Harem-i Şerif’ten Hâtıralar -5- GELİYORUZ YÂ RASÛLÂLLAH!..

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

irfan_ozturk-yuzakidergisi-haziran2015
Gönüldaşımız Vehbi kardeşimizin ibretli bir Harem-i şerif ziyaretini onun lisanından okuyalım:

Yıl 1977 idi. Hacca gitmek üzere, Adapazarı Arafat hac kervanı ile görüşüp kaydımızı yaptırdık. Kafilemiz tek otobüs ve 33 kişiden ibaretti. O sene döviz darlığı sebebiyle hacca gidişimiz gecikmişti. Ertesi gün yola çıkacaktık.

Çok sevdiğimiz ve saygıda kusur etmemeye çalıştığımız, zaman zaman kendilerini ziyaret edip ellerini öptüğümüz ve duâ talebinde bulunduğumuz Hâfız Bekir Efendi’yi ziyaret edip elini öptük. Biraz sohbetten sonra;

“Medine’de çok sevdiğimiz Allah dostu bir kardeşimiz var. Selâmımızı ve hürmetlerimizi götürün. Allah yolunuzu açık etsin. Selâmetle gidip saâdetle dönünüz!” duâsında bulundular. Elini öpüp ayrıldık. Âdâba aykırı olur diye de adresini soramadık.

Nihayet gidiş günümüz geldi ve yola çıktık. Hacca ilk gidişimiz olduğu için çok heyecanlı idik. Herkes koltuğuna oturdu ve yola revan olduk. Önümüzdeki koltukta -Allah rahmet eylesin!- Pamukovalı Harun Efendi Amca oturuyordu. Harun Amca yol boyu devamlı ağlıyor ve zaman zaman -beş veya on dakika arayla-;

“Geliyoruz yâ Rasûlâllah!” diye nâra atıyor ve gözyaşı döküyordu.

Ne güzel bir hâldi bu. Rasûlullâh’ın aşkı ve muhabbetiyle gözyaşı dökmek. Hayran kalmıştım kendisine. Ne güzel insandı bu, ne güzel sevgi idi bu!

Ankara-Konya-Suriye-Ürdün üzerinden gidecektik Medine’ye…

Nihayet Harun Amcamızın;

“Geliyoruz yâ Rasûlâllah!” nâraları, çekilen zikir ve tevhidler eşliğinde Ürdün hududuna vardık. Yol boyu devamlı zikir hâlinde idik. Namazlar saatinde kılınıyor, ihtiyaç ve istirahatlerden sonra arabaya geçiliyor ve zikirler çeke çeke ilerliyorduk.

Ürdün hududunda arabalarımız, görevliler tarafından arandı, yoklama işleri tamamlandı. Arabalarımıza eşyalarımızı yerleştirdik. Akşam namazımızı sahrâda cemaatle kılıp arabalarımıza bindik.

Kafile başkanımız Cevdet Bey, bir konuşma ile; vaktimizin çok daraldığını, plânladığımız gibi önce Medine, sonra Mekke’ye gitme imkânımızın kalmadığını, o bakımdan Medine ziyaretinin dönüşte yapılacağını söyledi. Hepimiz önce Medine’ye gitmeyi istiyorduk. Hele ikide bir;

“Geliyoruz yâ Rasûlâllah!” diyerek Rasûlullâh’ın aşk ve muhabbetiyle yanan Harun Amcamıza çok ağır gelmişti bu. Ama yapılacak bir şey kalmamıştı bizce. Ancak Rabbimiz nasıl takdir eylemişti bilemiyorduk.

Nihayet yola devam edildi. Herkeste bir üzüntü vardı ve sessizlik hâkim idi. Bu sessizlikte;

“Fa‘lem ennehû lâ ilâhe illâllah!” diyerek tevhîde başlamak sûretiyle, yeniden zikir hâlinde tam bir vecd ile yola devam ediyorduk.

Arabanın önünden bir ses yükseldi:

“Görüyor musunuz, görüyor musunuz?” diye avaz avaz bağırıyordu ve bu ses, arabanın şoförünün sesi idi.

Herkes gözlerini açıp baktı:

Aman yâ Rabbî! Önümüzde arabamızın beş metre ilerisinde bir nur ışık meş‘alesi, yerden pır pır pır yükseliyor ev büyüklüğündeki bu ışık, ortalığı aydınlatıyor. Sonra yolun sol tarafına geçiyor, o tarafta da aynı şekilde pır pır pır yükseliyor. Yolumuzun bir sağına, bir soluna geçerek, aradaki beş metre civarındaki mesafeyi hiç bozmadan devam ediyor. Otobüs o esnada 100-150 kilometre bir süratle gidiyor. Herkes şaşmıştı. Böyle bir olayı hayatta hiç birimiz yaşamamıştık. Arabadaki 33 hacı adayı tek ağız olmuş, kendinden geçercesine; «Lâ ilâhe illâllah!» diyordu. Yaşamayana bunu anlatmak çok zor. Şu anda yazdıklarım, anlatmak istediklerimin onda biri dahî olamaz. Allah, iyi anlamayı ve hakikate gönül vermeyi nasip eylesin.

