SAYISIZ ENGEL VAR, HİÇ YOK!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

egitim_notlari-yuzakidergisi-haziran2015

Hayat engellerle dolu.

Her hususta.

Bilhassa hayırlı ve doğru işlerde.

İnsan da;

Engellere göre, ya şekil değiştiren, zayıf ve yenik düşen ya da güçlenen ve kazanan bir varlık.

Her iki kategoride ibretler de hikmetler de çok.

Besmele çekildikten sonra karşılaşılan engellere yenik düşerek, yüce hakikatlerden, bereketli gayretlerden, Allah yolunda nice mes’ûliyetlerden, faydalı ilimden ve sevap dolu güzel yaşayışlardan vazgeçenler; her zaman acı bir ibret.

Eğitim bülbülü, o acı ibrete düşen birinin iç âlemine uçtu. Sordu:

–Niye vazgeçtin?

–Artık iyice sıkıldım, keyfim kaçtı, canıma tak etti!

–Kabir tahtasına başını tak diye çarpınca ne olacak peki?

–O başka bu başka.

–Doğru, toprağın üstü başka, altı başkadır. İşte şimdi keyif peşindesin, fakat orada; «Ah keyfiyet!» diyeceksin!

–?!.

Tekrar sordu:

–Hâlâ niye vazgeçiş?

–İmtihan ağır geldi.

–Fakat sen görmüyorsun ki, geçici bir imtihandan kaçıyorsun. Onu başarmadığın için başına gelecek kalıcı bir azabın kat kat şiddetli ağırlığına ve ağrılarına nasıl dayanacaksın?

–?!.

Tekrar sordu:

–Hâlâ ne diye?

–Canımı yolda bulmadım ben. Rahatım hiç yok.

–Yahu rahatlık ve can derdiyle yaşarken o tatlı canı gerçek sahibi senden tamamen alınca ne yapacaksın?

–?!.

Tekrar sordu:

–Hâlâ niye vazgeçiş?

–Hedefim bu değildi benim. Hem düşündüğüm gibi de çıkmadı.

–Sonunda dünde kalacak hedeflerin yüzünden yarın hiç düşünmediğin felâketler karşına çıkınca ne olacak?

–?!.

Tekrar sordu:

–Yine niçin hayrın en güzelinden vazgeçtin?

–Ona ayırdığım zaman bitti. Ömür boyu olmaz ki. Üç yıl dedim, beş yıl dedim, tamam oldu işte. Bundan sonra sırada bir sürü yapacaklarım var.

–Peki, sana bu ömrü veren; «Madem benden alıp bana değil başkalığa harcıyorsun, yeter bu kadar!» deyip de yaşayış zamanını noktalarsa?

–?!.

Tekrar sordu:

–Yine ne diye?

–Tehlikeleri ve belâları görmüyor musun? Vazgeçmesem, başıma ne acı felâketler gelecek!

–Artık aç gözünü! Gündelik ve nefsânî bir hesap bu. Büyük bir aldanış. Çünkü mahşer gününde daha beter tehlike ve belâlara sürüklenmek bu! En acı felâketin ta kendisi.

–?!.

Tekrar sordu:

–Yine niçin ilâhî talimatlara riâyetten vazgeçtin?

–Dinden vazgeçmedim ya. Ne diye kâfir olmuşum gibi tuhaf sualler soruyorsun?

–Öyle bir şey yok. Sen fakat unutuyorsun: Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havvâ, kâfir oldular diye cennetten kovulmadılar. Yani inançları bozulmamıştı hiç, lâkin ilâhî talimata riâyet etmediler, yüce fermana uymadılar, kısacası söz dinlemediler. Bu yüzden de cennetten dünyaya düştüler. Şükür ki Cenâb-ı Hak bir fırsat ve imkân daha verdi de bu dünyada söz dinleyip tekrar o makama yükseldiler. Ama evlâtlarından dinlemeyenler oldu ya, onlar ikinci bir düşüş yaşadı, ta cehennemin ortasına…

–?!.

Tekrar sordu:

–Hâlâ niye?

–Bu yaşayış şekli bana ters geldi, gitgide alt-üst oldum.

–Yahu; hayatın yüce maksadına karşı zıt ve kavgalı olanlar, hiç düze çıkabilir mi?

–?!.

Tekrar sordu:

–Yine niçin?

–Onur meselesi. Bir hiç olamam ben.

