Tarihimize Şan Katan MUHABBET ÖLÇÜSÜ
YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com
Bedir’de 313 kişilik sahâbe ordusu, 1000 kişilik müşrik ordusuyla karşı karşıya gelmişti.
Zâhiren müşrikler güçlü görünüyordu.
Fakat asıl güçlü olan taraf, İslâm ordusuydu. Çünkü onların muhabbeti, îmanlarının ve kahramanlıklarının harcı olmuştu. Destânî bir bağlılıkla Hazret-i Peygamber’e şöyle dediler:
Biz eyledik sana îman ki, yâ Rasûlâllah,
Getirdiğin yüce Kur’ân’a hak dedik billâh!
Kabul buyur sana tam ittibâya öz verdik,
Bu ten ve cânı ebed, biz fedâya söz verdik!
Berâberiz ebediyyen Sen’inle ey Ankā,
Yemînimiz, Sen’i peygamber eyleyen Hakk’a!
Nasıl dilersen o sûrette ferman eyle bize,
Çekinmeyiz, gireriz biz, girin desen denize!
Sen’inle ok gibi her hamlemiz bizim ileri,
Kasem bu, hiçbirimiz kalmayız bu yolda geri!
(Nazmen terc. Seyrî, [İbn-i Hişâm, II, 253-254])
İşte;
Böyle bir muhabbet ve bağlılık, onlara şanlı bir zafer getirdi. Her biri, destanlar yazdı, bedrin arslanları oldu. Çünkü onlar;
«Ancak sana kulluk ederiz yâ Rabbî!» gerçeğini yaşıyorlardı.
Takvâ içindeydi kullukları.
Cenâb-ı Hak buyurdu:
“Yemin olsun;
•Sizler, Bedir’de güçsüz olduğunuz hâlde,
•Allah size yardım etti.
Öyleyse;
•Allâh’a karşı takvâlı olun ki,
•O’na karşı şükretmiş olasınız.
Sen o zaman mü’minlere;
«‒Rabbiniz’in, indirilmiş üç bin melekle yardım etmesi size yetmez mi?» diyordun.
Evet;
•Sabreder ve
•Allâh’a karşı takvâlı olursanız,
•Onlar, ansızın üzerinize de gelseler,
•Rabbiniz size,
•Nişanlı nişanlı beş bin melekle yardım eder.” (Âl-i İmrân, 123-125)
Bir sahâbî şöyle anlatıyor:
“Bedir gününde, vurup öldürmek için bir adamı takip ettim. Fakat kılıcım daha ona dokunmadan gördüm, onun başı yere yuvarlandı. O zaman onu benden başkasının (yani bir meleğin) öldürdüğünü anladım.” (Ahmed, V, 450)
Hiç şüphesiz bu;
İhlâsları ve muhabbet-i ilâhiyye ile yaşayışları ölçüsünde müslümanlara Allâh’ın nasıl yardım ettiğinin en bariz nümûnesi.
Tarih;
Bunun örnekleriyle dolu.
Meşhur Târık bin Ziyad, evvelce boynu tasmalı bir köle idi. Allâh’ın lutfu, onu hürriyetine kavuşturdu, sonra da kumandan yaptı. O da, 5 bin kişilik bir kuvvetle İspanya’ya çıktı. Orada karşılaştığı 90 bin kişilik düşman ordusunu mağlûp etti. Zafer sonrası kralın hazineleri ayaklarının altındaydı. Onların üzerine bastı ve dedi ki:
Şu boynu tasmalı bir hâlde bir köleydin dün,
Azâd edip seni Allah, kumandan etti bugün.
Yürüttü her yana bayrak elinde şan ve şeref,
Küçük bir orduya ihsân edip büyükçe hedef;
Sonunda fethini İspanya’nın buyurdu kerem,
Ve oldu Endülüs’ün tâcı-tahtı sende bu dem.
Dalıp bu devlete zinhâr unutma ey Târık,
Ecel yarın diyecek; Rabbinin huzûruna çık! (Seyrî)
Zaten;
Onun zaferinin sırrı da, bu gönül kıvamıydı. İ‘lâ-yı kelimetullah aşkıydı.
Kur’ân’a hürmetle kurulan Osmanlı Devleti de, 400 atlıyla başladı. Sonra üç kıtada fetih sancaklarını dalgalandırdı, 24 milyon km2’ye ulaştı. Kazanılan her muhteşem zafer, şu gerçeği yazdırıyordu:
Fiziken zayıf bile olunsa, mânen güçlü olunduğu takdirde muvaffakıyet nasîb olur. Tarihte daima mânevî güçler, kendisinden kat kat üstün de olsa fizikî güçleri bertaraf etmiştir.
