Milletin Varlığı İçin; BİRLİK-BERABERLİK

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

b_c_ozdemir

“Yalnızlık, Allah Teâlâ’ya mahsustur.” derler; bir arada yaşamak, canlı-cansız yaratılmışlara mahsus bir hususiyettir. Tabiatta, umumiyetle aynı tür varlıklar bir arada bulunurlar; farklı bir tür, dışlanır; hayat bulamaz. Canlı varlıkların hayatlarını idâme ettirmeleri, bu beraberlikle mümkün hâle gelir. En mütekâmil varlık olan ve ilâhî bir vazife ile mükellef kılınan insanoğlu ise; şuurlu olarak, birtakım kaideler manzûmesiyle, bu beraberliği hukukî bir çerçevede tesis eder.

İnsanların beraberliği; millet ve onun teşkilâtlanmış hâli olan devlet adı verilen içtimâî müesseselerle hayat bulur; aynı hissiyâtın paylaşılması nisbetinde de, içtimâî bünye sağlamlık kazanır. Bu beraberlikte, zaman ve mekâna göre ağırlıkları değişmek üzere; dil, din, ırk… gibi müşterek hususiyetler belirleyici olur. Sömürgeci emellerin önündeki engel olan Osmanlı’yı durdurmak için; müslüman teba ırkî, hıristiyan teba da dînî asabiyetle tahrik edilerek birlik-beraberlik zaafa uğratılmıştı. Aynı siyasetin hüküm-fermâ olduğu günümüzde de; bu esaslardan, uygulanan; «böl-parçala-hükmet» siyasetine en uygun olanı öne çıkarılarak, beraberlik ve dayanışma zedelenmeye, ortadan kaldırılmaya çalışılıyor; ülkeler buhranlara sürükleniyor.

Kur’ân-ı Kerim’de, bahis mevzuu beraberliğin hikmet ve rahmet yönü şöyle ifade buyurulur:

“Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki; Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır…” (el-Hucurât, 13)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bu hususta;

“Arab’ın Acem’e (Arap olmayana), Acem’in Arab’a üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızının karaya, karanın da kırmızıya üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir…” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/411) buyuruyor. Bu rahmete mazhar olmak için, fertlerin ilâhî değerler manzûmesi çerçevesinde; takvâ libâsını giyinmiş, ihsan kıvamında sâlih kullar olarak yetişmeleri zarureti vardır. Cemiyetler içtimâî huzura, rahmet iklimine ancak bu sûretle kavuşur; dünyaya barış bu yolla hâkim olur.

Câhiliyye karanlığında yolunu kaybetmiş insanlığı nûra kavuşturan, asırlarca hüküm-fermâ olduğu koca bir coğrafyayı huzura gark eden şanlı medeniyetimiz artık geçmişte kaldı. Osmanlı’dan sonra onun yerini alan «hevâsını ilâh edinmiş» sömürgeci güçlerden kaynaklanan ruhsuz, dünyevî cereyanların kasıp kavurduğu cemiyetler, bugün buhranlarla kıvranıyor; dünya, ateşler içinde yanıyor. Hususiyle müslümanların yaşadığı mazlumlar coğrafyası, fitne-fesatla düşürüldüğü terör bataklığında can çekişiyor; uyanmaya başlayan halkıyla bir türlü şahlanamıyor. Ancak, fitne-fesat mihraklarının hesaplamakta hata ettikleri bir husus var; yangın yayılıcıdır. İslâm coğrafyasını baştan aşağı saran yangından, kendilerini kurtarmaları kolay olmayacaktır; hele de, çürümüş içtimâî bünyeleriyle. Allah Teâlâ -celle celâlühû-’nun hayra vesile olması murâdıyla yarattığı ırkî farklılığı, bencil ihtiraslarla şerre sebep kılıp; adâleti tecellî ettirmek yerine kanlı bir sömürge sistemi kuranlar, ilâhî vaad mûcibince, işledikleri zulmün âkıbeti olan hüsranı da hak etmişlerdir şüphesiz.

Bir milletin istikbâle izzetle, güç ve hür olarak yürümesinin şartı; içtimâî dayanışmanın temin edilmiş, fertlerinin birlik ve beraberlik içinde birbirlerine kenetlenmiş olmasıdır. Bu durumda, devlet büyük gāilelerle karşılaştığında; fertler, tehlikeye düşen gemi misalinde olduğu gibi, haşerat hâlet-i rûhiyesi ile bir an önce gemiyi terk etme yarışına girmezler; her biri, âidiyet hissiyle gemiyi kurtarmaya koşar. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Çocuklarınıza ikram (ve ihsan) ediniz. Onları güzel terbiye ediniz.” (İbn-i Mâce, Edeb, 3);

“Birbirine karşı muhabbet ve merhamette, mü’minler bir vücut gibidir…” (Buhârî, Edeb, 27)… buyuruyor. Ülkenin geleceğinin teminâtı; birlik ve beraberlik rûhunu kuşanmış nesiller yetiştirmekle mümkündür. «Ezel Bezmi»nde verdiği söze sâdık kalan, fıtratından sapmama basîretine sahip, mukaddeslerine bağlı… kendine ve çevresine zulmetmeyip barışık olan sağlam karakterli şahsiyetler, İslâm coğrafyasını huzura kavuşturacakları gibi, dünyaya da kurtuluş iksirini sunacaklardır; tıpkı mâzîde yürüttükleri nizâm-ı âlem dâvâsıyla, rahmet iklimini asırlara yayan şanlı ecdâdımız gibi.