–Gizli bir gurur yapıyorsun ve tevâzuyu da eleştiriyorsun. Oysa hiçlik bir saltanat, onur sandığın gurur ise şeytan virüsü.

–?!.

Tekrar sordu:

–Hâlâ niye?

–Hep aynı durum olunca, biraz bıktırdı. Değişiklik şart.

–Nefes misali olan hakikatler değişirse, insan yaşayamaz ki! Nefesten bıkmak, sudan bıkmak, hayatın bitişidir.

–?!.

Tekrar sordu:

–Yine ne diye doğru adımlardan vazgeçtin?

–Çok yürüdüm, yoruldum artık. Hatıra binâen bu kadar yeter. Benimsemediğim bir şeyi daha fazla sürdüremezdim.

–Doğruluktan yorulanlar, eğriliğin tuzağına yem olur. Doğruluğu hatıra bağlayıp çözmek ve benimsememek, akıl ve gönül terazilerinin bozuk olduğunu gösterir.

–?!.

Tekrar sordu:

–Hâlâ niye?

–Daha mühim gerçekler var. Onlara yöneldim.

–Yüce Allah âyette; «Âhiret, dünyadan daha hayırlıdır.» buyururken bunun tersini daha mühim zannetmek, ne kadar gerçektir?

–?!.

Tekrar sordu:

–Yine niçin?

–Başka işleri kim yapacak?

–Ya sana cenneti kazandıracak işleri kim yapacak? Onları da yapıyorum deme, bir tane çiçekle gül bahçesi kuramazsın! Bir simit parasıyla trilyonluk bir ev alamazsın! Kendini kandıracak kadar yaptığın şeylerle cenneti kazanamazsın!

–?!.

Tekrar sordu:

–Yine niçin istikametten vazgeçtin?

–Sana ne? Belki bir de böyle denemek istiyorum. Merak gidermek istiyorum, olamaz mı? Heveslerim var, içimde kalsın istemiyorum. Sonrası mı, daha sonra bakacağım.

–Sen bilirsin de, olumsuz duygular, merak ve heves bahanesi ile olumluya dönüşür mü? Şunu da unutma; sonsuz devranda her şey var, fakat sonrasında telâfi diye bir sonra yok.

–?!.

Tekrar sordu:

–Hâlâ ne bu hâl?

–Psikolojim dağıldı.

–Yahu en mükemmel şifânın zarar verdiğini ve en berbat mikrobun da fayda verdiğini iddia edebilmek için bu tür psikoloji bahanesi, oldukça tuhaf ve çok sırıtıyor!

–?!.

Tekrar sordu:

–Yine niçin?

–Açıklamak istemiyorum. İfadeye gelmez bu. Sebebi içimde.

–Lâkin bir şeyi meçhule boğmak, yanlışı örtmez ki!

–?!.

Tekrar sordu:

–Hâlâ niye?

–Söylersem ortalık darmadağın olur.

–Fakat bu, şeytanın metodu. Bu tür lâkırdılar, onun nefse üflediği ters endişeler. Bu ters ve mikroplu endişelere kapılanların her zaman boylu boyunca pusuya düşmesi hep böyle oluyor.

–?!.

Tekrar sordu:

–Yine niçin vazgeçiş?

–Artık farklı düşünmeye başladım. Hem inançta bile biraz yenilik lâzım.

–Dur orada! Önce insanlık tarihine bir bak; göreceksin ki, Hakk’a aykırılık, hiçbir zaman farklılık değil. Rûhu enkaz ve harâbe hâline getirmenin adına hangi mantıkla yenilik diyebiliyorsun? Sapkınlıklara kapılıp da kalbindeki îman, hidâyet, aşk, gayret ve hizmet sarayını yıkmanın neresi yenilik? Tâ zalimce ilk kardeş kanı döken Kābil’den gelen çok eski bir hikâye bu. Yenilik kelimesini süslü püslü bir ambalâj olarak kullansa da çok eski bir yıkım hamlesi. Eskiden beri insanı eskiten ve sonra atık hâline getirip de nâr-ı cahîme fırlatan bir şeytan felsefesi ve gaflet çelmesi.

–?!.

Tekrar sordu:

–Yine niçin devre dışı oldun?

–İmkânsızlık ve ortamın müsait olmayışı yüzünden. Mümkün olmayınca ne yapabilirim ki?

–Yersiz bir lâf. Eğer imkânsız olsaydı, Allah emretmezdi bu husustaki mes’ûliyeti.

–?!.

