YAŞAMAK ve YAŞATMAK

YAZAR : M.Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

muhammet_ali_esmeli-yuzakidergisi-temmuz2015

İslâm’ın Güler Yüzünü; İmkânlarımızı Muhtaçlarla, Sevincimizi Muzdariplerle, Gönlümüzü Gariplerle Paylaşarak
YAŞAMAK ve YAŞATMAK

“–Keşke!

•Milletim bilseydi!

•Rabbim beni (ebediyyen) bağışladı.

•Beni (sonsuz) ikramlara mazhar olanlardan eyledi!” (Yâsin 26-27)

Perdesiz gördü, böyle dedi.

Ölürken dirilişin en muhteşemini yaşadı.

Habîb-i Neccar.

Ecelin amansız pençesinde olduğu hâlde müthiş tesebbümler yansıtıyordu. İnsanların acıdan surat astığı ölüm anında o Allah dostu, huzur ve mutluluğun zirvesinde gülüyordu. Niceleri o fecî demde sancılı köpükler saçarken, Habîb-i Neccâr’ın dudakları, sadece inciler serpiyordu.

Çünkü ona rahmet kapıları açıldı ve;

«Gir cennete!» (Yâsin 26) denildi.

Ölürken ölümsüzlüğe erişti, fânîde görülmeyeni gördü ve mütebessim çehresi tarifsiz bir güzelliğe dönüştü.

O;

Ömrünce İslâm’ın güler yüzünü yaşamak ve yaşatmaya gayret etmişti. Onun yüzü, kötülüklerin sıçrayamadığı lekesiz bir çehre idi.

O yüz, her zulmün karşısında adâlet gülü oldu, solmadı, sonsuz gerçeğin bülbülü oldu.

Hiçbir şeytanî tazyik, tahrik, saldırı ve şer hücumu, o yüzü değiştiremedi, bozamadı. Hiçbir nefsânî refleks, o mübârek nurlu çehreyi karartamadı.

O yüz, yaşadığı ve yaşattığı İslâm’ın güler yüzüydü.

İslâm’ın güler yüzü ki;

Her zaman tertemizdir. Onun, hiçbir siste ve girdapta boğulmayan bir ferahlık nefesi vardır.

İnsanlığı kurtaran da, işte o nefestir.

Her ıstırabı ve zulmü bertaraf edecek sîmâ, İslâm’ın güler yüzüdür.

Dünyada nerede bir inilti varsa, onu giderecek devâ, ancak onun mübârek çehresidir.

Bu bakımdan;

Her müslüman şahsiyete düşen en temel vazife, öncelikle İslâm’ın güler yüzünü Habîb-i Neccâr gibi yaşamak ve yaşatmaktır.

Bunda;

Ramazan-ı şerif ve bayram iklimlerinin de hatırlattığı üzere maddî ve mânevî imkânlarımızı yine maddî ve mânevî muhtaçlarla paylaşmak var.

Sevinçlerimizi de muzdariplerle paylaşmak var.

Gönlümüzü ise, yetimlerle ve gariplerle doldurmak var.

Çünkü İslâm; kuru bir felsefeler manzumesi değil, baştan sona bereketli ve ilâhî güzellikler itibarıyla mütebessim bir hayattır, illâ ve illâ yaşayıştır.

Zira;

Ancak yaşanınca dînin güzellikleri yeşerir. Yaşanınca îmanlar, insanları meleklerden üstün hâle getirir. Yaşanınca ahlâk ve fazîletler, beşeriyeti kâinatın ahsen-i takvîmi yapar. Yaşanınca merhamet ve şefkat, ölüleri diriltir, çorakları ve çölleri gülistana döndürür.

Yaşanınca sevinç ve dertler, kardeşlikleri sarsılmaz bir muhteşem bina eyler.

Yaşanınca cömertlik ve kerem, gönülleri sonsuz zenginliklere ve mükâfatlara ulaştırır.

Yaşanınca af ve muhabbet, Allâh’ın bağışlamasına ve topluluk hâlinde en mükemmel şekilde ve en makbul hâlde kullukların tezâhür etmesine vesiledir.

İllâ yaşanınca.

O da, ancak ve illâ yaşatınca. Yani dinde gerçek bir yaşayış, onu etrafına da yaşatmak varsa, doğru bir yaşayıştır. Yani, yaşatmanın kıvamına mazhar olan kimse, elbette yaşamanın idrakini tamamlamış bir bahtiyardır. Yaşadığı her güzelliği başkalarının yaşamasına şevk oluşturanlar, hiç şüphesiz peygamber ahlâkına bürünmüş müstesnâ şahsiyetlerdir.

