CISS, CISS, CISS!..

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

egitim_notlari-yuzakidergisi-temmuz2015

–Ne var?

–Karşılığı var.

–Boş ver, senin dediklerin sadece hayalden ibaret.

–Sana öyle geliyor.

–Bana değil asıl sana!

–Ama?

–Ne desen boş yama!

Yaşlı adam, yol kenarında bir taşın üzerine çöktü. Zavallı gençlerin aralarında geçen konuşmaları dinledikçe ıstırabı arttı. Sonra zorla kalkıp bir başka sokağa yürüdü. Yine dinledi:

–Nerelere takılıyorsun?

–Düşeceğim her yere.

–Yahu bir gün başına ağır bir belâ gelir, düştüğün yerde çakılır kalırsın.

–Onu sen dedeme anlat!

–Hayatta değil oğlum, hem bugünleri görmedi ki dediğimi anlasın!

–İşte bu, bravo, işte sen de yola geliyorsun.

–Gitgide beni de bozdun çünkü.

–Kafana göre yaşa ahbap, düzgünlük filân hikâye şeyler. Düzgün olacağım diye boşuna uğraş dur, niye? Hiç, onun bunun gönlü olsun diye. Çekemem ben!

İhtiyarın gözleri doldu. Derin derin içini çekti. Sonra bir oyun salonuna doğru adımlarını sürükledi. Orada da dinledi:

–Hey, bu oyun lâbirentten zor.

–Zevkine bak, ölene kadar oynamaya râzıyım, o kadar güzel bence.

–Ölüm dedin de, bunca oyunun sonrası acaba nasıl bir mezar?

–Bırak mollalığı Sezar. Şimdi oyun dolu bu pazar! Sadece tadını çıkar!

–Ama ecel canımızı çıkarınca ne olacak? Aklımdan atamıyorum bir türlü.

–İyi ya, bir daha dünyaya gelmeyeceğimize göre keyfine bak, toprakta tüh çekersin yoksa. Keşke ben de vur patlasın çal oynasın yaşasaydım, dersin.

–Belki.

–Ne sandın ya?

Yaşlı adam, titredi. Nefes alamaz hâle geldi. Sonra, kim bilir eğitim ortamları, bu gezdiği yerlerden daha güzeldir, belki oralarda iyi bir teselli bulurum, diye liselerin ve üniversitelerin avlularını dolaştı. Yine dinledi:

–Arkadaş, sınır tanımayacaksın, hayat o zaman anlamlı!

–Geçmişin mukaddes çizgileri ne olacak?

–Karala gitsin. Eskidi onlar. Yoksa kös kös oturur kalırsın bir sandalyede, gençliğin çürür.

–Peki ya tarihimiz, dünümüz ve yarınımız?

–Yahu hâlâ mı hamâset? Aş artık bunları. Yoksa bir türlü kendin olamazsın. Bu devranda her şeyi ya lokma gibi ya da sert ayak gibi çiğnemesini bileceksin ki, güçlü olasın. Gerekirse de, ne varsa sileceksin. Takmayacaksın kimseyi.

–Sonra?

–Hiçbir şey olmaz. Sonrası yok zaten. Pek de düşünme.

İhtiyar, bu ham ve mikroplu konuşmalar karşısında iyice sarsıldı. Eğitilen yavruları uçurumlara yuvarlayacak bu lâkırdılara inanamadı. Okullardaki vaziyet, sokaklardan daha beterdi. Bu nasıl olurdu? Günahsız yavrular, tertemiz masumlar, küçücük goncalar, buralara gelip de nasıl arsız ve gülsüz dikenlere dönüşmüştü. Ne berbat günahlara bulaşmışlardı. Kapkara kirlere batmışlardı. Büyüdükçe güzelleşeceğine çirkinleşme vardı.

Yaşlı adamın tüm vücudunu dayanılmaz bir sancı kapladı. Diğer hastalıklarını unuttu âdeta. İnleye inleye yine dinledi:

–Bir öyle bir böyle gel-gitler arasındayız.

–Ne olmuş ki?

–Tuhaf değil mi?