Tekrar sordu:

–Yine niçin?

–Çaresizlikten.

–Çarenin ta kendisine rağmen bu bahane, ne kadar geçerli? Yerdeki bu sahte mazeret, gökleri ikna eder mi?

–?!.

Tekrar sordu:

–Hâlâ niye?

–Ne yapsam, olmuyor; boşuna uğraşıyorum gibi geliyor.

–En dolu vazifeler nasıl oluyor da boş ve bomboş işler de nasıl dopdolu gelebiliyor?

–?!.

Tekrar sordu:

–Yine niçin?

–Görüyorsun ki başaramıyorum. Demek ki ben bu işin adamı değilim.

–Gözden kaçırdığın bir nokta var: Başarısızlığın sebebi tembelliktir, asla dediğin değil. Sorumluluktan sıyrılmak için geçerli bir gerekçe yoktur. Kul olup da muvaffakıyete mecburiyet içinde mükellef ve mes’ul olmayan var mı? Yoksa başarısızlığın karşılığı cehennem, başarının mükâfatı da cennet olur muydu?

–?!.

Tekrar sordu:

–Hâlâ niye?

–Nasip böyleymiş. Eğer kısmet olsaydı, mutlaka bir kapı açılırdı. Baksana her kapı kapalı.

–Bir dakika; suçu nasibe atma! Takdîr-i ilâhî, sana bu hususta her gün binlerce fırsat kapısı açıyor; fakat sen, üstelik onlara baka baka göremediğin için yok diyorsun!

–?!.

Tekrar sordu:

–Yine niçin?

–Hatadan vazgeçiyorum işte, bundan daha güzel ve daha normal ne var?

–Yine şeytan sana sevapları çok çirkin, günahları da gözlerin kamaşacak kadar cazip göstermiş. Uyan artık!

–?!.

Tekrar sordu:

–Hâlâ niye?

–Kendimce ihtiyaçlarım var. Onları ihmal edemem.

–Hey, insanın doğru yoldan koparak uçuruma yuvarlanmaya ne ihtiyacı olabilir? Bu bir ihtiyaç değil, felâket!

–?!.

Tekrar sordu:

–Yine niçin?

–Çok engellendim, yolumu bağladılar, zorla bıraktırdılar.

–Bunlar çiledir ve aslında senin dirâyet ve sadâkatini ölçecek aynalar mesabesindedir. Eğer sen aynaya bakınca başka bir ahval sergiliyorsan, sende meknuz en zirve ufukları da aşacak derecede muazzam ve bitmez enerjinin; üç santimlik tümseği bile aşamayacağı şeklinde bir şuur tutulmasına kendini mahkûm etmişsin demektir!

–?!.

Tekrar sordu:

–Hâlâ niye?

–Sevmediğim davranışlar var. Bazılarının hareketleri hoşuma gitmiyor.

–Fakat duygu rüzgârlarına göre her an ve durmadan değişebilecek böyle bir ölçü, ne ideal bir hakikate ne de yerinde bir değerlendirmeye ulaştırır. Sadece sürekli dengesizlikler doğuran bir çalkantılı kişiliğe sebebiyet verir.

–?!.

Tekrar sordu:

–Yine niçin?

–Yaşanan son hâdise maalesef bardağı taşırdı. Yoksa her şey güzeldi, ama son hâdise bir anda mahvetti beni. Hiç beklemediğim ve şok eden bir şeydi o. Çok sarstı çok. Eee, sonunda beni de bu vazgeçiş noktasına getirdi tabiî ki.

–Hiç tefekkür etmedin mi; Allah niye dünyada depremler yaşatıyor, niçin tahripkâr fırtınalar takdir etmiş? Elbette her şartta sağlam yaşayabilmeyi öğretmek için. Hayatın zâhirî tarafı böyle olduğu gibi mânevî tarafı da aynıdır. Yani zâhir ve bâtın değişen bütün şartlar karşısında muvâzeneyi bozmamak, sabırlı ve iradeli olmak; güçlü ve sağlam şahsiyetli olmanın en temel özelliğidir. Hele ki ruhlarda, akıllarda ve gönüllerde bütün bir nesle yığınla mânevî, ahlâkî, itikadî ve fikrî depremlerin yaşatıldığı bir ortamda her hâdiseye dayanıklı şahsiyetler olabilmek, illâ ve illâ şart değil mi?

–?!.

Tekrar sordu:

–Hâlâ niye?