İki dünyanın mânâsı bu iki gerçekte gizlidir.

Sonsuz güzellik ve lütuf, bu iki gerçeğin bir arada tecellîsinden doğar. Yaşamak ve yaşatmak, İslâm’ın bereketini en güzel şekilde yansıtan berrak birer ayna gibidir.

Bu itibarla;

Yaşamayan, yaşatamaz. Yaşatmayan da, yaşayamaz.

Günümüzün en temel meselesi bu.

Bir yanda hiçbir hukuk ve sınır tanımayan zulümler, savaşlar, cinayetler, nefsâniyetler, günahlar ve rezaletler; bir yanda da masumlar, mağdurlar, feryatlar, sevaplar ve fazîletler.

Bir de ikisinin arasında gel-gitlerin oluşturduğu çarpık tablolar.

İslâm dünyası, Habîb-i Neccâr’ın şuuruna muhtaç.

Yoksa çözümsüzlükler, coğrafyaları ve insanları kahredecek.

Çarpık tablonun içinde yer alanlar, mesai ve vitrin müslümanı olmuş durumda âdeta.

Hani;

Bazı tezgâhtarlar, iş yerinde ve iş saatlerinde, maddî kazanç adına müthiş bir olgunluk ve hizmet sergilerler. Fakat mesaileri bittiği andan itibaren ise bambaşka bir kimlik ortaya koyarlar. Kaba, anlayışsız, ağzı bozuk, rûhu dağınık, ahlâkı perişan bir kimliktir bu.

Çözümsüzlüklerin de temel sebebidir.

Bu kimliğin mesai saatlerine hapsedilmiş yaşayışı, ne kadar fazîlettir?

Güzel ahlâkı, sadece konuşmalarını süslemek için kullanıp da problem ânında en rezil davranışları bile çeşitli yorumlarla mubah görüş, doğru neticelere ne kadar uygundur?

Kardeşliği, sadece yandaşlık olarak algılayan ve yandaş görmediklerine karşı sinsi veya âşikâr düşmanlık refleksleri ile dolu olan hasetçi bir yüreğin inanç kıvamı ne kadardır?

Ulvî meseleleri, şer ve şekvâlarına perde yapanlar, yalan sözlerine kılıf geçirenler ve başkalarına iftira küpü olanlar, yüce hesabı ve azabı ne kadar anlayabilmişlerdir?

Çıkar ve mevki nâmına mânevî duyguları basamak yapanlar, nereye yükselebilirler?

İnsanı hayırdan hayra koşturmanın edebini, yol ve yordamını bir kenara fırlatıp da rûhâniyet görüntüsü altında nefsânî gayeler uğruna şerri coşturmanın entrikasını tercih ediş, ne kadar idraktir, ne kadar basîrettir?

Düşmana karşı canciğer, dosta karşı binbeter duyguların esiri ve zebûnu olan yürekler, nasıl bir gönül ve nasıl vicdan sahibidir?

Tebessümlerini bile kin ve nefret yorganı olarak kullanan ruhlar, o yorganı türlü dantelle cazipleştirseler de ne kadar dost olabilirler? Hele hostes gülücüğüyle ikiyüzlü olmayı kendi karakterinde yoğurmuş çehreler; acaba, ilâhî nûrun berraklığı, şeffaflığı ve saflığından ne kadar hisse alabilmişlerdir?

Rabbim, hepimizi her türlü gafletten muhafaza eylesin!

İçinde bulunduğumuz rahmet mevsimi, tevbe temizliği ile yaşamak ve yaşatmanın en güzel fırsatı. İslâm’ın güler yüzünü tekrar dünyaya liyâkatle göstermenin en güzel imkânı.

Şuurlar, kötü şartlardan şikâyeti ve kötülüğü artırıcı gafletleri bir tarafa bırakıp arzu edilen en makbul şartları oluşturmanın gayreti içinde olabilirse, tekrar dünya cennete döner.

Bunun için;

İslâm’ı Habîb-i Neccâr gibi yaşamak ve yaşatmak gerek.

En sancılı anlarda bile en huzurlu ve tertemiz, gerçekçi ve doğru tebessümlerle ihyâ ve irşâd ederek.

İşte o zaman iki dünyada da bayram var!

Yâ Rabbî,

Nasîb et!

Âmîn…