–Kesinlikle değil. Biz buyuz. Eskiler gibi sıkıntıya gelemeyiz. Daraldığın yerde kaçacaksın. Sıkıldığın yerde kapak atacaksın.

–Doğru, biz nefsimize zaten söz geçiremiyoruz, boşuna uğraşıp durmaya gerek yok. Ne kadar denedik, olmuyor maalesef. Artık iş olacağına varsın!

–Ha şöyle uyan uykudan, içinden nasıl olmak geçiyorsa öyle ol. Göründüğün gibi olmak bu. Kötüysek de, kötüyüz, ama göründüğümüz gibiyiz hiç olmasa. İçimiz dışımızda, dışımız içimizde böyle yaşanır.

–Aynen ahbap, hep başkasının istediği bir tip olmaya çalışmaktan bıkmıştım zaten. Yok seni anlamayan anne-babaların istediği bir tip ol, yok seni basmakalıp yetiştirmek isteyen hocaların istediği bir tip ol, yok şunun şu isteği, yok bunun bu isteği şeklinde bir tip ol, yeter yahu! Hangisini olacağız? Bize soran yok. Bu durumda artık bizim de kimseye sormamamız lâzım, neye mâl olursa olsun kendi istediğimiz bir tip olmalıyız. Yanlışsa yanlış olsun, kötüyse de kötü olsun, hiç fark etmez!

Yaşlı adam, daha fazla dayanamadı. Ya küt diye düşecekti ya da küt diye gençlerin ortasına dalıp haykıracaktı. Fakat zihnine ve düşüncelerine, diyeceklerine ve tecrübelerine öyle engeller konmuştu ki. Nasıl bir davranış sergileyeceği hususunda ortada öylece donakaldı.

Önce;

En acı bir dille hakikati hissettirmek geçti aklından. Fakat sinsi bir eğitim mühendisliğinin şu cümlesi çelme taktı:

“Sakın gençlere ters konuşmayın. Acı söylemeyin. Daha çok kaçırırsınız!”

Yumuşak söylemek istedi. Tecrübesi engel oldu:

“Sakın ha, ârızaya karşı yumuşak duruş, maraz doğurur!”

Tatlı-sert olmayı düşündü. Ezberletilen bir başka cümle set koydu:

“Sakın sakın, zik-zaklı bir davranış olur bu. Bir öyle, bir böyle davranışa benzer ki, onları dengesizleştirir.”

Sancılı ihtiyar, bir ara öfkelendi, ne hâlleri varsa görsün, diyecek oldu. Ona da vicdanı feryat etti:

“Asla, bunlar senin göz nûru, ciğerpâre neslin! Göz göre göre bataklığın içinde nasıl bırakacaksın?”

Çaresizlikler içinde kıvrandı:

“Ne yapacağım o hâlde? Doluya koysam olmuyor, boşa koysam dolmuyor!”

O esnada;

«Pırr!» diye bir kanat sesi duyuldu.

Eğitim bülbülüydü gelen. Bayrak direğinin üstüne kondu. Bayraktaki şehid kanlarını seyretti. Hilâle baktı. Yıldıza baktı. Sonra göklerdeki hilâli ve yıldızı seyretti. Sonra gür bir sesle şakımaya başladı. Kulaklara değil ciğerlere hissettirmeye çalışıyordu. Akıllara ok atarcasına, idrakleri delip geçercesine, kalpleri kanatırcasına, damarları ve nabızları zonklatırcasına şakıdı:

“Ey dostlar! Civanmertler! Anneler, babalar! Hocalar!

Hepiniz!

Kulak verin, dinleyin!

Unutturulmaya çalışılan şu gerçeği artık daha canlı hatırlayın:

İnsanı insan gibi yetiştirme hususunda peygamber medeniyetinden daha gerçek ve doğru hiçbir medeniyet yoktur. Bütün başka ideolojiler, cilâlı balon misali fikirler ve yığınla cazip prensipler, kesinlikle insanı insan gibi yetiştirmiyor, âdeta onu insanlıktan çıkarıyor.