Kafile başkanımızı çağırdım ve;

“–Cevdet Bey! Biz sizin sözünüzle Mekke’ye gitmeye karar vermiştik ama galiba Medine’ye uğramadan Mekke’ye gitmeye mânen izin yok. Bu gördüğümüz ışık meş‘alesini Rasûlullâh’ın rûhâniyetinin tecellîsi olarak kabul ediyorum. Şimdi karar değişti. Önce Medine’ye gidip orada üç gün kalacağız. Orada ziyaretlerimizi yaptıktan sonra Mekke’ye geçecek ve haccımızı edâ ettikten sonra geride kalan beş günümüzü Medine’de geçirerek memleketimize döneceğiz.” dedim.

“–Tamam hocam. Vallâhi ben böyle bir şey görmedim. Sen nasıl diyorsan öyle olsun hocam. Bundan sonra söz ve salâhiyet sende…” dedi.

Meş‘alemizin eşliğinde yola zikirle devam edildi. Ürdün sınırından Teyme şehrine kadar kaç kilometre olduğunu bilemem ama Teyme’ye varıncaya kadar bu hâl devam etti. Harun Amca en çok sevinenlerden birisi idi. Cezbeye gelerek;

“«Geliyoruz yâ Rasûlâllah!» diyerek Sana gelmeye çalışırken Sen bize geldin yâ Rasûlâllah!” istiğrak hâline giriyordu.

Yola çıkalı iki saat olmuştu. Yol devam ediyor, meş‘ale de aynen bizimle geliyordu. Bu sırada Teyme’ye ulaştığımız haberi verildi. Arkadaşlar; «Yatsı namazını kılalım.» talebinde bulundular. Fakir onlara hitâben;

“Arkadaşlar! Yatsı namazı gecenin son vaktine kadar kılınır. Bu fırsat bir daha ele geçmez!” dedimse de, ısrar fazla olunca isteklerini kabul ettim. Teyme’ye girer girmez bize öncülük edip, bizleri taltif eden rûhâniyyet-i Muhammedî; karşıki dağa intikal ederek âdeta; «Allâh’a emânet olun!» dercesine bir daha parladı ve kayboldu.

İhtiyaçlar görüldü, abdestler alınıp namazlar kılındı ve yola devam edildi. Nihayet sabaha karşı, Medîne-i Münevvere’ye inildi. Allâh’a hamdolsun. Günlerden Cuma idi. Otellerimize yerleştik. Abdestlerimizi alıp, namazlarımızı kıldıktan sonra, birer mektup yazarak memleketlerimize yolladık. Fakat mektup yazma meşguliyeti fazla sürdüğü için, geç kaldık. Cuma’da mescidin içinde yer kalmadığından, namazlarımızı barakaların altında kıldık. Allah kabul eylesin.

Namazdan sonra Hacı Bekir Efendi’nin gönderdiği selâmı, Enes Beye tebliğ etmek için aramalara başladık. Fakat hiçbir netice alamadık. Çünkü elimizde Enes Bey isminden başka bir bilgi yoktu. Adres yoktu. Tanıdık kimsemiz yoktu. Aramaktan ümidimizi keserek, mescide doğru yol almaya başladık. O esnada sol tarafımızdan, on-on beş metre mesafeden birisinin bize el sallayarak;

“Gelin, gelin üç günlük sakallılar! Siz Enes Beyi arıyorsunuz. Ben onun arkadaşıyım. Enes Bey, benim 17 senelik arkadaşımdır. Ben Çorumluyum. Gelin sizi götüreyim.” dedi.

Doğru söylüyordu. Gerçekten sakallarımızı bırakalı üç gün olmuştu. Tabiî ki bunların hepsine çok şaşırdık.