–Filânla anlaşamıyorum. Görmeye bile tahammülüm yok.

–Sen bir şahsa olan haklı ve haksız içindeki ârızayı yüce bir dâvâya nasıl fatura edebiliyorsun peki? Şahıslar gelip geçici, fakat hakikat kalıcı. Sen o hakikatten vazgeçmekle o şahsa değil kendine zarar verdiğini görmüyor musun? Kasaba kızıp da gül ve bülbülle aranı bozmanın nasıl bir mantığı olabilir?

–?!.

Tekrar sordu:

–Hâlâ niye?

–Bana kafayı taktılar.

–Eğer yüce meseleleri anlasaydın, bu mazeretine ya boş lâkırdı derdin, ya kuruntu derdin, ya da ahmakça bir vesvese derdin. Çünkü mühim olan senin kafanın ne ile meşgul olduğu, ne kadar şuurlu ve idrak sahibi olduğu. O zaman kendini kafa takılan biri değil, kafada, baş üstünde taşınan biri olarak görürdün.

–?!.

Tekrar sordu:

–Hâlâ niye?

–Mecburum.

–Böyle zıt ve tuzak bir mecburiyete ilâhî hükmün neresinde rastladın?

–?!.

Tekrar sordu:

–Yine niçin?

–Henüz önümü göremiyorum. Körü körüne senelerimi boşa mı harcayacağım?

–Be gafil, sonsuzluğu kazanmak, seneleri boşa mı harcamak? Bu fânîden sıyrılıp ebedî ufuklara doğrulmak, önünü görmemek mi?

–?!.

Tekrar sordu:

–Yine niçin?

–Herkes bir yerlere geldi. Kimisi Ay’da şehir kuruyor. Ben ise hâlâ yerimde sayıyorum.

–Hayret; sana mîrâcın bile bütün basamakları açıkken böyle konuşman, tam bir cehâlet ve gaflet! Her secdede yedi kat gökleri aşma imkânına rağmen yerinde saymaktan bahis, bir gün yerin dibine geçirir!

–?!.

Tekrar sordu:

–Hâlâ niye?

–Anlamıyor musun, geleceğim ve garantim yok, istikbal hakkında kaygılıyım.

–Anlamak diyorsun ancak, bir türlü şunu akletmiyorsun: İstikbal, gelecek ve garantinin ta kendisi bu. Söylesene, nasıl oluyor da geleceği cehennem rotasında arıyorsun? Cennet rotasında istikbal ve garantinin olmadığını nasıl söyleyebiliyorsun?

–?!.

Eğitim bülbülü derin bir nefes aldı.

Noktalansa da mevzu bitmemişti çünkü. Herkese seslendi:

“Ey dostlar!

Şu ifadeye dikkat edin:

لِكُلِّ شَيْءٍ مَانِعٌ وَلِلْعِلْمِ مَوَانِعُ

Yani;

Her şey için sadece bir engel var. Allah yolunda ilim için, irfan için, şuur için ve gayret için ise sayısız engeller var. Hele yaşayan bir ehl-i Kur’ân olmak bahsinde bu engellerin haddi hesabı yok.

Niye?

Çünkü bu hususlarda hiç durmadan engel üreten iki merkez, gece-gündüz harıl harıl çalışıyor:

Şeytan ve nefs.

İkisi de hiç durmuyor. Bunlar, dünyevî ve sonu felâkete çıkan her meselede bütün engelleri yok edip onları en azından sadece tek engele düşürürlerken, uhrevî ve sonu sonsuz kurtuluş ve ebedî saâdete çıkan her meselede ise hiçbir engel bulunmasa da sayısız engeller üretmenin yorulmaz işçileri.

Bu gerçeği bilmeyenler de;

Kendilerini kurtaracak ve ebedî huzur ile saâdete ulaştıracak olan mâneviyat, ibâdet, ilim, irfan ve Kur’ân hakkında üzerine düşen vazifelere karşı maalesef bıkmışlık örnekleri. Dillerinde sıradan cümleler:

–Canım istemiyor.

–İçimden gelmiyor.

–Daralıyorum.

Hâlbuki, nefis ve şeytan hiçbir şekilde insanın canı da değildir, içi de değildir, onu daraltabilecek bir baskı da değildir. Sadece yine iblisin üflemesiyle oluşan yanlış bir telâkki / algı aldanışıdır bu.

Ey kardeşler!