Ne yazık ki, bu millete; bu hakikate zıt o kadar şeyler şırınga edildi ki, sonunda insanımızın endişeleri, çözüm metotları, yaklaşımları, manevraları, hisleri ve fikirleri, peygamber medeniyetinden uzaklaştırıldı, koparıldı, maalesef başka ideolojilerin balonları içinde patlatıldı. Cilâlı lâkırdılar arasında herc ü merc edildi.

Çocuklar da, anne-babalar da, eğitimciler de, hocalar da artık garip reflekslerin acayip tavırları arasında yığınla gel-git yaşıyor. Olan evlâtlara oluyor her zaman.

Çünkü dışı cilâlı, içi çürük ve mikroplu prensipler, insanın nasıl yetişmesi gerektiği gerçeğinden elbette tamamen kopuk. Sadece hayalleri süslemesi itibarıyla güzel yaklaşımlar kum gibi. Fakat onlar da hakikatleri süsleyemiyor. Gerçekler daima acı ve üzücü.

Ey dünyayı yönetmiş millet!

Siz, peygamber medeniyetinin prensipleri ile dünyayı avcunda tutan kahramanlar yetiştirdiniz. Dâhîler yetiştirdiniz. Âbide şahsiyetler yetiştirdiniz.

Hâl böyleyken;

Bunları başarmanızı sağlayan gerçekleri bırakıp da insanı cüceleştiren hayallere nasıl kapıldınız? Üstelik yabancı kaynaklı ve virüsle dolu zararlı prensipleri, bir de peygamber medeniyetinin prensipleri imiş gibi gösterme şaşkınlığına düştünüz. Dıştan yapıcı içten yıkıcı düşman mühendislerin ürettiği fikirleri benimseyip de; “Zaten peygamber de böyle tavsiye ediyor.” şeklinde bir hakikat yamultmasına kapıldınız ve mağlûbiyete sürüklendiniz. Yıkım fikirlerini terazi yaptınız, kendi inşa edici muhteşem hakikatlerinizi sinsi ve cüce düşman terazisine uymuyor diye kenara fırlattınız.

Maalesef;

Yavrucağızlar, gerçek inşadan mahrum kaldı. Gerçek babadan ve gerçek anneden mahrum kaldı. Gerçek hocalıktan, gerçek eğitimcilikten mahrum kaldı. Bunca mahrumiyetin ortasında biyolojik bağlar ise, çok da bir şey ifade etmedi. Etmez de.

Ey idrak ve mes’ûliyet ehli!

Bugün nesilleri yutan eğitim girdaplarının sebeplerini; tek tek, en hassas ölçülerle ele almak mutlaka gerekli. Ancak hepsini tetikleyen ve ailede de eğitim yuvalarında da gözden kaçırılan çok temel ve tehlikeli bir problem var. Önce onu en doğru şekilde anlamak ve görmek, sonra da yine en doğru şekilde çözüm kesinlikle şart.

Nedir o?

Hayatın değişmez gerçeği.

Ne ekersen onu biçersin hakikati. Her şeyin mutlaka bir karşılığının olduğu ve onun tahakkuk edeceği gerçeği. Hayatta ne elde etmek istenirse, ille bir karşılığı var. Değişmez bir gerçek bu.

Fakat bu hakikat bugün, aile yuvalarında değiştirildi, eğitim ve öğretim ortamlarında değiştirildi. Çocuklar, ne yazık ki yaptıklarının karşılığı olmadan büyütülüyorlar, bu sebeple mânen sıhhatli büyüyemiyorlar, arsız ve tuhaf tipler yığını meydana geliyor.