Yanına gittik, önümüze düştü; dar sokaklardan, eski evlerin arasından geçerek harap bir binanın önünde durduk. Bizi götüren kişi kapıyı tıklattı ve;

“–Enes Bey, Enes Bey, misafirlerin var. Türkiye’den selâm getirmişler…” dedi. Yukarıdan;

“–Buyursunlar, buyursunlar…” diyerek bizi kabul ettiler. Biz eve girmeye çalışırken, bizi götüren kişi sır olarak aramızdan kayboldu, ortalıkta yoktu. Bizler yukarıya çıktık. Bize iltifatta bulundu. Önümüze hurma-zemzem koyarak;

“–Siz buyurun! Ben bir abdest alıp geleyim.” dedi. Bizler zemzem içip, hurma yiyinceye kadar, abdest alarak geldiler. Diz üstü oturup Tîn Sûresi’nden bir sohbet yaptılar. Enes Beyin bir anda sîmâsı değişti. Dikkatli bakınca gördük ki, bu kişi; «Üç günlük sakallılar!» deyip bizi buraya getiren kişiden başkası değildi. Allâh’ım neler oluyordu. Şaşırmıştık ve söze başladı;

“–Yâ evlât! Medine’ye uğramayanı Mekke’ye kabul etmiyorlar. Büyük bir yanlıştan döndürüldünüz. Elhamdülillâhi Rabbi’l-Âlemîn. Hacı Bekir Efendi’nin selâmını getirdiniz. Allah râzı olsun. Dönüşte selâm ve hürmetlerimi götürünüz.” dedi. Enes Bey, biraz sükûttan sonra, bize Almanya’dan katılan Mehmet Bey kardeşimize dönerek;

“–Mehmet Bey! Siz o arabayı, apartmanı bırakın da bir an evvel, memleketiniz olan Kandıra’ya dönün. Sizin Almanya’da kalmanız çok sakıncalı, hemen ama hemen Türkiye’ye dön, ihmal etme!..” dedi.

Mehmet Bey, ağlamaya başladı. Mehmet Bey, yol boyunca bize şunları anlatmıştı:

“Artık Almanya’da kalmaktan nefret etmeye başladım. Ama bir araba aldım, bir de apartmana başladım. Onları tamamlayınca Türkiye’ye döneceğim.”

Şimdi biz bir şey söylemeden, Enes Bey, ondan bahsediyordu.

(Ne yazık ki, Mehmet Bey bu tembih ve ikazlara rağmen Almanya’dan dönemedi. Kendisinden ayrı, memleketinde kalan kızı kendisini asarak intihar etti. Meğer Enes Beyin ısrarla; «Türkiye’ye dönün!» tembihi bunun için imiş. Allah affeylesin. Ne yapalım. Bu zamanda koca ile hocayı dinlemiyorlar.)

Sonra Enes Bey, bana yönelerek;

“–Yâ evlât! Mektup yazma telâşı ile geç kalıp, mescide giremeyip namazı dışarıda barakaların altında kıldınız. Hâlbuki mektupları namazdan sonra yazabilirdiniz. Böylece azîmetle ameli terk etmiş oldunuz. Müslümanın birinci işi; Allâh’a kulluk olmalı ve Allâh’a kulluk, her şeyden önce tutulmalıdır.”

Sonra kafileden bir başka kardeşimize dönerek;

“–Siz bu sene kim için hacca geldiniz?” diye sordu.

“–Kendim için…” deyince;

“–Kendin için geçen sene (1976’da) geldin ya… Bu sene haccını baban için yap. Kişiye farz olan hac, bir defadır. Diğerlerini başka yakınları için yapmalı!” dedi.

Mübârek zât; defterden okur gibi, serencâmımızı ve gizli hâllerimizi ortaya döküyordu.

Enes Bey mübârek, yine bana dönerek;

“–Şimdi buradan Mekke’ye gidecek, Kâbe’yi tavaf edeceksiniz. Kâbe’yi ilk defa göreceksiniz. Kâbe’yi ilk defa görünce ne okuyacaksınız?” diye sordu.

Ben de önceden hazırlayıp, ezberlediğim; Kâbe’yi ilk defa görenlerin okuyacağı duâyı gösterdim:

“–Yok evlât! Kâbe’yi ilk defa görünce şunları söyleyeceksin:

◆Yâ Rabbî! Bundan sonra yapacağım bütün duâlarımı kabul eyle!

◆Yâ Rabbî! Bundan sonra bana günah işletme!

◆Yâ Rabbî! Beni, anamı, babamı ve bütün mü’minleri af ve mağfiret eyle!

Ondan sonra bildiğin ve ezberlediğin duâları oku. Ama en çok salevât-ı şerîfe ile Fâtiha-i şerîfeyi oku. Allah; katından, Fâtiha’dan daha büyük duâ indirmedi!”

Enes Beyin elini öptük. Allah cümlemize; mübârek beldelere tekrar tekrar gitmeyi, gönül ehliyle mülâkî olmayı nasip eylesin.

Ahlâkın güzel olsun,
Rasûl-i Ekrem gibi.
Sohbetin tatlı olsun,
Ashâb-ı kiram gibi. (Gülzâr-ı İrfan)