Yani;
Tarihin sayfaları, ancak muhabbetleri yüce ve yüksek olanların ve de bu istikamette ulvî dâvâlarına kurban olanların elinde altın harflerle yazıldı. Ancak onlar sayesinde huzur ile adâletin güneşiyle taçlandı. Allah sevgisi, vatan sevgisi, millet sevgisi, Kur’ân sevgisi ile dolu gönüller; sancaklar altında şahlandığında dünya, en ihtişamlı dönemlerini yaşadı. Gerçek kahramanları seyretti. Gerçek sevgilerin ve i‘lâ-yı kelimetullah dâvâsının gerçek mimarlarıyla mâmur oldu. Çünkü onlar, harabeleri dahî cennete dönüştürdü.
Ancak;
Sevgileri bozulmuş ve yolunu sapıtmış nefsâniyet zebunları karşısında da tarihin sayfaları, acılarla dolu. Vahşetlerle kana bulandı. İşgaller ve katliamlarla vatanlar perişan edildi. Huzursuzluk ve zulüm makinaları, memleketleri kastı kavurdu. Zalimlerin hâkim olduğu her devirde dünya, en rezil dönemlerini yaşadı. Sahte kahramanların pençesinde inledi. Sahte sevgilerin kasırgasında altüst oldu. Cennet gibi yerler bile harabe kesildi.
Kalpler bozulunca;
Bir Hülâgû belâsı geldi. Bağdat’ı yakıp yıktı. 400 bin müslümanı kesti Dicle’ye attı. Göz nûru eserleri de kütüphanelerden çıkarıp Dicle’ye fırlattı. Koca nehir, günlerce kan ve mürekkep olarak aktı. Dehşetli bir matem oldu.
Endülüs’te de aynı hazin âkıbet.
Kuruluşundan üç asır sonra birbirlerine girdiler. Rûhânî plândan ten plânına döndüler. Yamalı elbiselerle orayı fethedenlerin ardından, atlarının eyer ve mahmuzları altından olan müsrif idarecilerin elinde; acı yenilgiler ve acıklı bir yok oluş meydana geldi. Çünkü Allah, yardımını kesmişti. Son Gırnata hükümdarı Abdullâh-ı Sağîr, İslâm medeniyetinin beşiği olmuş bu memleketi düşmana teslim etti. Padul Tepesi’nden son kez şehre baktı. Her taraf dumanlar içindeydi. Her şey yanıyordu. İslâm’ın sanat hârikası olan el-Hamra ise, kan ağlıyordu. Daha fazla dayanamadı, derin bir ah çekti ve hıçkırıklara boğuldu. Durumu içli içli seyreden annesi, ona kaşlarını çattı ve dedi ki:
Oğul, erkekler gibi korumadığın yurda,
Kadınlar gibi ağla, şimdi çaresiz burda! (Seyrî)
Daha sonra;
Osmanlı da aynı ibretin değişik bir kaderine dûçâr oldu.
İ‘lâ-yı kelimetullâh aşkının beslediği muhteşem devirlerin ardından, Lâle ve Tanzimat devirleri geldi. Ten plânı öne geçti. Gitgide eski ihtişam ve heybet kayboldu. İlâhî nusret de, en nihayet gönüllerden el çekti. Tıpkı bir geminin ağır ağır batışı gibi koca Osmanlı, yavaş yavaş tarih sahnesinden çekildi.
Bütün sebep;
Önde gidenlerin, yüce sevdaları bırakıp da kuru dâvâlara tutulmuş olmasıydı. Meselâ, Trablusgarb’ı kaybeden mes’ul paşanın en büyük zevki, briç oynamaktı. Kendi toprağı olan koskoca bir coğrafya elden çıkarken bile o, dalıp gittiği briçi bırakmamıştı. Cüce meyillerin esiriydi çünkü. Sonunda şu âyet gerçekleşti:
“(Ey mü’minler!);
‒Zulmedenlere meyletmeyin.
‒Yoksa size de ateş dokunur.
Sizin;
•Allah’tan başka dostlarınız yoktur.
Sonra;
•(O’ndan da) yardım göremezsiniz!” (Hûd, 113)
Öyle oldu.
Kâfirlerin alevleri, milyonlarca ehl-i îmânı istîlâ etti. Kilometrelerce topraklar, içlerindeki âbidelerle birlikte ateşler ortasında mahsur kaldı.
Âh, meyiller ve muhabbetler!
Onlar;
Yerli yerinde olduğunda insanın da her şeyin de dengesi yerli yerinde.
Bu neye bağlı?