İyiliğin de kötülüğün de olması gerektiği şekilde karşılığı yok. Neyin karşılığının ne olduğunu öğrenmeden yetiştiriliyor masum yavrular. Meselâ çalışan da sınıf geçiyor, çalışmayan da. Bu garâbetin içinden gerçekçi bir çalışmayı tetikleyici bir farklılık nasıl doğsun! Çalışmakla çalışmamak bir bakıma eşit durumda. Aralarında farklılık oluşturacak ciddî bir açı yok. İyilikle kötülük de kezâ. Kötülüğün caydırıcı ve yetiştirici karşılığı yerine; «Çocuğun psikolojisi bozuk, ne yapsın?» deyip olumsuzluğa hiç olmayan bir haklı gerekçe uydurmak ve yavrunun yanlışlarını bile haksız bir ilgiye boğarak kendisine hatalara bağlı olarak değer üstüne değer vermek, aslında; «Âferin, bu kötülüklerine devam et. Ne kadar kötülük yaparsan, o kadar ilgi odağı olursun!» demekten başka nedir?

Bunun sonu nereye gider?

Toplum yangınına.

Elbette mahir eller tarafından yangından kurtarılanlar da her zaman olur. Ancak onlara bakıp da; «Yahu durum o kadar da kötü değil, baksana neler yetişiyor!» diye sadece kurtulanlara bakarak yangın içindeki yığınla yananları görmemek, büyük gaflet!

Ne yapılacak yangını söndürmek için?

Zor görünse de;

Aslında çok kolay. Çok net.

Yavrular hayatın değişmez gerçeğine göre yetiştirilecekler. Neyi hak ettiyse onunla karşılaşacak ki, neyin ne olduğunu doğru şekilde öğrensin. Yoksa kötülüğün acı bir karşılığı olduğunu; o çok zeki fakat tamamen toy idrakler, hayalî bir palavra zanneder. Bu zan içinde büyüyen bir evlâdı da hiçbir şekilde iyiliğin timsali yapamazsınız.

Yine;

Sen bir araba alabilmek için nice sıkıntılar ve birikimler sonrasında buna ulaşırken, çocuk sadece bir zırıltı ile ulaşırsa; onun hayat terazisi doğru işlemez. Hak etmeden sınıf geçenin terazisi de düzgün çalışmaz. İyiliğin kötülükten, kötülüğün de iyilikten hiçbir farkı yokmuş gibi bir eğitim ortamı oluşturmak ve bunu sinsice körüklemek, insanı insan gibi yetiştirmez.

Ey dostlar!

Açık konuşuyorum.

Söylediklerim, eğitimde dayak hususuna zemin hazırlığı kesinlikle değil. Dayağa her zaman hayır.

Demek istediğim çok ince bir hakikat:

Bir «cıss» farkı.

Soba kullananlar bilirler.

Bir çocuk doğar. Dünyayı ve hayatı tanımaya başlar. Bilmediği her şeye dayanılmaz bir merak hissiyle alâka gösterir. Kötü ve zararlı şeylere karşı bile bilmediği için cesurdur. İşte bu tecrübesiz cesaretle, öyle ki, yanan bir sobaya da; «Bu da neymiş?» dercesine hiç çekinmeden elini yapıştırır. Tabiî daha o anda olan olur. Eli ıstıraplar içinde yanar kavrulur. Bu defa bu ne çekilmez ve azap bir şeymiş, dercesine acı çığlıklar atar. Böylece bir taraftan feryadı ortalığı yıkarken bir taraftan da kendi yaptığı yanlışın acı karşılığını da ta ciğerinde hisseder, bir daha mı, asla sobaya elini uzatmaz. Hattâ soba yanmasa bile ondan çekinir. Artık o çocuğu, bütün olumsuz şeyler karşısında büyüklerin sadece;

“–Cıss, cıss, cıss!” diye uyarmaları kâfîdir.

Bunu duyan çocuk; derhâl o yanlışa karşı uzaklaşır, kendini toparlar ve olmayacak şeylere elini sürmez. İşte bu; dengeli, çok tabiî ve kendini muhafaza ekseninde yetişmenin bir gerçeği.

Fakat şimdilerde pek çok evde böyle değil.

Çünkü kalorifer devri. Sobalar hele büyükşehirlerde neredeyse hiç yok. Evlerde ten rahatlığı açısından oldukça büyük kolaylık.

Lâkin;

Çocuklar artık elini uzattıkları anda yanlışların kendilerine verdiği vazgeçirtici karşılığı yaşamadan ve öğrenmeden büyüyorlar.

