YALNIZ DEĞİLSİNİZ!

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

mustafa_asım_kucukasci-yuzakidergisi-temmuz2015

Bir deprem sigortası reklâmı var. Depremden sonra akrabalarının yanında kalan kişilerin yaşadığı sıkıntıları resmederek; «Aman sigortanızı yaptırın da böyle bir duruma düşmeyin.» mesajı veriyor. Seyrettiğimde işlenen mevzuya hak vermekle beraber; üzüldüm, rahatsız oldum.

Evet, kimse bir başkasına yük olmak istemez. Ancak «zaruret» olduğunda da, kimse akrabasını yük görmez. Yahut görmemelidir mi demeliydik?!.

Geleneğe baktığımızda insanın sigortasının insan olduğunu görürüz. Para değil. Çünkü herkes zengin olmadığı, olamayacağı gibi, para da her şey değildir. Depremde yıkılan evin yenisini para alır, fakat iç dünyadaki depremlerde; sığınılacak tek bina, dergâh bir gönüldür. Bir dosttur, bir arkadaştır.

İnsan önce ailesine sonra akrabasına, sonra sülâlesine / şehrine / meslek locasına ilh. emânettir. İnsan insana zimmetlidir.

Bu fıtrî bağı, dînimiz de işlemiş. Üzerine hukuk da bina etmiş.

Devrimizde ise, bırakın uzak-yakın akrabayı, çekirdek ailenin içinde bile birbirine tahammülün azaldığı bir ferdiyetçilik hâkim. Evlât babaya, baba evlâda yük. Fakat yükten kurtulduğunu zanneden insan da bir süre sonra yalnızlaşmakta…

Sigorta sadece deprem ile mahdut değil.

Sigorta primini yatırabiliyorsan, “bireysel” emekliliğinle kendine müslümanlığını daha da pekiştiriyorsan, kimsenin minnetini çekmek mecburiyetinde değilsin. Devrimizde artışı grafiklere de yansıyan boşanmalar biraz da bundan. «Kendi başına» ayakta durabiliyorsa niye kahır çeksin?

Nedir çekilen kahır?

Yekdiğerinin ahlâkındaki, huyundaki, suyundaki problemler…

Peki, bir toplumda, fertlerin ahlâkı nasıl düzelir?

Birbirlerinden uzaklaşarak mı?

Birçok insan şu tespiti yapmıştır:

Tek çocuk olarak büyüyen, kardeş mefhumuyla karşılaşmamış kişiler, paylaşmayı daha zor öğrenirler.

Toplum meselelerine ahlâkî değil de hukukî çözümlerle yaklaştığımızda; tecrit etmek, birbirinden ayırmaktan başka çare bulamayız. Bunu bir spor müsabakasında hakemin, aşırı titiz davranıp hiç oyun oynatmamasına benzetebiliriz. Hâlbuki oyun olacak, ama faul olmayacak. Rekabet olacak, ama çelme takma olmayacak. Azim olacak, fakat ihtiras olmayacak. Başarı sevinci olacak, lâkin mağlûbu tahkîre izin verilmeyecek. Faul olmasın diye herkes kulübesinde otursun, o zaman herkes hükmen mağlûp, herkes yalnız. Fert de aile de toplum da bu işten zararlı çıkıyor. Kimsenin ahlâkı, huyu, suyu da düzelmiyor.

Dînimiz bu sebeple, birçok içtimâî ibâdet koymuş, ferdî ibâdetlere bile bir içtimâîlik neşvesi katmış. Namaz; Cenâb-ı Hak ile kulun baş başa kalıp âdeta sohbet ettiği, secdelerde Rabbine yakınlık aradığı son derece iç âlem yolculuğu ihtivâ eden ferdî bir ibâdettir. Fakat Rabbimiz; cemaatle kılınmasına kat kat fazla sevap vererek, Cuma ve bayramlarda cemaati şart kılarak bu ibâdette bile kulları bir araya topluyor. Sadece Mevlâ ile baş başa kalmak isteyen de seherlerin karanlığında mülâkata koşacak.

Topluluk olmak, ferdin benliği için sıkıntılar barındırır. Otomatik olarak, bir organizasyon ve idare şemasını, dolayısıyla teslîmiyet ve itaati gerektirir:

“Bir sefere üç kişi beraber çıkınca birini emîr (başkan) yapsınlar.” (Ebû Dâvud, Cihâd 87, 2609)

Sabır, tahammül, müsamaha, hilim… Bunlar yapayalnız yaşayan insanlarda nasıl gelişecek ki?