Öncelikle her sevginin üzerinde Allâh’ı sevmeye bağlı. Sonra Rasûlullâh’ı herkesten ve kendimizden daha fazla sevmeye bağlı. Sonra mü’minleri sevmeye bağlı. Bir de vatanı, bayrağı, ezanı, bilhassa Kur’ân’ı sevmeye bağlı.
Bu sevgiler, başka sevgilerle hiçbir zaman yer değiştirmemeli.
Çünkü;
Yanlış bir sevgiye kapılan kimse, işgal edilmiş bir ülkeye benzer. Ondaki her şey, dumura uğramış vaziyette olur. Kalbinin cadde ve sokakları, harabeye dönüşür. Bağrındaki mânevî mâbedler, baykuşların yatağı hâline gelir.
Onun için medeniyetler, en büyük mücadelelerini, milletlerin meyil ve muhabbetlerini yönetebilmek sahasında gerçekleştiriyorlar. Osmanlı’yı bu metotla bertaraf ettiler. Koca devlet; muhabbet ve meyli, kendi öz kaynağından kopmuş, yabancılara kaymış paşaların elinde târumâr oldu. Hürriyet çığırtkanlığının merkezi olan Selânik bile, onların maharetiyle tek kurşun atılmadan düşmana teslim edildi. Onlara yapılan muhabbet saptırıcı ayarlar, sonraki nesillere de uygulandı. Meselâ Çanakkale’de kapımıza yüklenen zalimleri mağlûp eden şühedâ ve gazi kahramanların evlâtlarına, özellikle o zalimlerin ellerini öpebilme hasreti aşılandı. Bu memlekete ve millete çektirmediği mel’anetleri bırakmayan hunhar düşmanlara karşı hayranlık ve onları delicesine taklit duyguları şırıngalandı. Çünkü bu şekilde bütün bir nesil bozulacaktı.
Derin yaralar açtılarsa da, çok şükür ki bu istedikleri olmadı.
Çünkü;
Çanakkale’den bu yana milletçe kendimize gelişin hamleleri hep devam etti. Orada Binbaşı Lütfi Bey’in yanık bir sevda ve dert ile ifadelendirdiği;
«‒Yetiş yâ Muhammed! Kitabın elden gidiyor!» feryâdı, dalga dalga yayıldı.
O ihlâslı feryat, göklerde de yankı buldu.
Melekler yardıma koştu.
Hamilton;
«‒Türklere yardım için gökten meleklerin indiğini gördüm.» dedi.
Churcill ise;
«‒Tabiî ki yenilecektik. Çanakkale’de biz çünkü Allah ile harp ettik!» dedi.
Bir kere daha anlaşıldı ki;
Asıl zaferler, Allâh’ın yardımı geldiği zaman gerçekleşen muvaffakıyetlerdir. Allâh’ın yardımı ise, O’na olan sevgi ve bağlılığın, kulluk ve fazîletlerin, bir de dîn-i mübîne ve istikamete sahip çıkışın neticesidir. Bütün bunlar da ihlâsa bağlıdır. Cenâb-ı Hakk’a olan teslîmiyete bağlıdır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Eğer;
•Allah size yardım ederse,
•Sizi yenecek yoktur…
(Sakın gaflet ve cehâletle O’nun yolundan ayrılmayın; dinden taviz vermeyin! Zira Allah), eğer;
•Sizi yüzüstü bırakırsa,
•O’ndan sonra size kim yardım edebilir?
(Öyleyse);
•Mü’min olanlar,
•Yalnız Allâh’a güvenip tevekkül etsinler!..” (Âl-i İmrân, 160)
Bütün mesele;
Yetişmiş insan meselesi.
Eğer;
Her sahada bir avuç tam mânâsıyla yetişmiş insan varsa, galibiyet de var. Şayet yetişmiş insan yoksa, mağlûbiyet devrede.
Bu gerçeği göremeyen liberal anlayışlar, her şeyiyle âhiretsiz bir dünya tasarlıyor, mümkün olamayacağı hâlde. Neticede cinayetler gittikçe artıyor. Belhum edal / hayvanlardan daha düşükler ve esfel-i sâfilîn / aşağının aşağısı tipler çoğalıyor. İnternet ve televizyonlar da bu olumsuz gidişâtı ne yazık ki körüklüyor.
Çare;
Kendi medeniyetimizin öz eğitimi.
İllâ ki îman ve Kur’ân eğitimi.
Çare;
Muhabbet ölçümüzü, tekrar tarihe şan verecek ve geleceğe yön verecek kıvama getirmek. Tabir yerindeyse, onları fabrika ayarlarına döndürmek.
O zaman;
Ehl-i îman, yine ihlâs ve takvâya sarılarak kuvvet ve kudrette yenilmez hâle gelir.
Yâ Rabbî!
Yine lutfeyle!