Ey dostlar!

Soba, işin mecaz kısmı.

Mesele eğitim gerçeği.

Evvelce ailelerde de eğitim ortamlarında da, şahsiyete zarar verici bütün yanlışlar ve kötülükler karşısında soba misâli «cıss» şeklinde doğru karşılıklar uygulanırdı. Kaloriferler sobaları kaldırdı ya, yabancı empozeler ve ideolojiler de bizdeki iyilikle kötülüğün arasındaki «cıss»ları kaldırdı. Haramla helâlin ortasındaki geçit vermez «cıss»lar da kaldırıldı.

Hâlbuki;

İnsan âhiret yolcusu. Âhiret ise ya cennet, ya cehennem!

Eğer dünyada «cıss» ikazları içinde yaşamazsa insan, nemrut ve firavun gibi olan nefsinin körü körüne cesaretine kapılarak kendisini cehennem alevlerinin ortasında bulur. Fakat orada «cıss» değil, «çatır çatır bir yanış» vardır artık.

Dolayısıyla;

O çatır çatır yanışı dünyadayken göstermek ve ondan kurtuluşu sağlamak için nesillere «cıss» eğitimini doğru uygulamak gerek.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!” (et-Tahrîm, 6)

Cenâb-ı Hakk’ın Hazret-i Peygamber’e gönderdiği ikinci vahiydeki emir de şudur:

“Ey örtüsüne bürünen! Kalk, (azâb ile) korkut!” (el-Müddessir, 1-2)

Bu korkutma, insanın psikolojisini bozmak değil, onu ateşten korumak eksenli bir hissettirmedir. Bilâkis insanın psikolojisini yerine getiren ve onu arsız, kaygısız, dengesiz ve zararlı olmaktan da kurtaran ilâhî bir eğitim metodudur. Bu vazifeden kaçınıp âdeta örtü altına girerek âmâ yaşamak da âyetteki hitaba göre ilâhî fermana terstir.

Çünkü ey yarenler!

«Cıss» ayarı almadan hayata atılan yavrular, hayattan da azaba atılırlar. Zira Allah, iyi veya kötü hiçbir zerreyi bile karşılıksız bırakmıyor. Birini cennete diğerini cehenneme yolluyor. Bu durumda evlâtlara «cıss» eğitimi uygulamamak, şefkat değil bilâkis en acımasız bir merhametsizlik, vicdansızlık ve kötülüktür.

Kimi insanlar evlâtlarına kıymakmış zannederek bu hakikatten onları muaf tutmaya uğraşıyor. El bebek, gül bebek, çilesiz ve imtihansız yetişsin istiyor. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, peygamberlerini bile bu «cıss» ayarından muaf tutmadı. Hazret-i Musa, bir çocuk iken kendisine uzatılan ateşi eline aldı ve ağzına götürdü. Bu yüzden dili peltek kaldı.Yani ateşin tehlikesini o yaşta -yaşayarak- öğrendi. Peygamber olunca da, bütün ömrü, insanlığı ateşten korumakla geçti.

Âhirzamanın hâli ortada:

Haramlara ve kötülüklere karşı doğru ve mutlak bir «cıss» olmadan insanoğlu düzgün yetişmiyor.

Yaptığı yanına kâr kalan bir hırsız, çalmaktan vazgeçer mi? Hiç hak etmemesine rağmen sınıf geçen bir çocuk, enerjisini çalışmaya mı haytalığa mı harcar?

Ey sorumlular!

Bilhassa problem anlarında bu gerçeğe dikkat gerek.

Unutmamalı ki;

Eğitim, ârıza durumunda nasihat ile yürümez. «Cıss» karşılığını hissettirici dengeli ve olgun ayarlar ile yürür.