Allah istemese, dünya imtihanında insanların önüne böyle engeller çıkmazdı. Fakat murâd-ı ilâhî, insanoğlunun kendi yolunda her engeli aşarak huzûruna gelmesini istiyor. Çünkü gerçek yöneliş, engelleri aşarak gidiştir. Gerçek aşk da budur. Gerçek kulluk da budur. Gerçek başarı da budur.

Kaldı ki;

Engel aşmak, bir liyâkat meselesidir. O liyâkat de elzemdir. Zira kulluk vazifesi; rastgele ve basit bir iş değil, yaratılışımıza gaye makamında en büyük bir faaliyet ve hazinelerden değerli emânetler ekseninde bir gayret, irfan, ilim, ibâdet, hizmet ve hâsılı bir ömür takvâlı yaşayış hamlesidir.

Böyle olunca bu;

Elbette hatırı sayılır bir kıvam gerektirir.

O kıvam da;

Elbette engelleri aşabilecek bir dirâyeti şart koşar.

O da;

Elbette daha çok problem ve mesele çözmeye ve ihlâslı olmaya bağlıdır. Çünkü insan; ne kadar problem çözebilir hâle gelirse, o kadar olgun, çaplı ve başarılı olmaktadır. Başka değil, huzurun kaynağı işte! Fakat insan; ne kadar problem çözemez durumda kalırsa; o kadar ham, cahil, çapsız ve başarısız kalmaktadır. İşte huzursuzluğun da bütün sebebi!

Yani;

Aslında her engel, insan için bir rütbe kapısıdır. Her engel, bir çap doğurmanın rahmidir. Meselâ eğitim ve öğretimde sınıf geçmek için çalışana basamak, tembele engel olarak konulan imtihanlar olmasa, çalışan talebelerin de neredeyse tamamı hiçbir şey öğrenemezdi, öğrenmezdi. Demek ki, ne kadar çok engel varsa, o kadar kudretli hâle geliyor insan. Lâkin sadece bir tek engel aşmış olan kimseden ne çıkar? Ne kadar kudreti olur onun? Hiç!

Sadece bir soru çözüp de imtihana giren kimsenin başarısı ile, sayısız soru çözüp de imtihana giren kimsenin başarısı bir mi? Değil tabiî.

Sadece bir kere idmana riâyet eden kimse mi, sürekli idman hâlinde olan kimse mi galip gelir?

İşte bunu tam idrak etmeli.

İdrak edilirse; kulluk için gerekli îman, ibâdet, Kur’ân, hizmet ve ilim yolundaki engellerin aslında şikâyet edilecek bir şey değil, şükredilecek bir çap kazandırma faaliyeti olduğu açıkça görülür.

Eğitim;

Bu gerçeği devredışı tutarsa vay hâline! Bunu prensip yapar ve vazgeçmezse, ne mutlu! O zaman dâhîler yetişecek demektir.

Ey gönül!

Dalda, sen gül olacaksan, sayısız çengel var,
Gül ve bülbüllere ok, her acı, her engel var!

Kim aşar çengeli baştâcı olur, taçlara şan,
Kim yener engeli, en tatlı odur gür şakıyan!

Takılıp kalma sakın çengele Hakk’ın gülü ol,
Geç de engelleri, cennet bağının bülbülü ol!

O güzel bağ, niye ardında sırat köprüsünün?
Bunu anlarsan eğer, nârı edersin gülbün!

Ne kadar olsa da dallarda dikenler eğri,
Düz eder onları güller, bu değer, ey Seyrî!..

Hâsılı ey yârenler!

Engellere bismillâh diyen kimse için neticede hiçbir engel yoktur. Çünkü maksat hâsıl oluyor. Mesele zaten bu. Zaten bütün engeller, neticeye ulaşmak için birer basamak. O basamakları; «yâ Allah!» deyip çıkanlara böyle. Fakat çıkmayanlara ise, bütün neticelere, isteklere, hedeflere hiçbir zaman geçit vermez asıl bir engel var. Cenneti isteyen kimse; onun yolundaki engellere, o basamaklara besmele çekmezse, o isteğine karşı öyle bir engel konur ki, attığı adımlar ateşe götürür sadece.

Bu itibarla;

Nefs engelini aşmadan hareket eden bir kimse, ehl-i ibâdet bile olsa, zâhiren kazanmış da görünse, aslında mânen mağlûp ve yenik bir zavallıdır ve arzu ettiği neticeler hususunda engellenmiş bir gafildir.

