerini yerine getirerek, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak husûsunda hiçbir fırsatı kaçırmamış, hazırlıklı olmuş ve günün daha ilk dakikalarında cennetlik amelleri, defter-i a‘mâline yazdırmıştı.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- halîfe olunca, daha önce yardım ettiği küçük yetim kızcağızlar endişe içinde oldular:
“–Bundan sonra bizim hayvanların sütünü kim sağacak?” dediler.
Fakat Hazret-i Ebûbekir, hilâfetine rağmen o yetimlerin sütlerini sağmaya devam etti.
Bu hazırlıklı arayış vasfını kazanmak için Ramazân’ı derinden yaşamalıyız. Zira Ramazân-ı şerif; gönüllere hassâsiyet kazandıran, duyguları incelten, vicdanları merhametle yoğuran ve ruhları tekâmül ettiren bir rahmet mevsimidir.
İslâm, içtimâîleşme dînidir. Rabbimiz, mü’minlerin birbiriyle dargın olmasını men etmekte, birbirini ziyaret etmesini, hatırını sormasını ibâdet saymakta. Enes -radıyallâhu anh- bildirir:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; din kardeşlerinden birini üç gün göremezse, onu sorardı. Uzaktaysa (seyahatte ise) onun için duâ eder, evindeyse ziyaret eder, hasta ise şifâ dilemeye giderdi.” (Heysemî, II, 295)
Rahmet iklimi olan Ramazân-ı şerîfi kardeşlik hukukunu da yerine getirebilmek şuûruyla ihyâ etmeliyiz.
Rabbimiz’in zamana yaydığı bu ikramlar, ilâhî af ve mağfirete erişebilmemiz için büyük fırsatlardır. Bunlara bîgâne kalmak ise, büyük bir hüsran ve küstahlık olur. Nitekim hadîs-i şerifte Cebrail -aleyhisselâm-’ın;
«Ramazân’a erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun!» dediği ve Peygamber Efendimiz’in de; «Âmîn!» dediği bildirilir. (Hâkim, IV, 170/7256)
Cenâb-ı Hak davet ediyor; «Ben size yakınım, siz de Bana yaklaşın.» buyuruyor; «Ben sizin duâlarınıza icâbet ederim, siz de Ben’im dînime göre hayat sürün, takvâ ile yaşayın, emirlerime icâbet edin, rüşde, olgunluğa erişin.» (Bkz. el-Bakara, 186) buyuruyor.
Fakat gafil insan, bu cennet davetiyesini reddediyor ve uzaklaşıyor. Umursamıyor. Elbette bu küstahlık, rahmetten uzak kalmaya müstehak bir nankörlüktür.
Hâlbuki bu ay, kendisini ihyâ edenler için, bir bayram getirmekte:
AFFEDİLME BAYRAMI
Ramazân-ı şeriften affedilmiş olarak çıkabilmenin bayramını yapacağız.
Zira bu bayram, takvâ ile îfâ edilen Ramazân-ı şerîfin bir şahâdetnâmesi mesâbesindedir.
Bayramlar, takvimin herkese sunduğu tatil günleri değildir.
Bir çocuk bile bir tahsil döneminin sonunda başarılı bir karne alır da öyle sevinir ve istirahat dönemine girer. Hak etmediyse ikmâle kalır, yaz kursuna kalır yahut sınıfta kalır, sevinç duyamaz.
Ramazan ve Kurban Bayramları da mü’min için birer şahâdetnâme getirir. Kurban fedâkârlık, Ramazan ise günahlardan kurtuluş ve affedilme bayramıdır. Bunlar da zamana yayılmış ikramlardır.
Yine gerçek bayram ise huzur ile verilmiş, hüsn-i hâtime olmuş son nefes bayramıdır. Yine gerçek bayram kıyâmette amel defterini sağdan alabilme bayramıdır. Yine gerçek bayram Sırat’tan geçip, ateşten halâs olma bayramıdır. Bu bayramların da getirdiği en güzel bayram cennet bayramıdır. Cennette «Cemâlullâh»ı seyr u temâşâ edebilme bayramıdır.
Bu bayrama erebilmemiz için Rabbimiz davet ediyor. Bizleri Dâru’s-selâm’a, selâmet yurduna, cennete davet ediyor. Bu davete icâbetin yolu; «Rabbim Allah’tır!» deyip istikamet üzere, Kitap ve Sünnet muhtevâsında bir hayat yaşamak. Âyet-i kerîmede buyurulduğu gibi:
“Şüphesiz; «Rabbimiz Allah’tır!» deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin (Allah Rasûlü’nün rûhânî dokusu üzerinde yaşayanlar) üzerine melekler iner. (Canın gırtlağa dayandığı anda) onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, size va‘dolunan cennetle sevinin.» derler.” (Fussilet, 30)
Rabbimiz, ibadetlerimizi, oruçlarımızı, namazlarımızı, tilâvetlerimizi, sadaka, zekât, infak, hayır ve hasenatlarımızı Ramazan-ı şerîfin muazzam bereketiyle ziyadeleştirerek kabul buyursun!
Bayramımızı da mübârek eylesin!
Âmîn!..