Elbette;

Problemler nasihat değil, çözüm ister. Çünkü dişi ağrıyan bir hastaya, doktorlar müdahale yerine saatlerce nasihat etse ne fayda! İyileşmek bir tarafa, hastanın sancısı birken iki olur. Feryadının yanında bir de öfkesi artar. Diş hekimi ne kadar tatlı nasihat de etse, çare değil, çıldırtan bir azap olur. Tebessümle de olsa bütün güzel konuşmaları, hasta için işkence yerine geçer. Ama;

Eline iğneyi alıp da tedavi icraatine başladığında ise, işte merhamet, işte iyilik saati de başlamış demektir. Yani;

Hastanın sancıdan ve ârızadan kurtuluşu için kuru kuruya tatlı nasihatler ve güzel konuşmalar değil, gerektiğinde illâ bir acı müdahale, doğru bir tedavi icraati, olmazsa olmaz bir şart durumundadır.

Maalesef;

Günümüzdeki batı tesiri altında oluşan eğitim anlayışı yüzünden; bütün problemler, sadece kuru nasihatlerle çözülmeye çalışılıyor. Tedaviyi gerçekleştirecek icraat merkezli bir yaklaşım devre dışı. Bu sebeple zavallı evlâtlar mikropların pençesinde can çekişiyor. Bir de mikrobu bertaraf yolunda neşter kullanmak da devre dışı. Ne tuhaf; hastaya insanca davranış nâmına, mikroplara müdahale devre dışı. Bu ise, düpedüz mikrobu korumak ve hastaya da kıymaktan başka bir şey değil. Zavallı nasıl iyileşecek?

Maalesef, çok sinsi bir düşman mühendisliği, medeniyetimizin dosdoğru eğitim metotlarını harap etmiş, altüst etmiş.

Maalesef, bunun neticesinde fikren ve rûhen daha bir hastalanan yavrular, gizliden gizliye aslında kötülük merkezlerine ham malzeme olarak hazırlanıyor. Yazık ki, hastalanmanın her türlü yolu açık, iyileşmenin de nice doğru yolları kapalı. Göz boyayıcı her türlü lâkırdının her çeşidi var, fakat mikroba müdahale edip de çocuğu kurtarıcı gerçek çözümler, içler acısı.

Hiçbir zaman lâfla peynir gemisi yürümüyor. Yürümez de. Bir aşçı, günlerce yalvar-yakar;

«–Ey et, piş artık, ne olur piş!» diye dil döküp dursa, neye yarar?

Hiç.

Sadece güzelim etleri çürütmüş ve kurtlandırmış olur. Çünkü lâfla pişmez o etler. Ateşin üzerine koyup kaynatmak gerek. Ancak bu doğru icraatin ardından leziz bir et yemeği sofraya gelir.

Ey mes’ul gönüller!

Artık nesli eğitirken de bu incelikleri doğru görmek ve yerli yerince uygulamak gerek.

İnsanın pişmesi, olgunlaşması; bilmeli ki, etten daha zordur, aşçılıktan da daha büyük maharetler ister.

Hâsılı ey dostlar!

Ben de şahidim siz de şahitsiniz:

Küçücük bir kötü kibrite karşı «cıss» denmeyip tedbir alınmadığında; cennet gibi bağlar ve bahçeler, cehennem gibi alevlerin pençesinde harap oluyor, hektarlarca taze fidanlar ve devâsâ ağaçlar kül olup gidiyor!

O hâlde;

Kül olmayacak bir cennet kurmak istiyorsanız, ki elbette istiyorsunuz, cehenneme götüren her türlü şeye «cıss» duvarını çekmelisiniz.

Küçüklüğünden itibaren evlâtlar, ektiğini biçerek yetişmeyi öğrenmeli. Yaptığının karşılığını tam görmeli. Ta ki hayalî bir masal zannedip azaba yönelmesin, harama bulaşmasın, kötülüklere kapılmasın! Her birinde «cıss» duvarını karşısında bulsun ve böylece;

Ancak güzel ve hayırlı, doğru istikametli ve kararlı bir cennet yolcusu olsun.

Rahmete koşsun.

Rahmân’a koşsun.

Sonsuz kurtuluşa koşsun.

Nihayet;

Firdevs-i âlânın gülü yahut bülbülü oluversin.

Tâ ebed.

Yâ Rabbî,

Nasîb et!

Âmîn!..