Hacda da Rabbimiz, içtimâîleşmeyi şart koyar. Ömründe belki beldesinden, köyünden ilk defa çıkmış bir insan, hacda yetmiş iki millete bir göz ile bakma tâlimine girer. Yaprakların bile dokunulmaz olduğu, cedelin yasak olduğu bir iklimde. Bu sebeple haccın parolası hep; «Hacı sabır!»dır.

Maksat sadece o iklimde; tavaf, vakfe ve benzeri ibâdetlerin yapılması olsaydı, umre gibi, yılın her zamanında yapılabilecek bir ibâdet olurdu, hac. Fakat kasten bir zaman dilimine hasredilerek, o ciddî yoğunluğun, ahlâk tâliminin ve organizasyon eğitiminin yaşanmasına zemin oluşturulur.

Sadece kalabalıklara karışmak değildir, doğru içtimâileşmek. Hele günümüzdeki gibi toplumun yozlaştığı zamanlarda, uzlet ve inzivâ zaruret hâlini alır. Sokaktan günah akmaktadır çünkü. İhtiyacın giderilmesinden öteye geçen çarşı-pazar gezmeleri ahlâk kitaplarında doğru görülmez. O tür toplanma yerlerinden; cami, dergâh gibi hayırda toplanılan meclislere kaçılmalıdır. Bulunulan meclisler; Allah ve Rasûlü’nün zikriyle, yâdıyla anlamlı hâle getirilmelidir. Aksi hâlde bu toplanışlar, nedâmet olacaktır. Yani yine yalnızlığa değil, negatif toplanmalardan, pozitif buluşmalara kaçmak çözümdür. «Günah ve düşmanlıkta değil, iyilik ve takvâda yardımlaşın.» emri bunu anlatır…

Çünkü bugün görünmez ağlar, yalnızları yalnız bırakmaz. Odasında yalnız zannettiğimiz çocuk, aslında dünya sokaklarında kim bilir kimlerle beraberdir?

Allah bazı ikramları ancak cemaat, topluluk olunca bahşeder. Ne kadar fazîletli olursa olsunlar, fertler o ilâhî ikrama ulaşamazlar; sosyalleşerek, bir grup, bir halka hâlini alıp o sofrayı celbedebilirler.

Meselâ istişârede zuhur eden doğru, yerinde güzel kararlar; ne kadar derinleşilse ferdî tefekkürlerde meydana çıkmaz.

Nasıl piyasa, tabiî, müdahale edilmeyen bir piyasa; bir malın gerçek kıymetini ortaya çıkarır, zihinlerdeki vehimleri, zanları, gerçeğin altında veya üstünde kalan tahminleri siler süpürürse; doğru bir istişâre meclisi de, indî kanaatleri yok eder, isabetli kararları zuhûra getirir.

Nusret yani müslümanların zaferi, ehl-i küfre galip olması için de vahdet şarttır. Gariptir ki, birlik-beraberlik mânâsı veren vahdet, yalnızlık mânâsına da gelir. Bu da, ümmetin âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerdeki benzetmelerde olduğu gibi, kenetlenmiş tek bir hisar, âhenk içinde yekvücut, tek bir vücut hâlini almasının zaruretini ifade eder.

Beş parmağın beşi de farklı. Ama yumruk olunca hepsi bir.

Fert, fert kalarak nasıl bir duvarın bir tuğlası gibi davranabilir? Nasıl altta kalan tuğla üsttekine haset etmez, üstte kalan tuğla gururlanmaz?

Mesele yine ahlâka dönüyor. Birine tevekkül, birine tevâzu… Birine diğergâmlık, birine fedâkârlık… Alttakine; «İtaat et!» diyen ilâhî nizam, üsttekine de; «İstişâre et, adâleti gözet!» diyor.

Toplumun içinde topluluklar, ümmetin içinde kavimler, mezhepler var. Onlar topluluk dayanışmasını diğer toplulukları imha için kullanırsa, bu tıpkı kanser hücrelerinin yaptığı olmakta. Kendini de vücudu da yok olmaya götürmekte.

Kenetlenme, bir ve beraber olabilme; milletin ve ümmetin özgül ağırlığıdır. Kimseyi kimsesiz bırakmamak… Günden güne kötüleşen İslâm âleminin siyaset sahnesi de, söylüyor ki: Birlik-beraberlik aynı zamanda ümmetin de sigortasıdır, teminatıdır.