Kur’ân-ı Kerim’de, sosyal bütünlüğün önemi ve mahiyeti ile igili olarak;

“Hep birlikte Allâh’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin…” (Âl-i İmrân, 103) buyurulur. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, bu hususun önemi hakkında;

“Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır.” buyurur. Fitne öyle bir ateştir ki; yakıp mahvetmediği bir güzellik yoktur. Daha, mübârek Hulefâ-i Râşidîn devrinde; yahudi bozguncuların ihânet plânlarıyla çıkarılan kargaşa vasatında, on binlerce mübârek insan şehid olmuştur. İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif, milletin varlığı bakımından fitne-fesadın tehlikesini ve birlik-beraberliğin zaruretini şöyle terennüm ediyor:

Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!

Gerçek olan şu ki; tefrika, düşmanın öncü kuvvetidir; fitne-fesatla hâsıl olan kargaşa ile ülke her türlü hâin plân için hazır hâle gelir. Nitekim, Orta Çağ’da bir medeniyet merkezi olan ve asırlarca bu örnek vasfını sürdüren ata yurdumuz Orta Asya’nın, Rus ve Çin’in işgaline uğraması, bu uğursuz tefrika yüzünden olmuştur. Kezâ, bir diğer medeniyet merkezi olan, batıdaki Endülüs devleti ve şanlı medeniyetimizin son altın halkası olan Osmanlı Devleti’nin hazin âkıbetleri de, bu fitne-fesat gayretlerinin bir neticesidir. Osmanlı’nın batıya açılan kapısı mesâbesindeki Balkanlar’ın elîm kaybının sebebi; siyasete kapılmış kumandanların, aralarındaki ihânete varan çekişmeleridir. Bugün, mağribden Orta Asya’ya kadar bütün İslâm coğrafyasının işgaller, iç savaşlar, terör faaliyetleri ile harap olup mecalsiz kalması, bir türlü dirilememesi; ümmetin dûçâr olduğu tefrika sebebiyledir.

Yüzüncü yılını idrak etmekte olduğumuz Çanakkale zaferi; milletimizin mukaddeslerine bağlılığının ve müşterek değerler zemininde birlik-beraberliğinin fevkalâde parlak bir semeresidir. Kolu-kanadı kırılmış, her türlü mahrumiyetler içinde bitmiş zannedilen bir milletin, zamanın her türlü imkânlarıyla donanmış düşman ordularına karşı kazanmış olduğu bu zafer; îmânın demir-çeliğe, mâneviyâtın maddeye galebesinin nâdir tezâhürlerinden birisidir. Birkaç günde İstanbul’a girme hayalleriyle yola çıkıp; çok bâriz bir maddî güç üstünlüğüne rağmen Çanakkale’yi geçemeden, büyük bir hezimete uğrayarak geri dönen düşmanların, bu muharebenin seyrine hiç akılları ermemiştir. Nitekim, düşman donanması kumandanı Churchill, uğradıkları mağlûbiyeti şöyle izah edebilmiştir:

“Biz Tanrı ile harp ettik ve kaybettik.”

Bu şanlı muharebe, aynı hissiyatta birleşerek devleşen milletimizin; ecdat yâdigârı vatan uğrunda fedâkârlık, ihlâs, din gayreti, sabır, azim, dayanışma… gibi fazîletlerle başardığı bir destandır. Çanakkale için en güzel şiiri yazan Mehmed Âkif; bir şiirinde, milletimize hayat veren, başarılı kılan bu vasfı şöyle kaydediyor:

Değil mi cephemizin sînesinde îman bir;
Sevinme bir, acı bir, gāye aynı, vicdan bir.
Değil mi ortada bir sîne çarpıyor, yılmaz,
Cihan yıkılsa emin ol, bu cephe sarsılmaz.

Dede-oğul-torun olarak üç kuşaktan aile fertlerinin omuz omuza savaştığı, muhtelif liselerden ve üniversitelerden talebelerin okulu bırakıp fevc fevc ölüme koştuğu, zalimlere onları hayran bırakan insanlık derslerinin verildiği, her türlü mahrumiyete ilâveten günde iki öğün üzüm hoşafına kanaat edildiği… gibi her biri tarife sığmayan müstesnâ davranışlarla kazanılan bu zafer; mukaddeslere bağlılık ve birlik-beraberlik şuurunun esası olan sarsılmaz îman kuvvetiyle hak edilen ilâhî bir ikramdır. Osmanlı kökleşirken, ona can suyu verenlerden Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri’nin;

Bir olalım, iri olalım, diri olalım.

diye ifade ettiği bu şuur, «devlet-i ebed-müddet» olmanın bir icabıdır. Milletimizin ve İslâm âleminin içine düşürüldüğü tuzaklardan kurtulabilmesi, yüklendiği mukaddes dâvâ mûcibince yine insanlığı rahmet iklimine kavuşturmaya talip olması; Çanakkale zaferini kazanan ruhla, tefrikayı yenip birlik-beraberliğini sağlayabilmesiyle mümkündür.