Aynı şekilde;

Doğru ve sâlih bir ameli bile nefsinin hırsı, inadı, sinsiliği ve düşmanlığını karıştırarak yapan kimse de, hakikatte bozuk bir amel işlemiş, kâr elde etmemiş, kaybetmiştir.

Sadece;

Samimiyet ve ihlâsı hiç bırakmayan ve zerre kadar nefsini gönlüne karıştırmayanlar, kazananlardır. Onlar; bilmeden yanlış bir amel bile yapsalar, Allah onu da doğruya vesile eyler.

Bu sebeple;

Hazret-i Peygamber Efendimiz, hiçbir amelini nefs engeline takmadan Hakk’a götürdü ve bunu öğretti, bir ömür bunun duâsını yaptı:

«Yâ Rabbî! Beni göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsime bırakma!»

Hazret-i Ali, bu düsturla harp meydanında yüzüne tüküren rakibini tam öldüreceği sırada bıraktı. O can pazarında bile nefsini işe karıştırmadı. O engeli aştı. Çünkü düşmandan önce düşman olan ille nefstir ve o engeli yenmeyene de gerçek bir zafer yoktur.

Bu durumda en büyük mesele;

Engelleri de doğru tanımak. Zira Hazret-i Ali, kendisine tüküren düşmanı öldürmek hususunda kolayca üretebileceği bir-iki yorumla nefsinin işe karışmadığını iddia ederek hamle yapabilirdi. Nefsi engel olarak değil de şahlanmış bir kartal olarak düşünebilir, hamâsî duygularla bunu bir kahramanlık olarak telâkki edebilirdi. «Tükürüklü ve saygısız bir düşmana kılıcımla edep dersi verdim.» diyebilirdi. Fakat demedi. Hiç eğip bükmeden nefs engelini tanıdı, bildi, tedbir aldı, aştı, açıkça yendi ve gerçek zaferi öyle kazandı.

Bu bakımdan;

Önce içimizdeki engeli ve engelleri net olarak görmek lâzım.

Allah yolunda sayısız şeylerin engel olmaya çalıştığını fark etmek ve aşmak gerekli. Hele o engelleri; özel fikir, özel heves, özel merak, bir başka özel hedef gibi lâkırdı ve kılıflara asla sarmamak şart.

Unutmamalı;

Özellikle ehl-i Kur’ân olmanın engeli, sayısız. Olduktan sonra ise artık hiçbir engel yok, hiçbir çengel de yok.

Fakat bu kıvama gelmeden önce, illâ;

Olgunluğun da engeli çok, başta hamlık ve inceliklerden mahrumiyet.

Fazîletin de engeli çok, başta rezilete sevda.

Şefkat ve merhametin de engeli çok, başta öfke ve kin.

Adâletin de engeli çok, başta zulmü hak görmek.

Kardeşliğin de engeli çok; başta haset, sû-i zan ve nefret.

Birliğin de engeli çok; başta fitne ve egoizm, bencillik ve yersiz eneler.

Samimiyetin de engeli çok, başta ikiyüzlülük.

İffetin de engeli çok, başta şehvet.

Kanaatin de engeli çok, başta israf.

Huzurun da engeli çok, başta rahatlık ve keyif düşkünlüğü.

Yani;

Her güzel amelin engeli çok, başta çirkinliklerin cazibedar maskesi.

Bir de;

Bütün bunların engelleri hadsiz ve sayısız; başta şu veya bu sebeple vazgeçme gafleti.

Ey kardeşler!

«Peygamber Efendimiz’in bütün mücadelesi ve muvaffakıyetinin özeti nedir?» derseniz, biliniz ki; ne olursa olsun îman ve Kur’ân ekseninde yaşayış, ilim, irfan, eğitim, ahlâk ve gayretlerden vazgeçmeme iradesi ve başarısıdır.

O irade ve başarı ehline çünkü hiçbir engel yok.

Onlar için;

Gerçek zaferlere hiçbir engel yok.

Sonsuz kurtuluşa hiçbir engel yok.

Allâh’ın rızâsını kazanmaya hiçbir engel yok.

Sırâtı geçmeye hiçbir engel yok.

Amel defterini sağdan almaya hiçbir engel yok.

Cennet-i âlâya girmeye hiçbir engel yok.

Nihayet;

Hakk’ı seyrân etmeye hiçbir engel yok.

Ne mutlu bu yolda tüm engelleri aşanlara!..

Yâ Rab!

Nasîb eyle!

Âmîn…